Yolları, yılları arşınlamış ayaklarım yorgun. Bedenim yorgun. Kalbim yorgun. Konuşmaya takatim yok. İnsanlar görüyorum; yaralarımı sarmaya koşturan, iyi yürekli, cesur insanlar. Bir umut yeşeriyor içimde. Enkaza dönüşmeyecek yarınlar düşlüyorum. “Sesimi duyan var mı?”
Mustafa Dinç
“Sesimi duyan var mı?” Ses yok. Bağırmaya devam ediyorum. Yorulunca nefesimi boşuna tüketmemem gerektiğini anlıyorum. Babamın kolundan hiç çıkarmadığı saati geliyor aklıma. Eğer benim de öyle bir alışkanlığım olsaydı ne kadar süredir burada olduğumu anlayabilirdim. Zihnimi toplamalıyım. Ayaklarım, ayaklarımı hissetmiyorum. Onları kıpırdatmaya çalışıyorum. Olmuyor. Elimle yoklamak istiyorum. Ulaşamıyorum. Tabuta konulmuş gibiyim. Sırtüstü uzanmış kalmışım. Ne yapmam gerektiğini tasarlıyorum bir müddet. Kendimi duyurmak için ara ara seslenmeye devam ediyorum. Zaman ilerledikçe sinirlerim gevşemeye başlıyor. Buradan çıkmam imkânsız. Arama kurtarma ekibi bana ulaşamadan burada can vereceğim. Ekibin beni bulması, bana ulaşması kim bilir ne kadar sürecek. Acaba bunun gibi kaç bina yıkıldı. Uyuyabilirsem belki daha uzun süre hayatta kalabilirim. Ama soğuk iliklerime işliyor. Üzerimdeki beton nefesimi, sıcaklığımı sömürüyor. Uyursam bir daha uyanamama korkusu içimi ürpertiyor.
Ne olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Gözlerim, bedenim ve ruhum akşamdan kalan yorgunluğu taşıyor. Uyanmak istiyorum. Uyanmak ve kendime dönmek. Tıkırtılar uğultuyla birleşiyor. Yatağım beşik gibi sallanıyor. İçim öyle geçmiş ki dünya yıkılsa uyanacak gibi değilim. Ahenk bozuluyor. Yeryüzü can çekişiyor, inliyor. Dünden kalanlar, yarın olacaklar değirmene düşmüş buğday tanesini ezip parçalıyor. Gürültü ve sarsıntının doruk noktasında gözlerim açılıyor. Artık çok geç. Tavan üstüme üstüme geliyor. Tekrar dingin bir uykuya dalıyorum.
Çökmüş binaların enkazı caddeleri, yolları kapatmış. Kendime gelemiyorum. Keskin çığlıklar yürekleri jilet gibi kesiyor. Saat 04.17’de takılıp kalmış. Her şey durmuş, herkes durmuş. Neden insanlar donuk gözlerle, donuk yüzlerle, donuk sözlerle konuşuyor anlam veremiyorum. Zamanın izafi olduğunu tecrübe ediyorum. Asude bir kar iniyor üstümüze. Yıkıntılara, molozlara sessizce dokunuyor. Yıllardır betona hapsolmuş demire dokunuyor. Kar yağıyor mutfağa, salonun ortasına, koltuklara ve halılara. Çatılar göçmüş, hanelerin içine iniyor kızılca kıyamet.
Kardeşimin sesi kulaklarımda. “Haydi, kalk artık! Dışarda kar yağıyor. Bana söz vermiştin. Hani kar topu oynayacaktık.” Onun parlayan gözlerine bakıyorum. Dudaklarım kurumuş, içim yanıyor. “Bana bir bardak su verir misin?” Kardeşim pencereyi açıyor. Dışardan kar alıp top haline getiriyor. Elindeki kartopundan damlayan sular dudaklarıma dökülüyor. Ağzımı açıp bu sudan kana kana içiyorum. Elimden tutup beni kaldırıyor. Beraber dışarı çıkıyoruz. Karda yürümeye başlıyorum. Ayaklarım çıplak; ama kar beni üşütmüyor. Ilık ılık değiyor ayaklarıma. Koşturmaya başlıyoruz. Elime aldığım karları daha fırlatamadan tam suratımın ortasına yiyorum kar topunu. Ardı arkası kesilmiyor. Yağmur gibi yağıyor toplar. Gökyüzüne bakıyorum. Bulutlar pamuk şekeri olmuş. Rengârenk gökkuşağı üstümüze iniyor. Ellerimi açıyorum bir kucak dolusu şeker… Karşıdaki pencerede bana el sallayan birisi var. Bakıyorum, annem. Ben de neşeyle karşılık veriyorum. Bir şeyler söylüyor ama sesi duyulmuyor. Birden annem telaşlı bir hâle bürünüyor. Bizi uyarmak, bir tehlikeden uzaklaştırmak istiyor sanki. Evimizin sallandığını, duvarların döküldüğünü görüyorum. Bütün sevincim bir anda sönüyor. Ayaklarımın altı buz gibi. Bağırıyorum. Sesim, nefesim kesiliyor. Simsiyah bir duman yutuyor gökkuşağının bütün renklerini. Karanlık çöküyor üstümüze. İnsanlar koşturuyor. Çocuklar ağlıyor. Çığlıklar feryatlara karışıyor.
Zamanın durmadığını anlıyorum. Dışardaki onca hengâme yeni bir titreyişle irkiliyor. Uyanmak daha da güçleşiyor. Üzerime çöken karanlığı dağıtacak bir ışık beklerken karanlığa bir kat daha gömülüyorum. Yine herkes, her şey susuyor. Yukarıdan gelen çığlıklar, baykuşların yalnızlığını çağırıyor. Uyanıyorum. Artık kalkmak zorundayım. Yoksa işe geç kalacağım. Ellerim üşüyor, ellerimi battaniyenin altına sokmaya çalışıyorum. Ellerim, parçalanmış betonlara değiyor. Telefonumun alarmı çalmadı. Acaba kurmayı mı unuttum? Saate uzanıp baksam, dönemiyorum. Tavanla yatak arasında sıkışmış kalmışım. Yanıma dökülmüş beton parçalarını, fayans kırıklarını yatağın yanındaki boşluğa itiyorum. Evet, orada bir boşluk var. Hareket edebileceğim bir boşluk. Binanın başıma yıkıldığını o an anlıyorum. Buradan çıkmak zorundayım. Ne zaman gelip beni kurtaracaklar? Yatağın yanındaki boşluğa geçmeliyim. Ama nasıl? Telefonum, telefonum yanımdaki komodinin üstündeydi. Çatırtılar ve derin bir inilti… Bunlar kurtarma ekibi mi, makinalar mı? Üzerimdeki betonun esnediğini hissedince bazanın yanındaki boşluğa kayıyorum. Bir ucu elimde kalmış battaniyeyi çekiyorum. Gelmiyor. Kırılan tavan yatağın ortasına saplanmış. Hâlâ yaşıyor muyum?
Hayaller, rüyalar ve gerçekler birbirine karışıyor. Nerede olduğumu hatırlamaya çalışıyorum. Bir ay önce, otuz yaşında, işletme mezunu olarak sonunda bir iş bulmuştum. Artık yeni bir hayat kurabilir, annemin hayallerini gerçekleştirebilirdim. Bir an evvel beni evlendirme derdinde olan annem, işe girmeme ne çok sevinmişti. Babam umursamaz göründü. Ama öyle olmadığını biliyordum. İlk maaşımın yarısını anneme verdim. Çalıştığım bir pazarlama şirketiydi. Beni ilk defa iş için tek başıma şehir dışına göndermişlerdi. Akşama kadar koşturduktan sonra bu küçük şehir oteline kendimi zor attım. Yatmadan önce yarın gideceğim yerleri gözden geçirdim. Annem aradı. Onunla konuştum. Uyumam gerektiğini… Acilen telefonumu bulmam gerekiyor. Annem, benden haber alamayınca çıldırmıştır. Ya onlar da enkaz altındaysa!.. Buradan çıkarsam hayat benim için yeniden anlam kazanacak. Ölüm muhakkak, ölüm mutlak ama burada bu şekilde ölmek istemiyorum. Annem, kardeşim ve babam için çıkmak istiyorum. Yaşanacak güzel günler için dayanmak zorundayım. Yüzümü bir serinlik okşuyor. Dedemin köyünde, göz alabildiğine uzanan başakların kıyısındayım. Yemyeşil başaklar dalgalanıyor.
Yer, bütün şiddetiyle sarsılınca bir enkaza uyandırılıyorum. Ayağa kalkınca üzerimdeki molozlar yere dökülüyor. Yıkıntının arasından yürüyüp çıkıyorum. Üstümdeki tozu, kumu silkeliyorum. Etraf sisle kaplanmış, bir metre ilerisi bile görünmüyor. Sis yavaşça dağılmaya başlıyor. Kar yağdı diye çok sevinmiştim meğer üstüme örtülen kefenimmiş bilemedim. Cadde boyunca dökülmüş binalar yolu kapatmış. Koşturanlar, bağıranlar, ağlayanlar… Mahşer yeri, herkes kendi derdine düşmüş. Tüm bu karmaşanın içinde bir adam dikkatimi çekiyor. Enkazın başında oturan bir baba… Kızının soğuk elini tutuyor. Yanına usulca yaklaşıp oturuyorum. Teselli vermek istiyorum, beni duymuyor. Bağırıyorum. Omuzlarından tutup sarsıyorum. Beni görmüyor. Belki kızın üstündeki bu beton bloğu kaldırabilirim. Olmuyor, yapamıyorum. Bir iş makinesine dönüşebilseydim keşke! O zaman tüm bu yükü kaldırabilir, yüreğime saplanan fayans kırıklarını çıkarıp bir kenara atabilirdim. Yürüyorum. Bu kâbustan çıkmak, uzaklaşmak için yürüyorum. Bir adam cebinden çıkardığı bisküvileri tutuyor. Ben almak için elimi uzatıyorum. “Çocuklarım çıkınca onlara verecektim. Kaç gündür…” Kelimeler boğazına düğümleniyor. Ateşe değmiş gibi yüreğim yanıyor. Can havliyle çekiyorum elimi. Bir kadın sönen ocağın başında, yüreğindeki acıyı hafifletmek için başına küller çalıyor. Yıkıntılar arasında bir çocuk anne ve babasını arıyor. Kimse beni duymuyor, kimse beni görmüyor. Koşmaya başlıyorum. Bacaklarım sapasağlam, şaşıyorum. Koştukça bir kayın ağacı gibi uzayıp göklere erişiyorum. Kollarımı açarak, bir kuş olup uçuyorum. Yerle bir olmuş şehirler geçiyorum. Yuvama, evime dönmek istiyorum. Bulutların arasında kayboluyorum.
Hayatım, hayallerim yarım kalıyor. Sözlerim, heveslerim yarım… Anlatılacak o kadar çok şey var ki ama yorgunum. Ellerim, kollarım yorgun. Yolları, yılları arşınlamış ayaklarım yorgun. Bedenim yorgun. Kalbim yorgun. Konuşmaya takatim yok. İnsanlar görüyorum; yaralarımı sarmaya koşturan, iyi yürekli, cesur insanlar. Bir umut yeşeriyor içimde. Enkaza dönüşmeyecek yarınlar düşlüyorum. “Sesimi duyan var mı?”
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *