Koğuşta bazı arkadaşlarımızın Çoban M. diye andığı M. Dayı casusluk suçundan yatıyor. Sovyetler Birliği hesabına casusluk yapmaktan 12,5 yıl ceza almış. Okuması yazması bile doğru dürüst olmayan birisinin casusluktan ceza alması garibime gidince bir akşam ranzasına gidip “Yahu M. Dayı, neyin nesi bu casusluk işi?” diye sordum. “Benim ki püsküllü bela işte” deyip anlatmaya başladı…
Osman Dindarzade
Otuzuncu Osmanlı Padişahı olan 2. Mahmud 1828 yılında “fes nizamnamesi” adı altında bir kanunu uygulamaya koyar. Bu kanuna göre feslerdeki ipek püsküllerin çok düzenli olması gerekir. Zaman içinde rüzgâr, yağmur ve kardan ötürü örselenen bu püsküllerin feste eğreti bir şekilde durmaması için günlük yaşamda köşe başlarında ayakkabı boyacıları misali püskül tarama mesleği ortaya çıkar. Gerçi daha sonraları hem seyfiye hem de mülkiye sınıflarında sıkıntılara yol açan ipek püsküller kaldırılıp yerine örme püsküller kullanıldıysa da püsküllü bela bir deyim olarak artık yerini alır. Günümüzde ise bu deyim ne yaparsa yapsın kendisinden kurtulmanın bir türlü mümkün olmadığı ve büyük sıkıntılara yol açan musibet anlamında kullanılmaktadır. Aşağıda okuyacağınız yazı tam da bunu anlatan yaşanmış gerçek bir hikâyedir. Hikâyenin kahramanı olan kişi başından geçenleri anlatırken kendisi buna ayrıca “Az tamah çok zarar verir” atasözünü de ekleyip yaşadıklarının ceremesini ağır ödediğini söyleyerek hazin bir hayat yaşamıştır. Gelin bu trajik ve de ilginç hikâyeyi birlikte okuyalım.
16 Mart 1986
Jandarma aramasından geçtik. Bu arama diğerlerine nazaran biraz daha sıkı gibiydi. Arama sonrasında yatağımı ve dağıtılan eşyalarımı toplarken söylendiğimi gören Karslı M. Dayı yanıma yaklaşarak “Sen buna arama mı diyorsun?” deyip bir dönem yattığı Mamak Askeri Cezaevi’nde yaşadığı aramaları örnek verdi. “Mamak’ta üç-dört günde bir arama olurdu. Bugün senin şikâyet ettiğin şu aramadan çok daha kötü aramalar yaşadık orada. Askerler koğuşta yatak namına bir şey bırakmazlardı. Döşek diye bize verilmiş olan paçavraların üzerinde debelenir sonra da içindeki pamuğu yere döker ve çamurlu potinleriyle pamuğu iyice çiğnerlerdi. Yorgan ve döşeklerimizin yüzlerini ellerine alıp bit araması yapar gibi onları didik didik ederlerdi. Giysilerimizi kasıtlı olarak birbirlerine karıştırırlar, canları istediğinde ise yırtarlardı. Koğuşun kapı kısmında yatan birinin elbisesi koğuşun en üst köşesinden çıkabilirdi mesela. Yaşadığım ilk arama sonrasında arkadaşlara ‘mademki üç-dört günde bir arama yapılıyor. O halde ne diye tekrar onları düzeltiyoruz. Bırakalım olduğu gibi kalsın’ demiştim. Bir arkadaş ‘Hah, işte nihayet aramızdan bir akıllı çıktı!’ diyerek benimle dalga geçmişti. Arama bitince kısa süre zarfında her şeyin eskisi gibi olması gerektiğini neden sonra öğrendim. Eğer tanınan bu süre zarfında her şey eski haline getirilmezse bütün koğuş sıra dayağından geçirilirdi”.
M. Dayı’ya “Peki Mamak’ta genel durum nasıldı?” diye sordum. Sormaz olaydım keşke: “Ben kaçakçılık ve benzeri suçlardan içeri girmiş olanların koğuşundaydım. Siyasi suçlulara nasıl davranıyorlardı bilmiyorum ama bizi her gün tekme-tokat dövüyorlardı. Cezaevinin işkenceci müdürü Albay Raci Tetik’in talimatıyla dövülmediğimiz, sövülmediğimiz gün yoktu. Bizleri dövmek için bahane aramalarına zaten gerek yoktu. İçtima esnasında kaşınmak veya esas duruşu bozmak vs. dövülmek için yeter nedenlerdi. Hele sayımda yanlışlıkla başka bir sayı telaffuz eden olursa yumrukların ardı arkası kesilmezdi. Volta esnasında kişinin yanındakiyle konuşması veya karşılaştığı askerin yüzüne bakması da bilinen yasaklar arasındaydı. Bunun ihlali durumunda atılan şiddetli tokatlarla bir çuval gibi yere yığılırdık. Askerin yüzüne bakmanın yasak olmasının nedenini ben çok sonraları öğrendim. Meğer bu onları tanımamamıza yönelik bir uygulama imiş. Sizlerin burada gayet rahat bir sayım yaşadığınızı görüyorum. Oysa bizler Mamak’ta sayımın gelmesini istemezdik. Çünkü sayım demek işkence demekti. Sayım orada şöyle yapılırdı: Sayısını sayan derhal yere çömelir ve başını bacaklarının arasına sokardı. Kafamızı uzun süre bu şekilde tutmak zorunda kalırdık. Bu durum zaman içinde bel ve boyun ağrıları yaşamamıza yol açtı…”
Bütün bu uygulamaları anlatan Dayı’nın Niğde Cezaevi ile alakalı ilginç bir tespiti var. “Her şeye rağmen Mamak Niğde’den iyiydi!” Şaşırıp kaldım. “Nasıl iyiydi yani?” diye sordum. “En azından orada çimento tozu yoktu!” dedi. İçimden “Demek ki biz tozu artık kanıksadığımız için onu ciddi bir sorun olarak görmüyoruz. Mamak’ta yatan biri o işkencelere rağmen Niğde Hapishanesi’nin daha kötü durumda olduğunu söylüyorsa durup düşünmek gerekiyor” dedim.
Koğuşta bazı arkadaşlarımızın Çoban M. diye andığı M. Dayı casusluk suçundan yatıyor. Sovyetler Birliği hesabına casusluk yapmaktan 12,5 yıl ceza almış. Okuması yazması bile doğru dürüst olmayan birisinin casusluktan ceza alması garibime gidince bir akşam ranzasına gidip “Yahu M. Dayı, neyin nesi bu casusluk işi?” diye sordum. “Benim ki püsküllü bela işte” deyip anlatmaya başladı suçunu:
“Karsın Çıldır ilçesine bağlı Y. köyündenim ben. Ailem halen burada ikamet ediyor. Soyadım gibi köyde çobanlık yapardım. Köyümüz Sovyetler Birliği sınırına oldukça yakındır. Bizim tarafta mera pek olmadığı için ben koyunlarımı genellikle sınırın öte yakasında otlatırdım. Garip bir rastlantı mıydı yoksa daha önceden düşünülen bir tuzak mıydı bilmiyorum; günün birinde Türkçeyi çok düzgün konuşan bir Rus subayı ile tanıştım. Hal hatır sormayla başlayan arkadaşlığımız zamanla ilerledi. Bu arkadaşlığın sonucunda karşılıklı ticaret yapmaya bile başladık. Ben ona koyun yağı, yün, peynir gibi şeyler satarken ondan da orak, tırpan, kazma, kürek gibi köylüye lazım olabilecek aletler alıyordum. Hatta ben kendi eşyalarımı deyim yerindeyse kazık fiyatla ona satarken, onun bana sattıklarını ise ucuza almak için sıkı bir pazarlığa girişirdim. Bu ticaretimiz tam iki yıl sürdü. Bir gün yine ona istediği eşyaları götürmüştüm. Bu defa beni alıp kendi karakollarından birine götürdü. ‘Ne de olsa artık arkadaşız’ deyip aklıma hiç kötü şeyler gelmedi. Bir süre havadan sudan konuştuktan sonra hiç beklemediğim bir soruyla karşılaştım. ‘İlçenizin askeri durumu nedir? Eğer bu konuda bizi bilgilendirirsen sana daha çok eşya ve daha çok para veririz. Ne dersin?’ Neye uğradığımı şaşırdım. Bu şaşkınlığım devam ederken üç-dört Rus subayı da odaya girdi. Onlar da Türkçe biliyordu. Betimin-benzimin solduğunu görünce beni rahatlatan şeyler söylediler ama tedirginliğim hiç bitmedi. İstediğim tek şey bir an evvel yakamı onlardan kurtarmaktı. Bunları düşünürken onlar hâlâ ‘aslında senden istediğimiz bilgilerin sana herhangi bir zararı yok. Getireceğin bilgiler bizim yanımızda basit sayılır. Biz zaten onların çoğunu biliyoruz. Bizim amacımız sana daha çok para kazandırmak’ diyerek akıllarınca beni kandırıyorlardı. Onlardan yakamı kurtarmak için ‘düşünürüz’ dedim. Karakoldan ayrılıp Türkiye tarafına geçtiğimde korkudan bayılmak üzereydim. Evime geldim. Eşim bendeki tedirginliği görünce korktu. Yalan yanlış bir şeyler anlatarak meseleyi geçiştirdim. Ertesi gün koyunlarımı o bölgeye değil de başka bir tarafa otlatmaya götürdüm. Bu durum günlerce böyle devam etti. Köylüler ‘koyunlarımızı sanki eskisi gibi iyi otlatmıyorsun’ diye şikâyet etseler de onlara ‘yanlışınız olmalı’ diyordum. Köyde çobanlık yapacak başka kimse olmadığı için zaten bana muhtaç durumdaydılar. Dolayısıyla onların bu şikâyetini görmezden gelerek uzun bir süre sürüyü sınıra yakın yere götürmedim. Lakin yine de içim rahat değildi. ‘Bu işin kokusu günün birinde çıkacak’ endişesini bir türlü üzerimden atamıyordum. Baktım ki olacak gibi değil çobanlığı bırakarak İstanbul’a çekip gittim. İki sene İstanbul’da kaldım. Kendimi artık rahatlamış hissedince tekrar köyüme döndüm. Keşke dönmez olaydım. Çünkü köye dönüşümün beşinci günü iki Türk subayı askeri bir araçla evime geldi. ‘Tabur Komutanı seni istiyor’ deyince kalbim duracak gibi oldu. Beni bir cemseye koyup Çıldır’a götürdüler. Gözlerim bağlı olduğu için nereye götürüldüğümü de bilmiyordum. Önce beni bir odaya koydular. Burada iki gün kaldım. Daha sonra başka bir odaya aldılar beni. Burada da birkaç gün yattım. Bir sabah ‘Tabur komutanı seni istiyor’ diyen iki astsubay kollarıma girerek beni yarbayın karşısına çıkardılar. Heyecandan kalbim küt küt atıyordu. Yarbayın ‘Neler yapmışsın bakayım sen?’ demesiyle çuval gibi yere yığıldım. Neden sonra kendime geldiğimde bu defa aynı yarbayın müşfik yüzüyle karşı karşıyaydım. Bana bir takım nasihatlerde bulundu. Onun müşfik yüzü rahatlattı beni. Kendi kendime ‘demek ki birazdan beni bırakacaklar’ diye düşündüm. Lakin öyle olmadı. Odaya iki görevli geldi. Gözlerimi yeniden bağladılar. Bir arabaya bindirilip Erzurum’a getirildim. Götürüldüğüm istihbarat teşkilatında tekrar sorguya alındım. Benden her şeyi kendilerine açık açık anlatmamı istediler. Onlara Rus subayla hiçbir şey konuşmadığımı yemin billâh ederek söyledim. İnanmamış olmalılar ki falakaya yatırıp ayak tabanlarım patlayıncaya kadar beni dövdüler. Bununla beraber onların istediği gibi konuşmadım. Falaka seansları birkaç kez devam etti. Her falakadan sonra kışın ortasında bir de tazyikli suya tutuldum. Ben ‘casusluk falan yapmadım’ dedikçe onlar daha çok yükleniyorlardı bana. Baktım ki onlardan kurtuluş yok. Başımdan geçen her şeyi bir bir onlara anlatmaya başladım. Bu defa bana inandılar. ‘Bana cezaevi yolu herhalde göründü artık’ diye düşünürken hiç beklemediğim bir teklifte bulundular. Teklif ‘Kırk katır mı kırk satır mı’ kabilinden bir şeydi. Beni serbest bırakıyorlardı ama bir şartla: ‘Tekrar o Rus subayı ile temasa geçecek ve konuştuklarımızı gelip onlara rapor edecektim!’ Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak bu olmalıydı. Kendi kendime ‘Allah kahretsin seni. İki kuruşluk çıkar uğruna bak neler sardın başına’ diye söylenmeğe başladım. Çare yoktu, denileni mecburen yapacaktım. Uzatmayayım beni serbest bıraktılar. Yeniden köyüme döndüm. Eşime olan biten her şeyi anlattım. O da bana ‘Sen İstanbul’da çalışırken bir Rus subayı gelip seni köylüden sordu. Demek ki bütün bu olup bitenler o Rus subayının seni sormasından sonra baş gösterdi’ dedi. Köylüler kendi aralarında ‘Bir Rus subayı ne diye köye kadar gelip bizim çobanı sorsun?’ diye düşünüp beni karakola şikâyet etmişler. Meseleyi yeni çözdüm. Lakin esas büyük belanın içine daha yeni giriyordum. Püsküllü bela dedikleri şey işte bu olmalıydı. Naçar bir şekilde kalkıp Rus sınırına gittim. Türkçe bilen Rus askerlerinden birine bir pusula yazıp komutanına götürmesini istedim. Pusulayı alan Rus asker çekip gitti. Az sonra bir araçla döndü ve komutanın beni beklediğini söyledi. Arabaya bindik. Türkçe bilen bir subay da vardı arabada. Gideceğimiz yere kadar onunla konuştuk. Nihayet araç bir binanın önünde durdu. Beni içeriye aldılar. Odada üzerinde subay elbisesi olan dört kişi vardı. Kendilerine ‘Ben sizinle değil şu subayla görüşmek istiyorum’ dedim. Aralarında en rütbeli olanı ‘Senin dediğin o subay şimdi başka bir yerde görev yapıyor’ dedi. Elhasıl onlara bir şey söylemeyip geri döndüm. Erzurum’a gelerek durumu istihbarat elemanlarına anlattım. Beni alıp Ankara’ya getirdiler. Burada bir kez daha sorguya çekildim. Erzurum’da bana yapılan işkencenin aynısını burada da gördüm. Günlerce çırılçıplak kaldım. Canları istediği zaman gelip bana tazyikli su sıkıyorlardı. ‘Bütün bildiklerim bu kadardır. İsterseniz beni öldürün. Çünkü bundan başka bir şey bir şey bilmiyorum’ dedim. Bana ‘Şayet Rus subayına Çıldır’daki tabur hakkında bilgi verdiğini kabullenirsen artık sana işkence yapmayız’ dediler. Denileni yapmaktan başka çarem yoktu. İfademi onların istediği gibi verip altını imzaladım. Bunu yapmasaydım herhalde öldürülürdüm. Köyde kendileriyle aramın iyi olmadığı dört yalancı tanığı da aleyhime şahit yazdılar. Mahkemeler sonunda ‘Milli Müdafaaya Hıyanet’ suçundan 12 yıl 6 ay ceza yedim. İşte benim casusluk hikâyem tümüyle bundan ibarettir!”
Püsküllü bela demişti ya M. Dayı. Gerçekten de yaşadığı şeyler tam bir püsküllü bela imiş. Siz siz olun aza da çoğa da tamah edip ya da ‘kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ demeyip hayatınızı doğal akış içinde yaşayarak başınıza da püsküllü belalar sarmayın.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *