Evrensel gerçeklik diye sunulan, evrensel değer diye tutturulan söylem olsa olsa yegane hakikatin evrenselliğine paralel ve ona rağmen söz konusu olabilir. İsabetliliği fıtratı bozulmamış, algıları iğdiş edilmemiş, takvası ve fücuru ilham edilmiş ve onunla da bırakılmayıp vahiy ve risaletle kılavuzlanan, insani olan olabilir ancak…
Mustafa Bozacı
Başlıktaki ifade Baudrillard’a ait. Bence çok kifayetli, kuşatıcı ve yaşanan tüm sorunlarımızın kaynağına ve dolayısıyla çözümüne de işaret eden bir tespit. Yaşanmış, yaşanan ve sonrasında da yaşanacak olan tüm sorunların temeline vurgu ile teşhis ve tedavi için ilk önemli adım, bir farkındalık ifadesi…
Çözümlemeye geçmeden önce ‘gerçek’ ile ‘hakikat’ arasındaki nitelik farkının da farkına varmamız gerekiyor. Aydınlanma ile birlikte ‘dini olan ne varsa seküleştirilmesi’ ve akabinde ‘seküler olan her şeyin de dinleştirilmesi’ olgusuyla karşı karşıyayız. Kilise özelinde (bu kolay olan ve algı operasyonunda eli güçlendiren bir gerçeklik sunuyordu o zamanki rolleri, tutumları, işlevleri, tahakkümleri gereği) dini olanı dışlayan, kötüleyen, yıkan, aşkın olan, kadiri mutlak tanrı anlayışından, bilimsel olanın (dolayısıyla salt akla ve deneye indirgenen olguların) ve pek tabii ki insan nefsinin, egosunun tanrılaştırıldığı bir süreçte bu seküler olanın kapsamına ve işlevine dair de bir meşrulaştırma, gönüllü ve/veya zoraki rıza devşirme, benimsetme, kanıksatma, içselleştirme vb. operasyonlar da peşi sıra vizyona kondu.
Bu meşrulaştırma operasyonunda medya sihirbazları, basın yayın, iletişim kanalları, özellikle filmler, diziler, reklamlar peşi sıra işe koşuldu. Koşulmaya da devam ediliyor!
Hakikatin yerine önce ‘gerçek’ ifadesi yerleştirildi. ‘Gerçek’ adı üzerinde görülen, duyulan, dokunulan ve hissedilen boyutları ile insan üretimi ve erişimi çerçevesinde bir kapsamı haizdi. Dahası herkesin gerçeği kendince idi ve gerçek olabilirdi. Neticede sadece bir kabule dayanıyordu, tek kişilik de olsa! Düşününüz, ‘kırmızı ışıkta durmak’ bir kabule, rızaya dayanan bir gerçekliktir. Aksi durum, en azından yadırganıp bir cezai müeyyideye konu olabilmektedir. Ama kim diyebilir ki bu durum hakikate göre de böyledir diye… Yine düşünün arabaların şoför mahalli soldadır genellikle, bir gerçeklik olarak. Gelin görün ki örneğin İngiltere’de (Bir farklılıkları olacak ya, renklerinden dolayı!) direksiyon sağdadır. Bize göre trafik tersten akar! Şimdi hakikat ifadesi ile temellendirebilir miyiz bu gerçeği!?
‘Hakikat’ kavramı ise anlam dünyası çerçevesinde ‘hak’ ile irtibatından, o kök üzere aldığı mana boyutlarından, bölünemez, parçalanamaz, kişisel algı ve çıkarımlara konu kılınamaz bir kuşatıcılık, kapsam ve dokunulmazlık içermektedir. Hak olan, hakka dayanan, özel anlamıyla Hak’tan kaynaklanan, verili olan, deneye konu olması bir tarafa makul ve mantıklı olan, fıtrata da uygun olan, aşkın ve kadiri mutlak yegane ilah ve rabbin, hem bu dünyayı hem de akabinde yüzleşeceğimiz ahiret dünyasını içerip ilgilendiren tüm buyruklarını ifade etmektedir. Tikel, tümel tüm bu buyruklar insan ile tanrı arasındaki nitel/ontolojik fark kadar bariz bir farklılık içerir. Bu, insanın da bu dünyaya dair bir sözünün olması, tercihini belirtmesi, o yönde konumlanması hususlarına bir mani teşkil etmez. Bu zaten ‘iman’ın konusu olarak ‘kabul veya ret’ ifadeleri ile ayrışan, netleşen bir durumdur. Bu, yaratanın kullarına verdiği, imar, inşa, ıslah yükümlüklerine dair ‘ibaha’ alanı içinde ele alınabilecek bir tali konudur.
Modernizm, ‘post’ aşamasında sekülerliği, pozitivizmi, rasyonalizmi, hümanizmi sacayakları yapalı beri, ‘hakikat’ olgusunu da parçalamış, herkesin hakikati kendince ve kendini bağlar, diğer hakikatlerin (gerçeklerin!), diğerlerinin hakikatlerinin yanı sıra konumlanacağını (önüne ve ardına değil), eşitlik ve eşdeğerlik taşıyacağını dayatmış ve ne yazık ki kabul de ettirmiştir. O bahsettiğimiz gönüllü veya zoraki ‘rıza imali/devşirmesi’ neticesinde… Tek şartla ki; o da kendi aforizmalarının, argümanlarının, tek dünyalı dayatmalarının hilafına olmamak kayd-u şartıyla!
Hakikatin evrenselliği ve tekliği olgusu da buradan ve şimdilerde bakınca, farklı yazıların, araştırmaların konusu olarak çok ciddi analizleri, tartışmaları, bilgi ve yetkinlikleri gerektirmektedir. Verili olan ve nesnel olarak sunulan (aramızdaki anlaşmazlık ve çekememezliklerin konusu olarak) bu hakikatlerin, ne olduğu, değişkenleri ve sabiteleri, bileşenleri, sınırları, kime, ne söylediği, niçin söylediği vb. hususlar birer iç tartışma ve çözüm konuları olarak ayrıca ve fakat mutlaka ele alınması gereken hususlardandır, bunu kabul ediyoruz. Bu gerçeklik ‘müslümanım’ diyenlerin dünyasına bakılınca, görmezden, duymazdan gelinemeyecek gerçeklerdendir! Bu mesele salt fıkhın konusu olmanın da çok ötesindedir malumunuz. Ha, ‘’Keşke tam ve tüm boyutlarıyla ‘fıkıh/tefakkuh’ kavramının içerisinde ele alınabilir’’ diyebilseydik!
Baudrillard’ın kapsamlı ifadesine, ‘icat edilen hakikat’ vurgusuna dönersek; bu, tüm insan sayısı kadar bir gerçekliğe tekabül eder! Ki bunun da anlaşılır, kabul edilebilir bir durum olmayacağı aşikardır. Her ne kadar bu durum engellenebilir bir durum olmasa da! Neticede insan kendi tercihiyle baş başa ve en azından bunun kararı kendine tevdi edilmiştir, kabul etse de etmese de kendini yaratan Rabbince de böyle takdir buyrulmuştur! Bunu deklare etmesi, paylaşması, yaymaya çalışması, salt kendine has kılması, bireysel veya grupsal/cemaatsel bir etkinliğe dönüştürmesi yine kendine kalmış hususlardır.
Amma ve lakin bu sözde bireyselliği, kişi adedince hakikatin nüvesi, kırıntısı da olsa iddiasını sürdürme iznini tanıyan bu yeni ve ‘türedi siyasetin’ (tırnak içi oluşuna ve politik çıkar ve çıkarsamaları içerdiğine dikkat ediniz…) sahipleri de tıpkı hakiki ilahın da sınırlarının esnetilmesine rıza göstermeyeceği hakikatinden hareketle, özgürlük alanlarını da kendileri çekip çevirmekte, Allah’ın kullarını kendilerine, kendi rızalarıyla kul etme seçkinliğinden asla ve kat’a vazgeçmemekte, bu hakkı devredilemez görmektedirler. Hakikatin biri gider, diğeri gelir… Özür dilerim ‘gerçekliğin’! Olmadı imal edilir! İcat edilir! Üretilir, tüketime sunulur! Modifiye, kodifiye edilir; yutturulur! Yeter ki düzen/bazlık sürsün! Sömürü devam etsin! Kula kulluk sistemi yürüsün!
Einstein ne demişti; ‘Herhangi bir sorun, onu yaratan düşünceye bağlı kalarak çözülemez’! Çöplükte gül bitmesi arızidir, aslolan virüs/sivrisinek imalathanesi, pislik kaynağı oluşudur! Postmodernizmin dayattığı bu hakikatin göreceliği, kendinden menkul ve kendince gerçekliği meselesi de modernizmin, postmodernizmin, aydınlamacı, deneysel, seküler, rasyonalist çerçevesi içinde kalarak zinhar çözülemeyecektir. Dışarıdan bakmak gerek! Doğru açıdan ve dahası doğu yerden! Hak ve hakikat kavramını aslına irca ederek, o minvalde düşünüp taşınarak dünyevi olana ve dolayısıyla uhrevi olana bakıp odaklanmak gerek! Çözümü yitiğin yitirildiği yerde aranması zorunluluğunda olduğu gibi! Sanal ve sahte ışıltılara aldanmamak gerek, ne kadar albenili, parlak ve göz kamaştırıcı gelse de!
İnsan kendi için de söylese, hemcinsleri için de söylese bu ontolojik nakısalarından, en azından ‘nisyan/unutma ile malul oluşundan’ ve dahası egosantrik merkezli duruş ve düşünüşünden, nefsin ve hevesinin ilahlığının çoğunlukla cazibesine kapılmasından, nefsinin ve şeytan ve avanesinin (ins ve cinden) üflemelerinin, iğvasının peşine takılmasından dolayı hep eksik, hep yanlı ve yanlış kalacak, hep kusurlu ve saptırıcı olacaktır. Bu hal ve gidişat içinde insan düştüğü yerden kalkamamakta, virüslerini ürettiği kendi çöplüğünü terk edememekte ve bir türlü istikametini bulamamaktadır! Çünkü nefsi ve aynı açmazlar içindeki hemcinsi ona, bu görecelilik ve imal/icat edilebilir gerçeklik boyutlarında her zaman ve daima yeni kapılar açmakta, hazır paket kılıflar sunmakta, meşruiyet üretecek zemin ve imkanları seferber etmekte, kulluğunu ve imtihanını unutturmakta, çift dünyalı oluşunu unutturup tek dünyalılığı yutturmakta, kafasını kaldırıp ‘nereden geldim, nereye gidiyorum’ diyecek mecali bırakmamaktadır.
Bizce hakikat verilidir. Her ne kadar tartışılsa da onun nesnel boyutu vardır. Bu, hitaptan kitaba, elçinin örnek ve öncülüğünde (ki o da öncelikle bir kul idi ve o kulluğu, kendine buyrulduğu gibi icra etti, risaleti olduğu gibi…) yaşayan sünnette, teorik ve pratik olarak elimizde, göz önündedir. Taliplilerine, kalbi körelmemiş, üç maymunu oynamayan tüm insanlığa… Onların etrafındaki tartışma ve öne sürülen farklı/özellikle aleyhteki argümanlar, bir iç mesele olarak malumumuzdur, ancak o argümanların sahipleri bilmeliler ki bu verilerin anlaşılma sorunu yok, ahlak sorunu ve kişilik sorunu karşımızdaki… O tartışmalar da gösteriyor ki ortada bir hakikat/kaynak var, ama algılamalarındaki sorunlar her zaman ve her şey için geçerli kılınabilecek hususlardır. Tartışmayı taşıyan ve kaşıyanlar bilmeliler ki bu hakikate gölge düşürmez, gölge durumundakileri faş eder!
Sonra bu olgu, hakikatin göreceliği ve icat edilir oluşu, salt dünya müstebitlerinin, müstekbirlerinin, postmodernizmin ağa-babalarının işi de değil; yerel siyasetlerde (yukarıda değimiz gibi, politik iş ve işleyişte) de bol örnekleri görülebilecek, güdüleme ve sürü psikolojisinde başvurulan bir aparat şeklinde işlevi haizdir. Günlük, güncel ve çarkı/düzeni yürütmeye yönelik argümanlar kılıf gibi, her boyutta, örtemeyeceği durum yok! Ters yüz et kullan! Rengini bulamaç yap yeniden kullan! Kullan at! Yeniden sipariş et! Kumaş da senden, terzi de senden! Dün dündür; bugün bugün! Yap, boz! Dün söylediğini değiştir, inkar et veya sağır dilsize yat! Hatta gerek bile yok; ‘bugün yeni gün, yeni şeyler söylemek lazım’ de çık işin içinden! Hesap soran yok, kitap soran da! Soranlarsa ya ötekidir, öcü ya da! ‘Vatan millet Sakarya‘ der geçersin karşıya! Gerisi angarya!
Hasılı dostlar, din verilidir, hakikat keza… Bölünme parçalanma (şirk gibi!) kabul etmez! Bizim genel ve yerel siyasette duruşumuz ve düşünüşümüzün nirengi noktaları vardır. Olmazsa olmazları, olursa olmazları vardır! Rengi ve dokusu ibadetimizle aynı cinstendir (Merhum Ercümend Özkan’dan iktibas…). Muamelattaki, fıkhî meselelere konu olan mezhebi farklılıklar değil konumuz! İnsanın yaratılmış ve kul oluşu, kula kulluktan kurtarılması, ahiret odaklı bir bakış ve siyaset, Allah’ı hakkıyla takdir etmek, dünyanın imtihan zemini oluşu, geçiciliği, hesaba çekileceğimiz, nimetlerden sual edileceğimiz (ekmek de nimet, kitap da, iman da bir nimet, dostlar ve dostluk da…), kendimizden başlayarak aleme nizamat vermek, emri bil ma’ruf vennehyi anil münker vazifesi, dinin yalnız Allah’a has kılınması, tevhid ve bileşenleri (ve pek tabii ki asla birleşmeyenleri, inkar edilmesi gerekenler…) meseleleri gibi hususlar bizim hakikatlerimiz olarak ayan beyan ortadadır, açık ve net olarak! Burası ince bir çizgidir ki iman ve küfrün ayırımı bu noktada başlar. Fark, yaratıcı ile yaratanın ontolojisi ve epistemolojisi kadar asla ve kat’a telif edilemez, kıyas edilemez nitelikte ve boyuttadır. Varsa hakikat budur, gerisi teferruat! Rabbin, yegane ilahımızın söyledikleri, bildirdikleridir hakikat olan, bölünemez ve biricik olan. İnsanın söyledikleri ise ikiye ayrılır: Birincisi ilk maddede olduğu gibi o yegane yaratıcıya inanıp güvenen ve teslim olanların sözleridir ki tartışmaya açık boyutları olsa da o hakikatten neşet etmeleri, ona uygunlukları oranında mükerremdirler, hikmete de uygundurlar. İkinci olarak, aksi haldeki ve gidişattaki insan sözleri de insan sayısınca ve göreceli olanlardır, gerçekliğe isabetleri de yanılgıları da kendilerinden mülhemdir. Evrensel gerçeklik diye sunulan, evrensel değer diye tutturulan söylem olsa olsa yegane hakikatin evrenselliğine paralel ve ona rağmen söz konusu olabilir. İsabetliliği fıtratı bozulmamış, algıları iğdiş edilmemiş, takvası ve fücuru ilham edilmiş ve onunla da bırakılmayıp vahiy ve risaletle kılavuzlanan, insani olan olabilir ancak… Vesselam!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *