Bu sefer bir fıkra paylaşalım istedik. Bakalım payımıza, paylarınıza ne hisse düşecek?! Bizler genelde fıkra der, geçeriz. Biraz gülüp tebessümle atmosferi/efkarı dağıtıp neşelenmek için kullanırız. Çoğunlukla da önünü ardını düşünmeden hafife alır, ‘Gerçekle ilişkisi yok!’ der ve üzerinde durmadan bir kullanımlık görürüz.
Mustafa Bozacı
Özellikle ülkemizde Nasreddin Hoca —ki Ahi Evran olduğu rivayetleri de var— fıkralarımız bu kabildendir! İnanmazsanız ‘arşın’ burada; alın ölçün!
‘Darb-ı mesel’ dediğimiz olgu da aslında konuyla yakından ilgili! Nedense hep, bizim dışımızdakileri ilgilendiren, genelleme ve genel geçer bir kurala bağlan(a)mayan, hikaye ve ‘öncekilerin masalları’ formunda algılanan, dikkate alınmayan ve dolayısıyla bir fikir ve tavır değişikliği meydana getirmeyen zait tevatürler olarak görülür onlar da… Oysa özellikle darb-ı mesellerde başta olmak üzere fıkralarda da bakmasını görmesini, duymasını işitmesini bilenlere ne çok kapılar açılıp iyiye, doğruya, hikmete yönelik sevkiyatlar çıkmakta ve pek tabii ki bazı yanlış yol ve yordam kapıları da kapanmaktadır.
Gelelim fıkramıza ve bizce okumasına, çıkarsamalarına… Bakalım katılacak mısınız bu okumamıza? Çoğunlukla duymuş olduğunuzu, bildiğinizi düşündüğümüz fıkra şöyle; Hoca Nasreddin bulunduğu karyede, camide vaaz-u nasihat için kürsüye çıkar. Cemaate; ‘Bugün sizlere ne anlatacağımı biliyor musunuz?’ diye sorar. Cemaat ‘Bilmiyoruz’ diye cevap verince, ‘O zaman öğrenin, gelin!’ der ve kürsüden iner. Kürsüye sonraki çıkışında da aynı soruyu yineler. Bu sefer cemaat —uyanıklar ya—, ‘Biliyoruz‘ der. Hoca bu sefer de, ‘Madem biliyorsunuz, o zaman anlatmama gerek yok!’ der ve yine kürsüden iner. Üçüncü sefer kürsüye çıktığında da yine aynı soruyu yönletir cemaate. Cemaat de idmanlı, anlaşmalı olarak bu sefer ‘Kimimiz biliyor, kimimiz de bilmiyor!’ derler. Hoca bu ya, altta kalır mı, ondan daha uyanık olmak mümkün mü? Bu sefer de ‘Bilenler bilmeyenlere anlatsın!’ der ve kürsüden yine iner. (Her nedense —burada boşlukları biz doldurabiliriz, ama gereği yok!— konuşmak istemeyince bir yol bulmakta da mahirdir Hoca/lar…)
Okumalarımıza, hikmet çıkarsamalarına, hissemize kalacak paylarımıza gelince; farkındasınız sualler aynı ve fakat cemaatin cevapları ve Hocamızın bu farklı cevaplara verdiği karşılıklar —son sözü söyleme/geçiş üstünlüğü hep onda kalarak— farklı.
Bu geçiş/son söz hakkının, haklılığı haksızlığı sadedinde şunu söyleyelim ki, elinde hazır ve uyarlanabilen bir kılıfı olan için minare çalmak çok kolay! Buna güncel olarak meşruiyet krizi, meşruiyet bulma el çabukluğu da diyebiliriz! Bu serencamda, maymuncuk olarak kullanıma sürülmesi kolaycılığında ‘meşruiyet’ kavramının da içi boşalmış, bir önemi kalmamış, sıradanlaşmış olmaktadır. Madde bir; ‘Ben haklıyım!’, madde iki; ‘Haksız olduğum durumlarda, birinci madde uygulanacaktır’ şeklindeki meşhur önerme gibi…
Gelelim cevapların yordamalarına… Cemaatin cevapları, anlaşmalı tavırları gayet makul ve mantıklı değil mi? Meselenin her üç boyutunu kuşatacak, geriye açık kapı, yol bırakmayacak nitelikte cevaplar. Başkaları da düşünülemezdi zaten!
Hocanın altta kalmayan, işleyişi sürdüren, süreci yöneten, kimseye de ‘ama’ deme fırsatı bırakmayan anlık cevaplarına projeksiyon yöneltip analiz etmeye başlarsak elde avuçta ne kalacak, bunları ‘darb-ı mesel’ kıvamına getirebilecek miyiz bir bakalım:
Birinci cevabı neydi Hoca’nın; ‘Bilmiyorsanız, öğrenin gelin!’. ‘Bilmek, öğrenmek’ kavramlarının öne çıkan boyutlarına dikkatinizi çekerim. Bu her zaman ve zeminde geçerli olan iki husustur. Bilmek ve öğrenmek… Çok farklı bileşenleri, alt ve üst yapıları olan iki olgu ile karşı karşıyayız. Güncel ve meşhur ifade ile söylersek yine Hocamızın cevabı ‘hazır bulunuş’ içeriklidir. Bir öğrenme, öncekilerin üzerine bina edilir. Önceliklerin öğrenilmesi de öne çıkar, önem kazanır bu meyanda. Bir temel ve zemin gereklidir. Bu, keza ‘ilgi’ ile de alakalı bir husustur. Kişi ilgi duyduğu ve o konuda belli bir alt yapısı bulunan hususları daha kolay ve daha iyi öğrenebilir. Bu motivasyon ve öğrenmeler onda kalıcı bilgiler ve dolayısıyla gerekli davranışlar için gerekli ivmeyi, atılım ve açılımı sağlayacaktır. Eğer sağlamıyorsa farklı yerlerde, farklı sıkıntılar, eksik ve hatalar var demektir. Sonra o altyapı ve zemin, ön bilgiler sizin, anlatılanları, size aktarılan malumatı ölçüp biçmenizi, kritik edip değerlendirmenizi, eksiğini tamamlayıp yanlışını eleştirip ret etmenizi de sağlayacak, olmazsa olmaz kabilinden öncüller olacaktır. Sonra ‘hap’ cinsinden hazır paket bilgi ve veriler herkeste de aynı etkiyi, sonucu doğurmayacaktır takdir edersiniz ki… Etkileri de yan etkileri de farklı olabilecektir. Bu manada sizin bağışıklığınız, bünyenin adaptasyonu anlamında çok önemli bir boyuttur, bu hazır bulunuş, ön/sabık bilgiler. Demek ki birinci cevapta Hocamız konuşmadan mesajı vermiş, hikmetli söz söylemiş. Tek cümlelik bir vaaz etkisi… Güzel bir cedel örneği ve darb-ı mesel! ‘Fıkra’ deyip nasıl geçersiniz?!
Şimdi cemaatin ‘Biliyoruz!’ şeklindeki karşılıklarına verdiği ikinci cevabına odaklanalım Hocamızın. Ne demişti? ‘Biliyorsanız, anlatmama gerek yok!’… Nasıl, beğendiniz mi? Kürsüden inmesini haklı kılıyor mu? Tamam, ‘Tekrarda fayda vardır’ bunu biliyoruz, ama usandırmamak lazım değil mi?! Bir de malumatfuruşluk çeşidinden insanları malumat bombardımanına tutmamak, sözün özünü, özlü olarak sunmak da gerek. Sindirilmesine fırsat sunmak gerek! Tadında ve kararında… Gerektiğinde elbette tekrara da başvurulabilir, ama ‘gerektiğinde’! Evet, biliyoruz ki bilgiler, fikir ve düşünce oluşturmak ve onlar da davranış sergilemek için ön koşuldur. Elbette ‘doğru veya yanlış’ olmaları arasında yüz seksen derecelik bir nitelik farkı vardır. Ne demişti merhum Ercümend Özkan; ‘Doğru davranışlar, doğru fikirlerden doğar!’. Hocamızın bu ikinci veciz cevabı ‘Ne duruyorsunuz, biliyorsanız, harekete geçin, ne gerekiyorsa onu yapın, yerlerinizden yekinin!’ anlamında, kulaklara küpe olacak kapsamda ve kuşatıcılıkta değildir de nedir?! Hikmetli söz ve dahi ‘kavli leyyin’ değil midir?! Nasıl üzerinde durmadan görmezden, duymazdan gelinebilir ki?!
Üçüncü cevabın analizine gelince, neydi bir hatırlayalım, cemaatin ‘Kimimiz biliyor, kimimiz bilmiyor!’ cevaplarına binaen; ‘Bilenler, bilmeyenlere anlatsın!’… Hani her şeyin kendi cinsinden zekatı olur ya, bilginin de zekatı bilgi cinsinden olarak, bilinenlerin davranışlarla örneklenmesi kadar, bir tedrisat olarak da bilmeyenlere aktarılmasıdır. Ki bu ‘aktarma, anlatma’ bilinenlerin pekişmesini, sağaltılmasını, tahkimini de doğurur. Bilinenlerden bilinmeyenlere doğru olan yolculuk, talep bilenden bilmeyene de doğru bir aktarımı, paylaşımı gerektirir. Tersinden okursak, o da bilmeyenlerin bilenlerden talebi, talebeliğe rızası, rahlei tedrisata hazır oluşu, diz dirsek çürütmeyi göze almayı gerektirir. ‘Kimden okudun?’ sualinin cevabını arayış yolculuğuna çıkmaktır. Hikmetin izini sürmektir. Böylece Hocamız da başka tedrisatlara yoğunlaşabilecektir. Herkes kendi ağırlığınca, niteliğince bu tedrisat silsilesine katkıda bulunacaktır. Böylece iş yükü azalacak, eğitim öğretim hem sathî genişlik kazanacak hem de işleyiş devamlılık gösterecektir.
Eğitim öğretimin üçlü boyutuna da bir vurgudur bu fıkra görünümlü darb-ı mesel! ‘Kişinin kendi merak, ilgi ve motivasyonu ile başlayan, birbirlerine aktarımlarla süren ve en nihayetinde ‘bir bilene’, alim, uzman refakatine lüzum duyulan süreç…
Evet, bizim bu fıkradan okumalarımız bunlar… Umarız bir dikkat çekmeyi başarmış ve bu tarz okumalar için bir kapı aralayıp merak uyandırabilmişizdir…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *