Her ne kadar meselelerin üzeri biraz küllense de hala etkileri süren, izleri görülen aşı ve Suriye özelinde göç meselesine bir değinelim. Sadırlardan satırlara ne düşecek görelim. Hatırları gözetelim, ama asıl gözetilmesi gereken hatırı öne alıp ona göre ölçüp biçelim, kanaat oluşturalım…
Mustafa Bozacı
Adab-ı muaşeret, Türk Dil Kurumu sözlüklerine göre görgü kuralları manasına gelmektedir. İyi tutum ve davranışlar ile bunları kazandıran bilgi için kullanılan ‘edep’ kelimesinin çoğulu adap kelimesinden gelmektedir. Edep, ‘toplum töresine uygun davranma veya iyi ahlak, incelik, terbiye’ olarak tanımlanır. İslam’da, hayatın her yönünü kapsayan görgü ve ahlak kurallarıdır. Edep, davranış bağlamında, öngörülen İslami görgü kurallarını ifade eder: “İncelik, görgü, ahlak, terbiye, nezaket, sevecenlik”. Barış içerisinde yaşamak ve birbiri ile uzlaşmak anlamı ise ‘muaşeret’ kavramından gelmektedir. Adab-ı muaşeret bireylerin, toplum kesimlerinin birbiri ile sevgi ve dostluk duygusunu güçlendirmek için medeni ve ahlaki davranışlar, görgü ve nezaket kuralları anlamına gelmektedir. Burada odak noktası ‘din/iman’ olunca farklı inanç kesimlerinin hukukları ve onlarla sürdürülecek beşeri münasebetler de konuya dahil olmaktadır doğal olarak. ‘Mü’minler ancak kardeştirler!’ ayetinin vücubu gibi… Firavuna gönderilen Musa (as)’a ‘kavli leyyin’ (Sakın yumuşak diye algılamayın!)uyarısı gibi… Kıldan ince, kılıçtan keskin bir denge…
Bu yazımızda, bir gündem okuması ve kavram analizi değil de her türlü gündemin yorumlanması teatisi, tartışılması fikirlerin serdedilmesi esnasında ve sürecinde görülen, duyulan ve tabiî ki yaşanan tutum ve tavırlarımızı, duruş ve temsiliyetimizi ele alalım istedik.
Bu açılımı hepimizin yakinen şahidi olduğu iki güncel olay üzerinden tartışmak niyetindeyiz. Suriyeliler özelinde göç meselesi ve aşı/pandemi sorunu… Lakin burada da önceliğimiz güncelliğini hala koruyan bu iki konunun analizi ve dolayısıyla bir tarafı tercih ve diğer tarafı ret ile karar vermek değil. Süreçte yaşanan nizalara, sebep ve sonuçlarına dikkat çekmektir. Birbirimizi dövüp, sonra da ‘Niye olmuyor?’ diye dövündüğümüz!
Tüm bu ve benzeri olaylar algılar karşısındaki tavır ve tutumlar bir medeniyet olgusu, adab-ı muaşeret, beşeri ilişkilerdeki esaslar, karakter izharı, bilgi ve bilinç temelli bir duruş, saygı, tahammül ve hoşgörü, empati, diğerkamlık, ibaha alanına dair beşeri imkanlar vs. etrafında sürüp gitmesi beklenen hususlardır. En azından böyle olması gerekmektedir. Gel gör ki olup biten hiç de öyle değil. Tam aksine hemen her mesele, her an ve ilk elden itikat meselesine indirgenip bağlanarak ölçülüp biçiliyor, ahkam kesiliyor. Karşıt görüşler peşinen mahkum edilerek, tahkir, tezyif ve tekfir ameliyeleri işletiliyor, yargısız infaz yapılıyor.
Burada mesele bir tarafın haklı diğer tarafın külliyen haksız olması meselesi de değil! Elbette bir meselede iki doğru ve herkesin haklı olduğu bir durum söz konusu olamaz! Bizim de bu iki gündemde söyleyeceklerimiz muhakkak ki var, bir tercihimiz, tarafımız da. Lakin konunun avukatı, savcısı, hâkimi de kendinden ve kendince olmak apayrı bir durum! Bizim de üzerinde durmak istediğimiz durum bu! Peşinen söyleyelim ki, süregiden duruma bakınca haklı haksız olmak neticede eşitleniyor ve her iki taraf olarak da kaybedenler tarafına kaydediliyor, ‘tek yekün içinde yazılıp, çiziliyoruz’! Hakikatin altını çizip hikmet çerçevesinde bir süreç işletemeyince hakikaten çiziliyoruz! Bilgi, tahkikat, çok yönlü okuma, farklı bileşenleri ve tarafları dikkate almadan, dikkat ve rikkat, her şeye rağmen bir açık kapı, yanılma payı bırakarak, düşünce ve duruş geliştirmek neredeyse hiç başvurulmayan öksüz hassasiyetler olarak orada öylece duruyorlar. Bizim meselelerimizin, her konunun direkt veya dolaylı olarak, ama yakın, ama uzak iman ve itikat umdelerimizle bir ilişkisinin, bağının olduğu yadsınamaz. Bunun peşine ahlak, adalet ve edep/adap, hukuk/hakkaniyet, bilgi ve bilinç, helallik haramlık kısaca Allah rızası, ‘Allah ne der!’ kaygısı ve düşüncesi ana eksen ve kriterlerimizdir. Dünyada ve dünyaya dair yapıp ettiklerimizle ahirete yönelik beklentilerimizi hep bu minvalde sürdürmek durumundayız. Bu yaklaşım insani alanı daraltmak, hayatı hapishaneye çevirmek, kulları cendereye almak değildir. Bu kulluğun bir gereğidir. Bu hassasiyetler sürecinde ve esnasında meşruluk ve ibaha/mübahlık, serbestlik, haramlığına delil bulunmamak açısından insani/beşeri alanda iş ve işleyişte alabildiğince geniş bir alana da sahibiz…
Hani ‘dinleyecek kulağı olana söyleyecek sözümüz, söyleyecek sözü olana verilecek kulağımız var’dı?! Hani bizler, ‘sözü dinler, en güzeline tabi olurduk’! Bu iki meselede bizzat şahit olduğumuz üzere sözler kılıç gibi, ok gibi kullanılıyor maalesef çoğunlukla ve hesapsız kitapsızca sağa sola sallanarak! Meselelerin bizim dışımızda, dahlimiz olmadan gündeme gelmesi bir tarafa, meselelere öyle bir dalıyoruz ki kimse yüzme bilip bilmediğini aklına dahi getirmiyor! Yetmezmiş gibi çekebildiğince kişiyi de beraberinde aşağı/içeri çekmeyi marifet zannediyor! Çekilen ‘salavatlar’(*) dahi sulh ve sükuna kapı aralamıyor, kimse tınlamıyor! Ahkam başta olmak üzere asmak-kesmek yol oluyor!
Her ne kadar meselelerin üzeri biraz küllense de hala etkileri süren, izleri görülen aşı ve Suriye özelinde göç meselesine bir değinelim. Sadırlardan satırlara ne düşecek görelim. Hatırları gözetelim, ama asıl gözetilmesi gereken hatırı öne alıp ona göre ölçüp biçelim, kanaat oluşturalım; ‘Allah’ın hatırını’. Aşı meselesinde çok net olarak iki ana (siyah beyaz) kamp oluşmuştu. O ikisi de alt bölümlere, daha gri alanlara ayrılmıştı. Bırakınız dıştaki referansları, içeride, bizden denilebilecek, konunun bileni sayılabilecek uzmanlarından meselenin yanında duranlar olduğu kadar, karşısında duranlar da vardı, varlar malumunuz. Bu kısmen doğal ve anlaşılabilir bir durum esasen. Zira müracaat kaynakları, okumalar, bakış açıları, veriler farklılaşabiliyor neticede. Anlaşılmaz olan ise o kanaatleri alıp meseleyi itikat gibi sunarak, asıp kesen, mangalda kül bırakmamak üzere sert esen, adeta harici/tekfirci gibi davranan bir çevre de oluştu. Hem de azımsanamayacak kadar. Bu hamurun daha çok su kaldıracağı aşikar! Zamanla sis perdeleri bir bir aralandığında, bu yersiz didişmenin, hadsizce had bildirmelerin yersizliği ve sinerji tüketen, aramızda atılmış kemik mesabesinde görülüp bizleri ‘keşkelere’ itecek bir vakıa olduğu görülecektir. Ama kırılan kalpler nasıl onarılacak, tahkir ve tezyif edilmiş insanlar nasıl onore edilecek, hatırları alınacak bilemiyorum. İki taraflı!
Birbirimizin hatırlarını çiğnememizin getireceği sorgulama çerçevesinde ‘asıl ve yüce hatır sahibi Rabbimize nasıl mazeretler sunarız, onlar kabul olunur mu, mazur görülür müyüz, affa mazhar olur muyuz’, asıl kaygılanmamız gereken bunlar olmalıdır. Biraz sükunet ve suhulet… Biraz itidal, biraz teenni… ‘İttika’ her zaman! Neticede bir yerde değil, çok yerde sorun olduğu kesin! Birileri ar-ge çalışmalarını ihmal etmiyor, servisler çalışıyor! Bir taşla birçok kuş vurmayı yol edinenler, masrafları da kuşlara fatura etmeyi iyi biliyorlar! Mikropluğu adet edinenler, virüs-bakteri üretmekte de mahirler! Görünen o ki bizler her meselede olduğu gibi bu konularda da ayaklarımız üzerinde duramaz, kendi özgün siyasetimizi üretemezsek daha çok güdülür, faklı mikrop ve mikropluklarla karşı karşıya kalırız! ‘Çarşı her şeye karşı!’ demekle olsa idi bu işler, her şey çok kolay hallolur, ortalık güllük gülistanlığa dönerdi! Elbette uyarı, ikaz mekanizmamızı aktif tutacak, lakin bunu bilgi ve hikmet temelli yürütmeyi ihmal etmeyeceğiz. Varsa farklı bakış açılarımız, onları birbirimizi paylamadan ve farklı payeler peşinde koşmadan paylaşacak ve insanları aydınlatmaya çalışacağız. Sonra, onları da dinleyecek, ölçecek tartacak, alınanı alacak, atılması gerekeni de öyle atacağız! Zaten istim üzerinde olan insanları daha da rahatsız edecek, gereksiz yordamalara itecek gündemler oluşturmamalıyız. ‘Fasığın biri bir haber getirince’ onu en ince detayına kadar araştırıp inceledikten sonra, tashih ettikten sonra ancak kamuoyu ile paylaşmak, yaymak durumundayız. İş işten geçtikten sonra telafisi de çok zor olacaktır! Kaş yaparken gözler çıkar yoksa, Allah muhafaza! Keza, ‘cedel’ de eyvallah, ama ‘ahsen’ olmasına aşırı özen, ihtimam göstermek şartıyla…
Aşı, pandemi olayında da bir tarafta göz önünde cereyan eden ölümler, diğer tarafta tepkiler ile sakal bıyık ikileminde kaldı kitle! Hastalığa mı tedavi sürecindeki farklı manipülasyonlara mı bakarsınız?! Baksak ne olacak, baktık ne oldu?! Medya sihirbazları iki tarafın da gözünü boyayabilecek atraksiyonlarda çok mahir, biliyorsunuz! İki taraflı bolca malzeme, veri bombardımanında değil miydik?! Ayıkla pirincin taşını ayıklayabilirsen! Bunun için önce ‘külli ve nitelikli bir ayıkma’ gerekmiyor mu?! Bir aşı firmasının ‘Yeterli tetkikler yapılmadan ve hastalığa etkisi kanıtlanmadan piyasaya sürüldü!’ demesi ile denize düşenin yılana sarılması ikilemi arasında çok yüksek nitelikli bir okuma, duruş gerektiriyor durum. Farkındalık keza! İşin kötüsü ‘içten’ veriler de insanları ortak bir tutuma, kanaate itemedi, asıl acınası durum bu!
Gelelim göç meselesine… Meselenin temeline inmek zaten şimdilik mümkün değil! İleride tarih yazdığında, bazı kör noktalar tam aydınlanabilecektir, o da iş işten geçtikten sonra ve dahi ‘tarihçi ahlakını’ da gözetebilirsek! Kavram kargaşasına baksak bile hayli ipucu bulunabilir tartışmalara ve sürece dair… Sığınmacı, göçmen, geçici koruma, düzensiz göç, mülteci, te’cir, zorunlu ayrılış ve iskan, savaştan/zulümden kaçma ve nihayetinde hicret, ensar-muhacir muhabbeti… Bizler daima zalimin karşısında, mazlumun yanında olmak, ‘mazluma milleti sorulmaz’ şiarınca, hem müslümanlığımız hem de insanlığımız gereği bu meselede tarafız. Bunun tartışması, şartı şurtu, pazarlığı aması fakatı olmaz! Lakin ‘hicret, ensar, muhacir’ kavramlarının heybeden ve tüketilircesine kullanılmasına itiraz edip, şerh düşerek!
Türkiye tarihinin sayfalarında göç, te’cir, zorunlu ve karşılıklı mübadele, zorunlu iskan, mültecilik olay ve olgularının sıklıkla karşılaşılan bir durum olduğu unutulmamalıdır. Bunun oluşturduğu hassasiyetler de yadsınamaz. Göçün, ilticanın, te’cir ve hicretin kendine özgü şartları, oluşumunu sağlayan hazırlayan, geçmişi ve geleceği kendine has sebep ve sonuçları, bağlamı vardır, olacaktır. Bunlar esasen her hal ve şart için ayrı ayrı ele alınması gereken özelliklere sahiptir. Toptancılık da yapılmamalıdır. Bu topraklar, Afrika’sından Asya’sına, uzak doğusundan yakın komşularına, Afganistan, İran, Pakistan, Irak’ından Suriye’ye kadar çok yönlü ve boyutlu bir göç gerçeği/vakıası ile karşı karşıyadır. Bunların kökenine, köküne inmeden, bunları doğuran sebepleri (dahili ve harici) masaya yatırmadan, bizler ne huzura kavuşabiliriz ne de bunların sonu gelir; biri bitmeden diğeri başlar! Sonuçlar üzerinden konuşmak kimsenin, hele mağdurun yarasına asla merhem olmaz! Aksine sızıyı artırır, yarayı derinleştirir! Organizasyonun ve operatörlerin ekmeğine yağ sürmekten başka işe yaramaz! Bunlar içinde Suriye meselesi özgün ve özel şartları gereği nispeten ayrıca ele alınmayı hak etse de esasen, aynı mantık ve kurallara tabidir. Gündemimizi daha çok meşgul eder özellikte ve önceliktedir etkileri sebebiyle. Bu bir itikat meselesi olarak şablonize edilmeden önce, insani bir olgu olarak ele alınmalı, tartışılmalıdır öncelikle. Orada olanların İslam öngörülü kimlikleri meselede daha hassas ölçüp biçmeyi gerektirmekle beraber meselenin çok değişken ve farklı boyutları vardır. Hele şimdilerde vuku bulan Ukrayna meselesi ve göçü düşünüldüğünde…
Evet, mesele netameli, alan mayınlı! Öyle çalakalem ve dini veriye, çıkarıma dayandırılıp ve dahi ensar-muhacir gibi bizce yanlış bir bağlamda ele alınıp üst bir kritere bağlanarak dokunulmaz kılınmaya çalışılması anlaşılır gibi değildir. Dediğimiz gibi Müslüman olmaklığımız ve dahi insanlığımız bizi zorunlu bir yöne, meselede olmazsa olmaz düşünce ve tavırlara itiyor, bağımlı kılıyor zaten! Şimdi sebepleri süreçleri ve gelecekle ilgili projeksiyon olmadan salt şimdi ve bugüne dair kısmen de konjonktürel dahası büyük oranda da dayatılmış gündem algı operasyonları, manipülasyon ve egemenler ve payandalarının derişik/saf olmayan çoğunlukla karışık malumat bombardımanları altında düşünüp kanaat oluşturmak, o temelden hareketle tavır geliştirmek ne derece sağlıklıdır, takdirinize bırakıyorum.
Sorunun daha başlarında farklı ses ve kanaatler (Atasoy Müftüoğlu, M. Önal Mengüşoğlu ve Süleyman Arslantaş gibi) dinlenip anlaşılmadan o bahsettiğimiz tek taraflı dezenformasyon çerçevesinde boğulmuş mahkum ve handiyse tekfir edilmişti. Süreçteki onca yaşanmışlık, ‘tükürdük yalamayız!’ formunda hala görmezden duymazdan geliniyor ne yazık ki! Esasen süreçte geliştirilen ve sunulan eleştiriler göç ve göçmenlerden ziyade sistemin ve icracısı güçlerin uyguladıkları politikalara, geliştirdikleri argümanlara yöneliktir. Öyle okunmalıdır. Yoksa göçmenlere kalp ve kapı açmak, yardımda bulunmak meselesi değil bu sadece! İşi buna indirgemek akla ziyan bir yaklaşım olur. Örneğin süreçte bir camianın kanaat önderine, tutum ve düşünceleri sadedinde ‘Niye buradan, üstelik birbirimize atıp tutuyoruz. Yangın orada! Niye oraya gidip mücadele yerinde sürdürülmüyor? Bizim bağırıp çağırmamız, onların ölümünü engellemiyor ki!’ sadedinde eleştiri getirince ‘Biz buradan şahitlik ediyoruz!’ deyip kestirip atmıştı. Alın işte, ne kadar kolaymış, davulun sesi uzaktan hoş geliyormuş! Bu da merkezi bir tavır! Düşünün, ölçün biçin! Evet, tartışmanın üretilen ve dayatılan sistematik politikalara -ki ahaliye danışılmış değil, masa başı ve farklı iç dış senaryoların gölgesinde geliştiriliyor- yönelik olduğu bilinse görülse inanın meselenin çözümü noktasında büyük bir adım atılmış olunur. Zira genelde o üretilmiş suni kaygılar güden politikalar, kitlenin ve çoğunluğun suskunluğu, sükut kaynaklı her hal ve şartta desteği çerçevesinde kotarılabilmektedir. Süreçte yaşanan geri adımlar, yapbozlar farklı politik atraksiyonlar ne bir şüphe ne bir endişe ne de bir destek boşanması sistem sorgulaması oluşturmuyor bu yüzden! Bakınız ‘AB ülkelerinin güven içinde kalması söylemi’, taahhüt edilen paranın polemiği, farklı sebeplerle geri gönderme, kısmi ayrıcalıklar (lehte olanları bırakın Çin politikaları ilişkileri gereği Doğu Türkistanlılara yönelik aleyhteki uygulamalara bakın mesela!), sınırına örülen duvar meselesi bizlere işin içinde çok farklı bileşenlerin, hesapların, manipülasyon ve bit yeniğinin olduğunu göstermiyor mu? Bir yerde de konuya farklı bakışları serdeden bir konuşmacıya oradakilerden biri yüksek perdeden hakaretamiz ifadelerde bulununca, ‘Peki siz n’apıyorsunuz farklı olarak?’ şeklindeki karşı soruya ‘Biz buradan dua ediyoruz!’ diyebilmişti ancak! Sanki dua onarın tekelinde! ‘Dua, uzaktan şahitlik, insani yardım’; meselede sanki salt bunlar etrafında dönen bir niteliğe sahipmiş gibi!.. Bu üç hususu reddeden, o konuda işi savsaklayan, ihmal eden birileri varmış, olabilirmiş gibi!.. Oralarda Rusya ile devriye atmak, ABD bombardımanlarını sitayişle anıp ‘Gönlümüz soğumadı ama olsun!’ şeklinde alkışlayarak, bir tarafın zulmünü öne çıkarıp diğerlerini yadsıyarak düşünce ve tavır geliştirmek nasıl bir akıl tutulmasıdır?!
Farklı bir noktaya temasla bitirelim: Şurası kimsenin sorgulama ve yargılama haddi olmamalıdır. Dediğimiz gibi müslümanlığımız ve dahi insanlığımız, kimliği ne olursa olsun mazlumdan yana -o zaman düşünün bu kimlik İslam olursa o halde yapılıp edileceklerin kemiyet ve keyfiyetini- bir tavrı bize -velev asgari ölçekte de olsa- zorunlu kılmakta, bizi sınırlamaktadır. Hele ümmet bilinci ve sınırların sun’iliği de düşünüldüğüne… Davet sorumluluğu, müellefe-i kulûb fonu, komşuluk hukuku, batılı müstevlilerin hainlik ve hinlikleri üzerinde çok ciddi durmayı kafa yormayı gerektiriyor!
Ülkeye İslam geldi de haberimiz mi yok! Buradakiler ensar oldular, gelenler de yeniden fetih amacıyla ya da buradaki mevziye katılıp destek vermek amacıyla gelerek muhacir oldular da farkında mı değiliz! Ki o şartlarda dahi Resule (a.s.) gelenlerin imtihandan geçirilmeleri, sadakat testi isteniyor, alınacak biatın şartları, çerçevesi bildiriliyordu.
Hasılı şu iki örnek meselede birbirine tahammül edip hoşgörü gösteremeyenler, saygı sevgi, merhamet temelli, empati ve diğerkamlık içerikli duruş düşünüş geliştiremeyenler, düşünün daha kapsamlı, daha üst boyutlu meselelerde ne yapıyorlar? ‘Tenkit adabı’ diye bir usulümüz olmalı, ama ‘asla’ riayet olmayınca o da havada kalıyor! Asıp kesmekten, Haricilikten, tekfirden başka yol mu kalıyor geriye?! Haşdi Şabi, IŞİD diye kimse atıp tutmasın o zaman! Al birini vur ötekine. Vurun, söyletmen tarzı yol değildir. Asla da usule de uygun düşmez!
İşte düştüğümüz yerlerden biri de bu adab-ı muaşeret, bedevilik-hadariyet/medeniyet ikilemindeki, beşeri ilişkilerdeki nakısalarımız, eksik ve gediklerimizdir. Bu da elbette asılla ve ona uygun usulle irtibatı koparılmaması, sıkı bağlanması gereken meselelerdendir.
(*) Doğu, güneydoğu yörelerimizde örf olarak bir kavga ne kadar kızışırsa kızışsın, taraflar kim olursa olsun, birisi ‘salavat’ çekti mi herkes susar, oturur, salavata eşlik eder, konu kapanır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *