Muhtar Şankiti: Despotluk Siyasi Putperestliktir

Muhtar Şankiti: Despotluk Siyasi Putperestliktir

Peygamber Efendimizin kralların kibir ve ihtişamını buğzetmesi ve “krallar kralı” lakabını çirkin bulması, İslam siyasi değerleri ve İslam’dan önce egemen olan despotik değerler arasında isim ve terimler düzeyinde dahi ortaya çıkan ahlaki çelişkiye işaret eder.

Despotluk putperestliğin çeşitlerinden biridir. Zira putperestliğin itikadi ve siyasi olmak üzere iki sınıfı vardır ve Kur’an’ı Kerim’in ifade ettiği üzere putperestlik köklerini cehaletten alır:

“De ki: ‘Ey cahiller! Bana Allah’tan başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?”[1]

Kavmi Hz. Musa’dan (a.s.) kendilerine tapacakları bir put yapmasını istediğinde Hz. Musa onlara şöyle söylemiştir: “Siz gerçekten cahil bir kavimsiniz.”[2]

İslam siyasi putperestliğe karşı kapsamlı bir savaş başlatmıştır. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Allah’tan başka kral ve hükümdar yoktur.”[3] diye buyurmuş ve İslam’dan önce Fars topraklarına hükmeden kralların kullandığı “krallar kralı” gibi lakapları çirkin bularak şöyle söylemiştir: “Kıyamet günü Allah nezdinde en çirkin kişi, krallar kralı diye isimlendirilen kişidir. Allah’tan başka kral yoktur.”[4]  Sufyan es-Sevri hadiste geçen krallar kralının şehinşâh, yani Acemlerin (Farsların) dilindeki şâh-ı şâhân olduğunu söylemiştir.[5]

Peygamber Efendimizin kralların kibir ve ihtişamını buğzetmesi ve “krallar kralı” lakabını çirkin bulması, İslam siyasi değerleri ve İslam’dan önce egemen olan despotik değerler arasında isim ve terimler düzeyinde dahi ortaya çıkan ahlaki çelişkiye işaret eder. Bu, bazı İslam alimlerinin üzerinde ısrarcı olduğu bir konudur. Bu alimlerden biri olan San’âni, yukarıdaki hadiste geçen “krallar kralı” şeklinde isimlendirme hakkında şu açıklamada bulunmuştur: “Bu şekilde bir isimlendirme haramdır, buna ‘kadılar kadısı’ (kâdı’l-kudât) da dahildir. ‘Hakimler hakimi’ (hâkim’ul-hukkâm) demek ise ondan daha da çirkindir.”[6]

Peygamber Efendimiz kendisine getirilen bir adamın korku içinde titrediğini gördüğünde ona şöyle söylemiştir: “Sakin ol, ben bir kral değilim. Ben ancak kuru et yiyen bir kadının oğluyum.”[7] Medine’ye gelen heyetler, Peygamber Efendimizin şahsını diğer insanlardan ilk anda ayırt edemeyebiliyordu. Çünkü o, halktan insanlarla iç içe ve onlara yakın bir hayat sürüyordu. Genç devleti yönetmesine ve muzaffer ordulara komutanlık etmesine rağmen yaşantısında krallardaki gösterişin herhangi bir izi bulunmuyordu. Enes bin Malik şöyle diyor: “Mescitte Peygamberle (s.a.v.) oturuyorken deve üzerinde bir adam geliverdi. Mescide deveyi çöktürdü ve onu bağladı. Ardından ‘Muhammed hanginiz’ diye sordu. O sırada Peygamber (s.a.v.) insanların arasında yaslanmış oturuyordu. Dedik ki: O, şurada yaslanmış oturan beyaz adam.”[8]

Sahabeler (r.a.) Peygamber Efendimizden bu nebevi düsturu almışlar, “kral” lakabını çirkin bularak onu reddetmişler ve siyasi putperestliğin gölgesinden arınmış İslami bir terim olan “emir” lakabını kullanmışlardır. Ebu Hâmid el-Gazzâli şöyle diyor: “Rum kralı kayser, Ömer bin Hattâb’ın durumuna baksın ve yapıp ettiklerini izlesin diye ona bir elçi gönderir. Elçi Medine’ye girdiğinde halka ‘kralınız nerde’ diye sorar. Onlar da ‘bizim kralımız yoktur, bizim emirimiz vardır’ diye cevap verir.”[9]

Halkın zihninde yücelik kazanmak için dinle ilişkili lakaplar edinmede aşırıya gitmek siyasi putperestliğin belirtilerinden biridir. Yönetim ve paylaşımda emanet ve adalet sahibi olmak, dini meselelerde gayretli olmak ve Müslümanları koruyup kollamak gibi dinin siyasi gereklerine en uzak insanlar bile bu tür lakapları kullanabilir. San’ani Zemahşeri’nin dine hizmeti ima eden lakapları riyakarca kullanmayı çirkin bulduğunu aktarır. Zemahşeri der ki: “Din hakkında hiçbir bilgisi ve gayreti olmayan kimsenin [Seyf’ud-din/dinin kılıcı gibi] dinin falanı, dinin filanı diye lakaplar kullanması hakkında ne mi söylüyorum? Allah’a yemin olsun ki bu, boğazda takılıp cefa veren lokmadan farksızdır.”[10]

Bu minvalde Mağribli seyyah ibn Cübeyr yaşadığı çağda doğudaki yöneticilerin “Şems’ud-din/ dinin güneşi”, “Kutb’ud-din/ dinin kutbu”, “Seyf’ud-din/dinin kılıcı” gibi kendilerine vermeye alıştıkları dini lakapları önemsiz addetmiştir. Nitekim bu yöneticiler ne dinle ne de dünyayla ilgilenen, bilakis benliklerine siyasi enaniyetin işlemiş olduğu kimselerdir ve içi boş gurur lakaplarının ardına saklanmışlardır. İbn Cübeyr bu tür lakapları taşıyanlar arasında Selahaddin Eyyubi’yi ayrı bir yere koyar ve onun adının “müsemmasına uygun bir isim, manasına mutabık bir söz” olduğunu söyler.

İbn Cübeyr der ki:

“Endülüs emirliklerinin hükümdarları gibi bu beldedeki birçok sultan da dine nisbet edilen ziynetlerle süslenmiştir. Bundan dolayı burada ihtişamlı lakaplardan ve kapanın elinde kalan içi boş sıfatlardan başka bir şey duymazsın. Hem avam hem krallar bu sıfatlarda eşit olur, zengini de fakiri de onları ortaklaşa kullanır. Böylece onların arasında kendisine layık veya uygun bir vasıf taşıyan hiç kimse kalmamıştır. Ne ki Şam, Mısır, Hicaz ve Yemen diyarının efendisi, fazileti ve adaletiyle nam salmış Selahaddin bundan müstesnadır. Çünkü onunki müsemmasına uygun bir isim, manasına mutabık bir sözdür. Onun haricindekilerde ise bu sıfatlar şiddetli rüzgarlardan, tartışmalı tanıklıklardan ve zorlamalarla uydurulmuş dine nisbet iddialarından öte anlam ifade etmez: Krallar için kullanılan yersiz lakapların, aslan gibi göğsünü kabartan kediden ne farkı vardır!”[11]

Kevakibi’nin fark ettiği üzere herhangi bir toplumun dilinde bu tür lakapların aşırı bir şekilde kullanılması, o toplumun kültüründe siyasi putperestliğin derinliğine işaret eder.  Kevakibi bu konuda Arapçanın Farsçadan daha iyi durumda olduğunu gözlemleyerek şöyle söylemiştir: “Düşünürler derler ki, kralların şanı, sarayların heybeti, törenlerin gösterişi, ileri gelenler için düzenlenen merasimler ve ihtişam alametleri gibi kralların kendisine başvurarak halkın yüreğine korku salmak istediği çarpıtmalarda yönetimlerin aşırıya gitmesi, bu yönetimlerin ne kadar despot olduğuna işaret eden en önemli delillerdir. Tıpkı saygınlığı az olan kimsenin tekebbüre, ilmi az olan kimsenin tasavvufa, doğru sözlü olmayan kimsenin yemine ve malı az olan kimsenin süslü elbiselere sığınması gibi despot da bu tür çarpıtmalara sığınır. Aynı minval üzere düşünürler derler ki, bir toplumun konuştuğu dil, yani toplumun dilinde tazim ifadelerinin Arapçadaki gibi az mı olduğu yoksa teslimiyeti ifade eden ibarelerin Farsçadaki gibi çok mu olduğu, o toplumun kökeninin köleliğe mi yoksa özgürlüğe mi daha yakın olduğunu gösterir.”[12]

Ancak Arapça, Fars dilinin tesiri ve Sasani geleneklerin baskısı altında siyasi putperestliğin lekelerinden masun kalamamıştır. Ataları olan Fars krallarının geleneğine uygun hareket etmek için Celal’ud-Devle el-Buveyhi’nin “krallar kralı” lakabını kullanmaya çalışması ve nebevi hadisle çelişmesine rağmen iktidarın etkisi altındaki fakihlerden bunun cevazına dair fetva çıkarmada başarıya ulaşması, bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.

Fakat fakih Maverdi bunu reddetmiştir ve “kadı Maverdi’yi bu lakabın alınmasının yasak olduğunu söylemeye sevk eden şey, başka bir anlama delalet etmesi mümkün olmayan sahih hadislerde geçen sünnet olmuştur.”[13] İbn’ul Cevzi, Celal’ud-Devle’nin bu lakabı kullanmasına izin veren fakihleri eleştirmiş, onları nebevi sünneti bilmemekle suçlamış ve şöyle söylemiştir: “Bu konudaki görüşüm Maverdi’nin görüşünden başkası değildir. Çünkü bunun yasak olduğuna dair sahih hadisler mevcuttur. Ne var ki son dönemin fakihleri nakillere bigâne kalmıştır.”[14]

Özgür alimlerin siyasi putperestlik karşısında gösterdikleri duruşun ilgi çekici örneklerinden biri de İbn Kesir’in hocası İbn Teymiyye hakkında aktardığı sözlerdir. İbn Kesir ilk olarak Mütenebbi’nin Seyf’ud-Devle’yi övdüğü şu iki beyti nakleder:

Sen ki benim tüm umutlarımın dayanağı!
Sen ki benim tüm endişelerimin sığınağı!
Senin kıracağın kemiği kim nasıl iyileştirsin!
Senin iyileştireceğin kemiği kim nasıl kırabilsin!

Ardından bu iki beyit hakkında şu açıklamada bulunur: Üstadımız Allame Şeyh’ul-İslam Ahmet İbn Teymiyye’nin (r.a.) Mütenebbi’nin yaratılmış bir kimse hakkında bu kadar ileri gitmesini reddettiği ve bunun sadece Yüce Allah için uygun olduğunu söylediği bana ulaştı. Ayrıca Allame Şems’ud-Din ibn Kayyim (r.a.) bana İbn Teymiyye’den şunları duyduğunu aktardı: ‘Ben bu beyitleri secdedeyken okuyabilir ve itaat ve teslimiyete dair içerdiği anlamlarla Allah’a dua edebilirdim.'[15]

Kuşkusuz İbn Teymiyye, despotluğun siyasi putperestlik olduğunu, siyasi putperestliğin itikadi putperestliğin ikizi olduğunu ve yöneticileri kutsama, onların karşısında boyun eğme temayülünden zihinleri özgürleştirmenin tevhidin en önemli gereklerinden ve imanın en mühim şubelerinden biri olduğunu idrak eden özgür alimler arasındaydı. Bu ise bugün Müslümanlar için çok büyük bir derstir: Zihinlerinizi siyasi putperestlikten özgürleştirin ki bedenleriniz siyasi kölelikten kurtulsun.

Çev: Ömer Budak/Hertaraf Haber

[1] Zümer Suresi 64. Ayet
[2] Araf Suresi 138. Ayet
[3] Ahmed bin Hanbel 32/199, hadisin senedi sahihtir.
[4] Müslim 3/1688
[5] Ali el-Kâri, Mirkât’ul-Mefâtih 7/2998
[6] Subul’us-Selam 2/543
[7] İbn Mace 4/430, hadisin senedi sahihtir.
[8] Buhari 1/23
[9] el-Gazzali, et-Tibr’ul-Mesb’ûk fi Nasîha’til-Mulûk 18
[10] San’ani, Subul’us-Selam 2/543
[11] Rıhlet’u İbn Cubeyr, 216
[12] El-Kevakibi, Tabaiu’l-İstibdad 53
[13] İbn Kesi, el-Bidaye ve’n-Nihaye 12/54
[14] el-Muntazam, 15/265
[15] el-Bidaye ve’n-Nihaye 11/292

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *