Dost bir el, zinde bir zihin, Mustafa Kaylı’nın kaleme aldığı bir kitap bu. Eser 14 kısa sahneden (bölümden) oluşuyor. Edım/Final, kimi verileriyle son yıllar Türkiye’sinin zihniyet haritasını çıkarmak için iyi bir doküman.
Cevat Akkanat
Edım/Final (Na Yay., Ank., 2022, 189 s.) başlıklı bir “uzun hikâye” okudum.
Dost bir el, zinde bir zihin, Mustafa Kaylı’nın kaleme aldığı bir kitap bu. 1960 Harput, Baskil, Bekirhüseyin köyü doğumlu Kaylı, İzmir’de yaşıyor. Elektrik mühendisi, fakat fikirle, sanatla, edebiyatla yoğrulmuş bir dünyası var. 90’lı yıllarda aylık periyotlarla 46 sayı yayımladığı Harman dergisi, diri bir bakış açısı sunuyordu okuruna. Orada yayımlanan deneme ve şiirlerini hatırlamamak mümkün mü? Bu arada İlka adlı şiir kitabı Lis Yayınları tarafından 2019’da yayımlandı.
Kaylı, bir ara sivil toplum kuruluşları, hatta siyasetle de ilgilendi, aktif rol aldı. Sözgelimi Mazlumder’in İzmir Şubesi kurucuları arasında bulundu. Fazilet Partisi’nin İzmir İl Başkanlığı kurucuları arasında yer almış. Ayrıca AKP’nin Konak ilçe yönetiminde iki dönem görev yapmış. Bu biyografik bilgilerden sonra ilgimizi Kaylı’nın eserine yoğunlaştırabiliriz.
Edım/Final adındaki bu kullanımdan da belki anlaşılabilir, iki dilli bir kitap. Metin Türkçe ve Kürtçe olmak üzere iki ayrı dilde yayımlanmış. Buna göre bir sayfada Türkçe verilen metin diğer sayfada Kürtçe sunuluyor. Bu böyle devam edip gidiyor. Bu bahiste son husus, metnin Kütçe yazımında Ferid Behram katkı sunmuş yazara.
Eserin içeriğine girmeden önce kapağından da bahsedelim. Kapağa bordo bir zemin hâkim. Üzerine dikenli teller ve beyaz güvercinler yerleştirilmiş. Beş güvercin var burada. Dikenli tellerden en üstteki olan kopmuş. Güvercinlerin konumuna dikkat edilecek olursa dikenli teli onların kopardığı tasavvur edilebilir.
Madem kapaktan söz ediyoruz, bir de arka cepheye bakalım. Şu metin ve Kürtçesi yer alıyor arka kapakta: “İşte hayat. Arka koltukta genç, yakışıklı yoksul bir Roman. Mahkum olmaktan kurtulmuş. Sevincinden uçuyor. Yan tarafta Edım. Kürt. Fikir beyan etme mağduru. Bir an önce evlerine ulaşma derdindeler. En alttakiler. Tahliye olmanın, açık hapishaneye çıkmanın sevincini yaşıyorlar. Olsun ne güzel. Özgürlüğün azı dahi güzel, adı dahi güzel. Minibüs sık sık şerit değiştirerek ilerliyor.”
Eser 14 kısa sahneden (bölümden) oluşuyor. Yazar, pek çok bölüm başında, farklı yazarlardan yapılan ve anlatılanlarla örtüşen epigraflar sunuyor. Rıza Tevfik, Tahir’ul Mevlevi, Zekeriya Sertel, Reşat Ekrem Koçu, Michel Foucault, Hannah Arendt, Selin Çağlayan, Agamben Giorgio, Vedat Türkali kitaplarından yapılan alıntıları epigraf olarak kullanılan yazarlar. Hannah Arendt’ın Kötülüğün Sıradanlığı kitabından alınan cümlesini iktibas edelim: “Totaliter devlet, muarızının adsız sansız, sessiz sedasız ortadan kaybolmasını sağlar.”
Bir cezaevi öyküsünü içeriyor Edım/Final. Başlığa çıkardığımız “Bizi konuşturmayınca onlar haklı mı oluyor.” şeklindeki epigraf ile açıyoruz kitabın sayfalarını. Metni ise “TC Adalet Bakanlığı İnfaz ve Tevkifevi yazılı taş duvar ve demir kapı.” cümlesiyle okumaya başlıyoruz. Okudukça, eserin ilahi (hâkim) anlatıcısının dilinden öğrendiklerimiz artıyor:
Buna göre başka mahkûmların ifadesiyle “Türkiye’de yaşadığını unutmuş” olan kahramanımız Edım, “sosyal medya paylaşımından” ötürü tutuklanıp cezaevine konulmuştur. Edım’ın tutukluluğuna yol açan paylaşımları, devletin ulusçu yapısı ile devlet adamlarının sözde dindar kimliklerinin sentezinden oluşan olumsuzluklarla ilgili gözükmektedir. Buna özellikle değiniyor anlatıcı, Edım’ın bilinçaltını yansıtırken: “Suç ve cezayı dinle irtibatlandırmak ulusçu devletin işine geliyor.” (s. 12)
Eserin ana mekânına bağlı olarak cezaevi hayatı ile ilgili bol bol malumat okumamız normal. Bunlar mekânın fiziksel betimlemesinden çok mahkûmlarla, hatta onların ruh dünyalarıyla ilgili. Kuşkusuz mekâna ve mahkûmlara ait fiziksel takdimler de var.
Mesela Edım’ın koğuşu şu cümlelerle görünür kılınır: “Doksan kişilik koğuşta iki tuvalet bir pisuvar, bir lavabo var. Her taraf pislik içinde, kokuyor. Su birikintileri ve çamurlu bir zemin var. Ayak ucuna basarak pisuvara doğru ilerliyor. (…) Koğuşun diğer ucuna doğru yürüyor. O tarafta neler var merak ediyor. Sıralı ranzaların arası aynı zamanda volta atma alanı. Kolun dibindeki iki yemek masası mesafeyi bölüyor. Koğuşun diğer ucu da baş taraf gibi tasarlanmış. Simetriği. Lakin buradaki tuvaletler duşa çevrilmiş. Lavabo tezgâhlı. Tutuklular burada tabaklarını kaşıklarını yıkıyor. İki duş yerinden birisinde musluk var. Kapılar kırık. Duş perdesi dahi yok. Her taraf pislik içinde. Koğuşun sonunda duvar kenarına yere atılmış birkaç kirli pasaklı yatak var.” (s. 16) Sonraki sayfalarda bu yatakların tahtakuruları tarafından işgal edildiğini, ayrıca bunların ranza aralarına serilerek üstlerinde mahkûmların uyumaya çalışacağını öğreneceğiz.
Cezaevi hayatında Edım’ın en çok karşılaştığı hadise “sayım” manzarasıdır. Sık sık yapılan sayımlardan sonra gardiyanlar tarafından söylenen klişe bir cümle Edım’ı her defasında öfkelendirir. Bu klişe “Hepinizi Allah kurtarsın” cümlesidir. Bu cümleyi duyan Edım adeta krizlere girer, zihni itirazlara girişir: “Günde üç kere saymak ve bu cümleyi kurmak, emir kulu bir amirin en önemli işi olmalı. Allah, en üst amir olarak duruyor; kurguya göre ‘ol’ deyince oluyor. Yaprak dahi ondan habersiz düşmüyor. O, istemeden hiçbir şey olmuyor. İnsana şah damarından daha yakın. İstediğini hidayete, istediğini dalalete düşürüyor. Cabbar, celal, kahhar, kayyum yani. Yanisi yok. Her şeye egemen, her şeye tahakküm eden bir tanrı. Bu insanları, bu zindana reva görmüş ki gardiyanlar onların kurtuluşunu tekrar Allah’a ısmarlıyor.” (s. 46) Dikkat edilirse, yer yer folklorikleşen bir din algısına itiraz ediyor Edım. Hatta başka sayfalarda daha net görülüyor, toplumdaki bu din anlayışından ötürü seküler bir alana yönelir: “Benim için kutsal sayılan hiçbir şey yok.” (s. 64) der bir yerde. Belirtmekte fayda var, eserde bu “sayım” sahneleri bir hayli fazla. Bağlı olarak da Edım’ın itirazları… Bu durum kurguyu zayıflatıyor. Dahası, okuru bıktırma ihtimali taşıyor.
Edım/Final, kimi verileriyle son yıllar Türkiye’sinin zihniyet haritasını çıkarmak için iyi bir doküman. Bu hususta şu cümleleri okuyabiliriz:
“Okumanın, bilginin, eleştirmenin, fikir beyan etmenin cezası bu diyor işte. Hırsızlarla, çetelerle, uyuşturucularla aynı yere tıkılmak.” (s. 26)
“Ranzası olanlar bir nebze rahat. İstedikleri zaman yataklarında oturup dinlenebiliyorlar. Ancak aralara yatak atanlar gece on bir sayımını belemek zorunda.” (s. 42)
“Memleketi cezaevine çevirdiler, zaten bol bol cezaevi yapıyorlar.” (s. 66)
“Meğer adam insan kaçakçılığı yapıyormuş. Ben nerden bileyim adamın pis işlerle uğraştığını. Kiminle konuşmuşsa onları topladılar. Gel de masumiyetini ispatla.” (s. 74)
“-Başkanı mı eleştirdin abi, başkana mı … …?
-Hayır. Savaş karşıtı paylaşımlar. Mesela bir karikatür. Bir yük vagonu. İçinde ateşli silahlar var. Üzerinde savaşa hayır yazıyor. Çocuklar vagonu itekleyip yardan aşağı atmaya çalışıyor.” (s. 92)
“Arkadaş anlattı. Munzur üzerinde kurulmak istenen tam on tane HES projesi varmış. Barajları da bazen güvenlik amaçlı yapıyorlar.” (s. 110)
“Bizim çekleri lazerle değiştiriyorduk. Muteber bir firmanın hesap numarasını giriyorduk. Bankalar fark etmiyordu.” (s. 112)
“-Mahkeme oldu mu?
-Yok abi bekliyoruz. Daha iddianame yok ortada.” (s. 122)
“Bir iki kişi dışında kimsenin kitap okuduğu yok. Ya televizyon seyrediyorlar ya volta atıyorlar ya muhabbet ediyorlar.” (s. 122)
“Herkes televizyonlardaki aşk meşk, asker masker, şiddet, mafya dizilerini izliyor.” (s. 138)
Evet, anlatıcı ve kahramanlar, son yıllarda yaşanan ve halen yaşanmakta olan Türkiye sosyolojisine yönelik sert tenkitler yapmaktan kaçınmıyorlar. Kitap sırf bu açıdan bile okunup değerlendirilebilir.
Eserin ana kahramanı Edım, kültürlü bir mahkûm. Kitap okuyor, teolojik tespitler yapıyor, hukukî hükümlerde bulunuyor, tarihi bilgilere vakıf, sosyolog edasıyla etrafı tetkik ediyor. Sadece Türkiye’den değil, Suriye’den, Ortadoğu’dan, İslam ülkelerinden, Fransa’dan, Amerika’dan, Guantanamo’dan, Hitler’den, Kavafis’ten… haberdar.
Kitapla ilgili söylenecek en önemli hususlardan birisi de şu: Edım/Final, otobiyografik bir eser. Daha net ifade edelim, yazımızın başında kısa biyografisini sunduğumuz -nereden nereye dediğinizi duyar gibiyim- yazar Mustafa Kaylı’nın bizzat başından geçen ve tanık olduğu olaylarla örülü bir metinden oluşuyor. Dahası da var, işbu tanıtım metninin yazarı olarak ben, bu metni okuyan siz okurlar, kıyısından köşesinden dâhiliz kitapta anlatılanlara. Çünkü her şey gözümüzün önünde cereyan etti. Süreç boyunca tutunduğumuz tavırlar, verdiğimiz tepkiler olan bitende belirleyiciydi. Dolayısıyla, bir bakıma eserle birlikte kendimizi de okumuş oluyoruz. Eser bu bakımdan da hayli önemli. Fakat onu daha bir önemli kılan şey, son günlerde gündemi işgal eden ve maalesef kanunlaşan “Dezenformasyon Yasası”nın getireceği daha sancılı süreçlere dair ipuçları sunması. Yazıklansak azdır…
“Edım, tebessüm etti:
-Benimki daha b.ktan. Adına bak ‘sosyal medya paylaşımı’ 216. Madde. ‘Halkı kin ve düşmanlığa teşvik.’ Bu maddeye de maşallah… istediğini sokuşturabilirsin.” (s. 170)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *