ALEVİLİK DEVLET ELİYLE EHLİLEŞTİRİLMEK Mİ İSTENİYOR?

ALEVİLİK DEVLET ELİYLE EHLİLEŞTİRİLMEK Mİ İSTENİYOR?

İslam, bilfiil kendisi belirleyici, gündem oluşturan bir güce dönüşmelidir. Bu elbette mü’minlerin ferasetli davranışlarıyla mümkün olabilecektir. İslam ve İslami düşüncelerin tamamı laik, seküler zihniyetin inşa ettiği her hangi bir mekanizmanın dişlisi olması mümkün değildir.

Türkiye’de din konusu her daim siyasi bir malzeme olarak kullanılmıştır. Aslında bu durum sadece Türkiye’ye has bir konu da olmayıp tüm dünya için geçerli bir durumdur. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen ay Şahkulu Sultan Dergahı ve Cemevi’nde, Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde “Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı” kurulacağını açıklamasıyla Türkiye’de yeni bir gündem oluşmuş oldu. Cumhurbaşkanının bu açıklaması birçok alevi dernekleri tarafından tepkiyle karşılandı. Aleviler cemevlerini bir ibadethane olarak görürken aleviliği bir inanç olarak tanımlamaktadırlar. Devletin bu konudaki tutumu ise aleviliği bir inanç olmaktan çok mezhebi bir farklılık, cemevlerini ise kültürel bir faaliyet yeri olarak görmektedir. Onun içindir ki aleviliği mezhebi olarak Diyanet bünyesinde toplarken cemevlerini ise Kültür Bakanlığı bünyesinde toplamaktadır. Aleviler ise mezhebi olarak Diyanet’e bağlı olmayıp kendi bünyelerinde mümkünse ikinci bir Diyanet başkanlığı oluşturma arzusundalar ya da mevcut Diyanet İşleri’nin de kaldırılmasını arzu etmektedirler.

Alevilik temelde devlet mekanizması ile hep çatışma halinde olmayı seçmiştir. Kürt Aleviliği daha çok Kürtçü ve marksist bir yapılanma içinde hareket ederken Türk Aleviliği ise Kemalist çizgide kalmayı tercih etmiştir. Türk Aleviliğinin sağcı muhafazakar partilerle ilişkileri de her daim problemli olmuştur. Alevilere göre devlet, kendilerini sürekli olarak negatif ayrımcılığa tabi tutmaktadır. Aleviliği bir inanç olarak görmeyip sünni inancın bir uzantısı olarak algılamakta olduğundan yakınmaktadır. Devletin, Cemevi Başkanlığı reform paketiyle de alevileri kıskaca alarak alevilerin tüm bağımsızlıklarına el koyacağını ve onların kendi içlerinde yapmış olduğu eğitim faaliyetlerinden tutun da cemevlerinin bağımsız hareketine kadar her şeyin devlet kontrolüne alınacağını iddia etmektedirler. Örneğin cemevlerinin Kur’an kursuna dönüştürüleceğine, Mızraklı ilmihalin okutulacağına varıncaya kadar daha birçok alanda itirazlar yükselmektedir. Ayrıca alevi geleneğinde seçimle yapılan temsilcilik yerine adeta kayyum ataması gibi devletin belirleyeceği atamaları da kabul etmemektedirler. 

Seküler sistem tüm inançları kendi bünyesinde toplama arzusundadır. Laiklik, jakoben yahut Anglo-Sakson anlayışında olsun hiç farketmeksizin tüm inançlara hükmetmek ister. Tanım olarak her ne kadar “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak tanımlansa da bu tanım yerinde değildir. Doğru tanım, seküler devlet yapısının din de dahil olmak üzere her şeyin üzerinde tanımlayıcı ve belirleyici olma kudretinde bulunmasıdır. Doğal olarak bu kudretini her türlü inanç için de kullanacaktır. “Sünni” kesimi Diyanet bünyesinde kontrol altında tutan devlet mekanizması doğal olarak tam anlamıyla kontrol edemediğini düşündüğü alevi kesimi de başıboş bırakmak arzusunda değildir. Bu manada alevileri de Kültür Bakanlığı bünyesinde kurumsallaştırarak kontrol edebilmek arzusundadır. Bu vesile ile devletin özellikle “Kürt Alevi” bünyesinde örgütlenen ve militan kazanan bir takım örgütlerin de elini boşa çıkarma amacını güttüğünü söyleyebiliriz. Aleviler her ne kadar bu reform paketine şiddetle karşı çıksalar da ilerleyen aşamalarda muhtemeldir ki bir konsensüs sağlanacaktır zira devlet refleksiyle yapılan işlerdir bunlar. AKP ya da diğer parti isimleri farketmeksizin devletin kontrolü eline alma çabasıdır. Modern devlet yapıları dünyanın her yanında giderek daha otoriterleşmektedirler. Bunun için kendilerince birçok sebepleri vardır. Savaşlar, karaborsacılık, enerji kıtlığı, gıda krizi, dış güçler, terör vs. gibi daha birçok sebeple giderek otoriterleşen devletler her türlü gücü elinde tutmak istemektedirler. Dolayısıyla bu durum da bir devlet refleksi olarak gözükmektedir. Devlet elde etmeyi arzu ettiği şeyi çok elzemse hemen ve zor kullanarak yapabilir. Yok eğer yavaş yavaş pişirerek yapabileceği bir şey ise bunu zamana dağıtarak olgunlaştırarak yapar.  

İslam açısından bakacak olursak devletin bu hamlesinden çok, alevilik ve sünniliğin bizim için ne ifade ettiği önemlidir. Tarihsel süreç içinde yaşanmış ve geçmiş bir mevzu bugün hala insanlar arasında bir çatışma unsuru olarak ortada durmaktadır. Kaldı ki Türkiye’de yaşanan alevilik İran anlayışındaki Şia’dan da farklıdır. Ali Şeriati’nin ifadesiyle iki tür alevilik vardır: Safevi Şia’sı ve Ali Şia’sı. Şeriati, Safevi Şia’sına sığır dili şiası demektedir. Türkiye’de yaşanılan aleviliği de Ali Şeriati’nin tabiriyle ifadelendirebiliriz. Zira bu ülkede yaşanan alevilik mitolojik bir Ali karakterinden esinlenmiş, gerçekte Rasulullah’ın damadı Ali (ra) ile hiç alakası olmayan bir aleviliktir. İçinde namaz, ramazan orucu gibi ibadetleri barındırmayan daha çok kültürel bir faaliyet olarak varlığını devam ettiren bir yapılanmadan öteye geçmemektedir. Sünnilik için de farklı bir şey söylemek zordur. Her ne kadar ramazan orucu, namaz, hac gibi ibadetler olsa da yaşam formu olarak Resulullah’ın örnekliğiyle çok ilgisi yoktur. Daha çok atalar kültürü üzerinden esinlenerek oluşmuş katı bir muhafazakârlıktan öteye gitmemektedir. Alevilik de sünnilik de kendi içinde sert bir kabuğa bürünmüş ve giderek muhafazakârlaşmıştır. Post modern devlet yapılarında giderek varlıklarını, yükümlülüklerini yitirecek ve bir tür yaşamsal farklılık olarak kalacaktır. Çünkü post-modern devlet yapısı her ne kadar çeşitliliğe saygılı olduğunu iddia etse de o da selefi modern devlet yapısı gibi tek tip bir insan inşa etme derdindedir. Aynı biçimde beslenen, aynı biçimde eğlenen, aynı biçimde giyinen, aynı biçimde düşünen bir sürü oluşturma derdindedir. Özellikle pandemi sonrası 15-18 yaş arası gençliğe baktığımızda birbirinin kopyası olan bir gençlik görürüz. Yozgat’taki bir genç kız veya erkekle İstanbul’daki bir genç kız veya erkeğin aynı hayalleri kurdukları, aynı biçimde giyindiklerini ve aynı kelimeleri kullanarak konuştuklarını görebiliriz. Böylesi bir dünya içinde alevilik ve sünnilik bir değer olmaktan çıkacak, sadece bir nostalji olarak yaşatılmaya çalışılan kültürel bir ögeye indirgenecektir. Ya da insanları parçalayarak yönetebilmenin imkanı olarak aradaki tarihsel ihtilaflar kısmen diri tutulacaktır.

İslam’a gönül vermiş ve itikadını Kur’an’dan oluşturmuş bir kimsenin, alevilik ve sünniliğin birilerinin kendi iktidarını sağlamlaştırmak için kullandığı bir araç olduğu gerçeğini bilmesi gerekir. Geçmişte nasıl ki Muaviye mızrakların ucuna Kur’an’ı takarak kendi iktidarı için Kur’an’ı alet ettiyse bugün de aleviler mızrakların ucuna Ali ve Hüseyin’i takarak kendi hegemonyalarını devam ettirmek istemektedirler. Sünniler de kendilerini ayrı bir kutup görerek bu çatışmayı derinleştirmek dışında bir işle meşgul değiller maalesef. Müslüman bir bilinç vahyin kendisine çağrıda bulunduğu hayat çizgisine tabi olmalıdır. Vahyin çizdiği sıratı müstakimde müslüman/mü’min olmak dışında bir isme ihtiyaç yoktur. Böylelikle herhangi bir iktidarın/gücün/devletin kendi çıkarlarını maksimize edebilmesi amacıyla kullanılmaya müsait bir araç olmaktan çıkmış olunur. Tarihte yaşananların hesabı Allah’ın katındadır. Tarihte yaşanan hadiselerin hesabını şimdi birbirimizden soramayız. Şimdi olması gereken, vahye kulak vererek mü’min kardeşliğinin pekişmesini sağlamaktır. Ataların yolunu takip etmekten ziyade vahyin kılavuzluğunda yol alınması gerekmektedir. İslam, ne laik seküler bir mekanizmanın elinde siyasi ya da ekonomik bir araç olmalıdır ne de birilerinin şahsi kazanç kapısı olmalıdır. İslam, bilfiil kendisi belirleyici, gündem oluşturan bir güce dönüşmelidir. Bu elbette mü’minlerin ferasetli davranışlarıyla mümkün olabilecektir. İslam ve İslami düşüncelerin tamamı laik, seküler zihniyetin inşa ettiği her hangi bir mekanizmanın dişlisi olması mümkün değildir. Eğer ki İslam böylesi bir mekanizmanın dişlisi haline getirilmişse bu ister bir kurum isterse devlet eliyle olsun o artık İslam olmaktan çıkmış seküler bir kimliğe bürünmüş demektir. Bugün ki modern devlet yapısı içinde Diyanet İşleri de alevilik kurumları da İslami olmayıp sekülerleşmiş kurumlardır ve İslam’ı yahut İslam’ın neferi olmuş Hz. Ali’yi temsil etme pozisyonunda değillerdir. Sadece kendilerine dayanak yaptıkları, aidiyet sağladıkları inançlardan güç ve kazanç temin eden yapılardan başkası değillerdir. Zira yaptıkları işlerle Allah’ı razı edenlerden olmayıp Allah ve Resulüne savaş açanların kazançlarını çoğaltan yapılardır.

BAŞÖRTÜSÜ MESELESİ / GÜNDEMİ

Yine bir yaklaşan seçim ve yine seçmeni etkilemek, oyunu alabilmek adına ortaya saçılan vaadler, verilen garantiler. Kimsenin rejimin aslını, asli ve değiştirilemez özelliklerini tartışmaya dahi cesaret edemediği bir ortamda yüzeysel meseleler üzerinden insanlar kandırılmaya çalışılmakta ve sistemin parçası haline getirilmek ya da öyle kalmasını sağlamak için oyalanmaya çalışılmaktadır.

Her ne kadar toplumda olması gerekenden fersah fersah uzakta bir İslam anlayışı oluşmuş ve alemlerin Rabbi Allah’ın vahyi ve Resulünün uygulaması işin temeli olmaktan çıkarılmışsa da insanımız İslam deyince kendini bir toparlayıp çekidüzen veriyor ve meseleyi duygusal da olsa son derece önemsiyor. Dergimizin kurucusu merhum Ercümend Özkan’ın da dediği gibi ‘‘insanımız İslam’ı canından çok seviyor lakin dinini bilmiyor. Kendisine güvendikleri tarafından aldatılıyor.” Böyle bir ortamda yine Müslümanlar başörtüsü meselesi üzerinden istismar edilmek istenmektedir. İktidarıyla muhalefetiyle toplumun zaafları oya tahvil edilmek için uğraşılıyor. Geçtiğimiz günlerde başlayan başörtüsü tartışması da bu söylediklerimizin yeni bir kanıtı olarak karşımıza çıkıyor. 

Malumunuz, önce ana muhalefet partisi CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu çıktı ortaya ve bugüne kadar kendilerini hiç bu kadar yakın hissetmedikleri iktidara ulaşabilmek adına bir adım attı. Bu adımın genel tanımlaması ‘helalleşme’ idi, ardından tartışmalar başladı. Kiminle ve nasıl helalleşilecekti, bu helalleşme CHP adına mı yoksa Cumhuriyet rejimi adına mı olacaktı? Kılıçdaroğlu yaptığı çıkışlarla kendince bu bahsin altını doldurmaya, muhtemel Cumhurbaşkanı adayı olarak kendine ve iktidar olmak adına partisi ve ittifakı adına toplumun türlü kesimlerinin gönlünü almaya ve geçmişte yaşanan mağduriyetlerin tekrar etmeyeceği konusunda toplumu ikna etmeye çalıştı. 

Mesela HDP seçmenini Selahattin Demirtaş’ın haksız yere cezaevinde olduğu ve gelir gelmez kendisini tahliye edecekleri vaadiyle etkilemeye çalışırken kendince Kürtlerle helalleşiyordu. Halbuki başkanı olduğu parti Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren insanları ‘Ne mutlu Türküm diyene’ ülküsüyle ötekileştirdi, sindirdi ve asimile etmeye çalıştı. Seçim ortamında oya dönük bu tarz hareketlerin toplumda bir karşılığı da var maalesef. Toplumumuz çabuk kanıyor, kolay inanıyor, belki de inanmak istiyor. Onlar da bunu bildikleri için hep toplumun bu zaaflarını kullanıyorlar. Aslında işin özünü kavrayan herkes ne CHP’nin ne de rejimin bu konuda samimi olmadığını biliyor. 

Gelinen noktada, Cumhuriyetin banilerinin kurmuş olduğu ve Türkiye’de çok partili seçim dönemlerinde iktidara hasret kalmış bir parti, Cumhuriyet eliyle topluma dayatılan modernleşme, batılılaşma süreci içerisinde dini, İslam’ı toplumun hayatından söküp atmak için elinden geleni yapmış olmasına rağmen şimdi, ‘gelin helalleşelim’ diyor. Bu söylemin arka planındaki düşünce ve niyet aslında çok açık ve nettir. Şöyle ki, 20 yıldır Türkiye’de son yerel seçimlerde birkaç büyükşehir belediyesi dışında seçim kazanamamış bir muhalefet var ve yaptıkları tespit, eğer iktidar değişirse toplumun güya dini kazanımlarının elinden alınacağı yönünde bir endişeye sahip olmasıdır. Toplumun bu fikrin yanlış olduğuna inandırılması ve başta başörtüsü olmak üzere dini hassasiyetlerinin dikkate alınacağı, başörtülü okumak ve kamu dahil çalışabilmenin önünde bir engelin kendileri tarafından konmayacağının garantisini vermeye çalışıyorlar.

Bu bağlamda Kemal Kılıçdaroğlu ortaya bir yasa önerisi attı. Bu önerinin arka planında 6’lı masanın aktörlerinden Ahmet Davutoğlu’nun olduğu ve Kılıçdaroğlu’na bu konuda toplumun endişelerini giderecek bir açıklama yapmasının gerekli ve faydalı olacağı yönünde akıl verdiği konuşulmaktadır. Aklı kimin verdiği bir tarafa verilen akıl, önerilen düşüncenin bile bu zümrenin Allah’ı ve dinini ne kadar hafife aldıkları, iktidara gelebilmek adına inanmadıkları şeyleri bile rahatlıkla söyleyebildiklerinin en önemli delillerindendir. Zira bu konuda toz tanesi kadar samimiyet ve mağdurların düşüncesine ortak olmak gibi bir durumlarının olmadığı ortadadır. Sadece seçimi kazanabilmek adına bu konuya takılı kalmış insanların da fikrini değiştirerek oylarını almayı hedeflemektedirler. 

Kılıçdaroğlu’nun getirdiği yasa önerisinin ardından yine aynı samimiyetsizlik ve beklentiler içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan konuya dahil oldu. Sanki uzun süredir beklediği bir fırsatı yakalamışcasına İslam’ın şartı tesettür üzerinden kendi iktidarını devam ettirebilmek adına Kılıçdaroğlu’nun önerisine ‘yasa değil, anayasa değişikliği yapalım’ diyerek yanıt verdi ve kurmaylarına gerekli değişiklik için hazırlık yapma talimatı verdi. Bir seyahat dönüşü uçakta kullandığı ifadeler dahi Erdoğan’ın da konuya bakışını anlamak için yeterlidir diye düşünüyoruz. Uçakta Erdoğan şunları şöyledi: “Farkında olmadan bize pas verdi. Bizim de golü atmamız lazım. Bilmiyor benim ömrümün santraforlukla geçtiğini.” Üslupta gelinen nokta bile tarafların konu hakkındaki gerçek bakışlarını ortaya koymaktadır. 

Yine iktidar kanadından gelen açıklamalar içerisinden ‘hem başı açık hem de örtülü kadınların serbest giyim kuşamlarını güvence altına alacağız’ ya da ‘başörtüsü haktır ve biz bunu anayasal güvence altına alacağız’ minvalindeki açıklamalar da göstermektedir ki Allah’ın mümin kadın ve erkeklere farz kıldığı tesettürü bir ‘insan hakkı’ seviyesinde ele alarak kirletmektedirler.

Allah’ın Müslüman kadınlara olan açık bir emrini modern ideolojinin kendilerine lütfettiği bir ‘hak’ka çevirmek isterken aslında kendi zihinlerinin de ne kadar kirlendiği, İslam’ı anlamaktan ve yaşamaktan ne kadar da uzak olduklarını teyit etmektedirler. Tesettür de Allah’ın diğer tüm emir ve nehiyleri gibi Müslümanlar için uyulması zorunlu, bunun için kimseden izin ya da müsamaha beklemelerini gerektiren bir şey değildir.

Ne zaman ki Müslümanlar olarak asıl meselenin yeryüzünde din yalnız Allah’ın oluncaya kadar mücadele etmek ve Allah’ın hükmünün hakim kılınması için çalışmak olduğunu anlarız işte o vakit yeryüzündeki ifsadın önüne geçebilir, mazlumların zulümden kurtulmasına vesile olabilir ve şerefli bir hayat sürebiliriz. 

İKTİBAS (Kasım 2022/Yorum)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *