İRAN YOLUN NERESİNDE?

İRAN YOLUN NERESİNDE?

Bir İslam toplumunun öncelikle sağlam temeller üzerine oturması gerekmektedir. Rasulullah’ın kurduğu İslam toplumu, tesettür, kadın ve benzeri konularda Allah’ın emirlerine uygun olarak sağlam temeller üzerine bina edildiği için münafıklar hiçbir zarar verememişlerdi.

İran halkı İmam Humeyni önderliğinde 1979 Şubat’ında İslam Devrimini yaptıktan bu tarafa İran’da sular hiç durulmadı. Durulması da beklenemezdi. Esasen, dünyanın jandarması nazarında küçücük de olsa bir ‘varlık’ ifade eden hiçbir ülkede sular hiçbir zaman durulmayacaktır. İran ‘İslam Devrimi’ yaptı, Türkiye ise İslam’dan çıkış devrimi yaptığı halde, Türkiye ile İran hep birbirine benzer şeyler yaşamış, hala da yaşamaktadırlar. Çünkü İran ABD, Siyonizm ve sair ululemre itaate davet edilmekte; Türkiye’den ise itaatinde daha içtenlikli olması istenmektedir.

İran’da kopartılan fırtına sebep olarak, 22 yaşlarında bir kadının ahlak polisi tarafından gözaltına alınması, sonrasında da işkence ile öldürüldüğü iddiasına dayanmaktadır. Dünyanın kendi zimmetinde olduğu sanısındaki küresel güçler için dem bu demdir; bir kadın sırf dinî nedenlerle yani kılık-kıyafet kanunlarına aykırı hareket ettiği gerekçesiyle gözaltına alınmış ve işkence yapılarak öldürülmüştür! Bu, kaçırılmaz bir fırsattır!

Yaşadığımız bunca tecrübeden sonra şu hususta hiçbir kuşkumuz bulunmamaktadır: İran’da bir kadının öldürülmesinin, bu kadının genç yaşta olmasının, Kürt kökenli olmasının hiçbir önemi ve değeri yoktur. Bütün mesele şundan ibarettir: Bu olay İran’da (bir nevi İran’ın gezi olayları olarak) halkı İslamî rejim aleyhinde kışkırtıp sokağa dökmeye elverişli midir değil midir? Gerek İran’da ve gerekse Müslümanların yoğunlukta olduğu diğer ülkelerde toplumların İslamî değerleri sorgular hale getirilmesi, bilhassa Müslüman kadının tesettürünün tamamen değersizleştirilmesi hususunda işe yarar mı yaramaz mı?

ABD için, kendi ilgi alanı haricinde şu veya bu gerekçeyle insanların öldürülmesinin, karayolunda bir arabanın bir kurbağayı ezmesi kadar bile değerinin olmadığını herkes bilir. Bunun son açık örneği, Suudi Arabistanlı gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da, Suudi Arabistan Konsolosluğunda -Mahsa Amini’ye yapıldığı ileri sürülen işkence gibi tartışmalı da değil- hayvan boğazlanır gibi kesilmesi olayıdır. Kaşıkçı cinayeti ABD nazarında hiçbir ciddi sonuç doğurmadığı gibi, müttefiki Türkiye’nin muhafazakâr demokrat yönetimi de bu cinayetin ‘değersizliğine’ ikna edilerek, dosyayı, Kaşıkçı’nın katili olan diğer önemli müttefiki Suudi Arabistan’a teslim etmesi sağlanmıştır. İsrail’in Filistin’in bebeklerini her gün öldürmesi, Türkiye’de PKK gibi terör örgütlerinin geçmiş yıllarda savunmasız köylüleri toplu katliama tabi tutması gibi milyonlarca örneği üst üste toplasanız da, bir tek Mahsa Amini etmeyeceği aşikardır. Çünkü Mahsa Aminî olayı İran’ın harici düşmanlarına ‘suyumu bulandırıyorsun’ deme fırsatı(!) sunmuştur.

İran’da 1979’dan bu yana Devrimin öncülerine yönelik sayısız saldırılar yapıldı ve devrim çok sayıda yetişkin insanını bu saldırılarda kaybetti ama bu haksız katliamlar, ABD ve müttefiklerinde bir aksülamel doğuramazdı. Türkiye’de de mesela Madımak olayından dolayı insanlar on yıllardır nahak yere hapiste yatabilirler ama bunlar Rahip Andrew Brunson ya da Osman Kavala olmadıkları için hiçbir sakıncası yoktur.

ABD geçmişte kimi ülkelerde askeri darbeler yapmıştır ve bunu itiraf etmekte de beis görmemektedir. ABD’nin darbe yaptığı ülkelerden biri de İran’dır ve 1953’te, İngiltere’nin İran’daki petrol menfaatlerini tırpanlamak maksadıyla İran Petrolünü millileştirme kararı alan Başbakan Musaddık’a darbe yapılarak, iktidardan uzaklaştırılmış, hapse atılmıştır. ABD, Musaddık’a darbeyi kendilerinin yaptırdığını itiraf etmiştir.

1979’daki İslam Devrimiyle batının gazabını celbeden İran, laik dünyaya karşı İslami cüretinin bedelini ödemektedir. Devrimin halk katında hala tutulduğunu, halkın Devrime bağlılığını bilen ABD ve ortakları ara vermeden İran toplumu üzerinde toplumsal mühendislik çalışmalarını sürdürmektedirler. Mahsa Amini’nin 16 Eylül 2022 günü ölmesi (ya da öldürülmesi), İran üzerinde toplumsal sondajlarla görevli ABD merkezli güçler için yepyeni bir fırsat doğurmuştur. Bundan sonra da aynı güçlerin, en küçük bir fırsatı bile değerlendirecekleri izahtan beridir. Sisteme boyun eğmeyen İran’ın, bunun bedelini ödemesi istenmektedir.

Burada İran İslam Devrimi’nin kılık-kıyafet yasalarına da değinmek gerekmektedir. İran İslam Cumhuriyeti, tıpkı Hudeybiye’de ‘bismillahirrahmanirrahîm’e itiraz eden Mekke müşriklerinin, “Rahman da neymiş!” demeleri misali, çağdaş laik dünyanın yabancısı olduğu bir ‘ahlak polisi’ ihdas etmiştir. Aslında ahlak polisi yeni değildir, geçmiş asırlarda Müslüman toplumlarda ahlak polisi Hisbe Teşkilatı olarak uygulanmıştır. Demokrasinin din yerine ikame edildiği çağdaş toplumlar ise ancak ‘ahlaksızlık polisi’ne aşinadırlar çünkü demokratik ülkelerde bütün günahlar demokratik insan hakları kapsamındadır ve polis, anayasal güvence altında olan günahları işleyenleri koruyup kollamakla görevlidir. İslam ise günahlardan sakındırmayı, günaha giden yolları kapatmayı, günahlardan caydırmayı ve hayırların yayılmasını emretmektedir. İslam’ın yaşam modeli budur.

Bununla beraber İran İslam Devrimi’nin kadınlara sokakta başlarını örtmeyi zorunlu hale getirmesi belki ilk günlerde Devrimin heyecanıyla alınmış bir karardı fakat zamanla bu kararını gözden geçirmesi gerekirdi diye düşünüyoruz. Bu, sokağa çıkan kadın (ve de erkeğin) kıyafetine ilişkin hiçbir düzenleme yapılmasın anlamına gelmemektedir. Fakat Kur’an’da sınırları çizildiği, biçimi tarif edildiği tarzda örtünmek (tesettür) Allah’ın mümin kadınlara yönelik bir emridir. Tesettür mümin kadınlar için geçerlidir. İsmet Özel’in ifadesiyle, tesettür mümin bir kadının ayrıcalığıdır. Herkese zorla namaz kıldırılamayacağı, zorla oruç tutturulamayacağı, zorla Kur’an okutulamayacağı gibi, tüm kadınlar örtünmeye de zorlanamazlar. Tesettürü emreden iki ayet de (Nur, 31; Ahzap, 59) örtü emrini mümin kadınlara (ve Nebî’nin hanımlarına, kızlarına) tebliğ etmesini emretmektedir. Kadının kamusal alana, diğer insanları ifsat edecek türden giyim-kuşamla çıkmasına izin vermemek ise, tesettürü zorunlu kılmakla değil, münkeri engellemekle alakalıdır. Başkalarını ifsat edecek tarzda aleni içki içilmesine, yüksek sesle müzik dinlenmesine, müstehcen oyun-eğlenceler düzenlenmesine izin verilemeyeceği gibi, müstehcen giyimlere de izin verilemez.

İran İslam Cumhuriyeti müslim-gayri müslim farkı gözetmeden örtünmeyi tüm kadınlara zorunlu tutmakla hata yapmıştır. Şimdi bu hatanın dar boğazında sıkışmış vaziyettedir. Türkiye’de laik rejim nasıl ki mümin kadınların örtünmesini yasaklamakla (kendisi açısından) hata etmiş idiyse, İran’daki İslami rejim de tam tersine, gayri müslim kadınlara örtüyü zorunlu kılmakla hata etmiştir. Bu zorunluluğun, ilgili kadınlarda var olan İslam aleyhindeki hissiyatını azdırdığı ortadadır. Türkiye’de rejim, başörtüsü hakkında ılımlı bir partiye, demokratikleşme ve liberalleşme sürecinin tam hedefine varması için örtünme yasağını kaldırttığı gibi, İran’da da bunun zıt kutbu olarak, tesettür zorunluluğundan dönüş yapması kaçınılmaz görünmektedir. Fakat bu dönüşte rejim geç kalmıştır. En baştan tesettürü kanun gücüne havale etmekten ziyade, nesillerin eğitimine, tesettürlü yaşam biçiminin güzelliğini görünür kılmaya çalışsaydı bugün İran’da, Müslüman olmasa bile İslam’a ilgi duyan insanların sayısı daha fazla olabilirdi.

Kadın konusu çağdaş dünyanın yumuşak karnıdır. Bu, kesinlikle kadına çok değer verildiği anlamına gelmemektedir. Kadın sadece kapitalist pazarın büyümesi için iyi bir ‘cinsel araç’ ve aynı zamanda ekini ve nesli ifsat edici modern hayatın tüm dünyaya yayılması ve bütün ‘geri kalmış’ toplumlarda tek geçerli yaşam biçimi olması için bir ortak olarak görüldüğü içindir. Kadının daha izzetli, daha şerefli, daha insan, daha kadın; tüm toplumlarda nesilleri eğiten, toplumu doğuran, yeni nesilleri Z kuşağı gibi cehennemî kuyulara atmadan, ana kucağında ve aile ortamında yetiştiren, insanın yarısı olması istenmekte değildir. Nerede bir kadın söylemi varsa, orada mutlaka toplumların gelenekleri, örfleri ilga edilmektedir. Müslümanların yaşadığı toplumlarda kadın söylemi özellikle İslamî değerlerin yapı sökümüne uğratılması mihverinde temerküz etmiştir. Modern kadın söyleminin her bir satırı -alenen ifade edilsin veya edilmesin- İslam’ın bir hükmüne alternatif olarak tasarlanmıştır.

Çağdaş dünya kadına izzetini kazandırma davası olsaydı, kadını satılık mala dönüştüren güzellik yarışmalarına, kadın bedeninin reklamların vaz geçilmezi yapılmasına, kadına yönelik, “daha bu aile denilen zindanda ne kadar kalacaksın!” yollu beyin yıkama faaliyetlerine, hele de kadının annelik rolünden ebediyen özgürleşmesine yönelik ayartmalara, namusu ‘sözde’leştirme çabalarına karşı bir itiraz sesi duyardık.

İran’da 22 yaşında gencecik bir kadının öl(dürül)mesi, anında İslam karşıtı bir toplumsal tepki biçimine sokulmak isteniyor. İranlı kadınlar, adeta romanlardaki Rusya’nın esir kamplarındaki kadınlara kaçma çağrısı yapar gibi, İslam’dan kaçmaya davet edilmektedirler.

İran’da bir kadının ahlak polisinin elinde ölmesini rejime (ve İslam’a) karşı bir kalkışmaya dönüştürenler, Türkiye’de her gün birden fazla işlenen ‘kadın cinayeti’ni sadece istatistiklere eklenecek bir tık işareti olarak görmektedirler. Hiçbir zaman bu kadınlar niçin öldürülmektedirler diye sorulmamaktadır. Kadın cinayeti başlığı altında geleneksel değerlere ve en önemlisi, İslam’a saldırılması yeterli görülmektedir.

İşte bütün bu şeytani oyunların bozulması için öncelikle bir İslam toplumunun sağlam temeller üzerine oturması gerekmektedir. Rasulullah’ın kurduğu İslam toplumu, tesettür, kadın ve benzeri konularda Allah’ın emirlerine uygun olarak sağlam temeller üzerine bina edildiği için münafıklar hiçbir zarar verememişlerdi. Medine’de nüfus, zenginlik ve nüfuz bakımından Yahudiler üstün olmalarına, münafıklarla da her zaman dayanışma içinde olmalarına rağmen, onlar da İslam ümmetine zarar verememişler, her seferinde oyunları boyunlarına dolanmış, zarar gören kendileri olmuştur.

İran devrimi bize göstermiştir ki, bir toplum gerçek anlamda Müslümanlaşmadan devrim gibi yollarla İslam’ı hâkim kılmak mümkün de değil, gerekli de değildir. Dolayısıyla bir an önce netice alalım, tağuttan kurtulalım tarzındaki acûl söylemlere karşı daime teyakkuz halinde olmak gerekmektedir.

İran’da bir kadın öldürüldü diye kalkışma provası yaptıranlar kendi savaşlarını sürdürmektedirler. Bu, istemedikleri rejimi şeytanlaştırma, istemedikleri Dini (İslam) ötekileştirme, itaat altına alınamayanları (İran İslam Cumhuriyeti) itaat altına alma kalkışmasıdır. Suudi Arabistan rejimi de kendisini İslami terimlerle anmaktadır fakat ABD orada bir kalkışma tertip etmemektedir. Çünkü Seyyid Kutub’un adlandırmasıyla Suudi Arabistan’ınki Amerikancı bir İslam’dır, haşa İslam değil, İslam görüntüsünde batıya hizmet yarışıdır. Müslüman kadının örtüsü Arabistan’da değil, İran’da (ve Türkiye’de) sorun oluyorsa, bunun sebebi üzerinde iyi düşünmek gerekmektedir.

İran rejimi kendi halkıyla İslam’ın temel ilkeleri üzerinde müttefik şekilde yürürse, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da ne ABD, ne Avrupa ülkeleri ne İsrail ne de Suudi tarzı nifak devletleri hiçbir zarar veremezler. Bu bakımdan, tekrar tekrar kendi evinin içini ıslah etmesi, içeride nifaka izin vermemesi için İran devletine büyük görevler düşmektedir. Bunları söylerken İran’ın Humeyni sonrasında giderek ulus-devletleştiğini, Fars asabiyesinin İslamî kaygıların önüne geçtiğini de görmezden gelmediğimizi belirtmek isteriz. 

KEMAL KILIÇDAROĞLU ABD’NE İCAZET ALMAYA GİDİYORMUŞ!

CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 9-13 Ekim tarihlerinde ABD’ne gitmeyi planladığı bildirilmektedir. Tabi Türkiye’den bir siyasetçi, daha doğrusu Cumhuriyetin kurucu partisinin genel başkanının on bin km. ötedeki ülkeye uçması sıradan bir olay değildir. Hele de CHP genel başkanının, altılı masadan da aldığı güvenle, ‘Türkiye’nin 13. Cumhurbaşkanı’ sıfatıyla ismi arasında yakın bir alaka kurar olduğu şu günlerde bu gezi planı AKP’ne yakın bazı gazeteciler tarafından ABD’den icazet alma girişimi olarak yaftalanmıştır. Büyük Birlik Partisi genel başkanı Mustafa Destici de aynı kanaate iştirak ederek, Kılıçdaroğlu’nun ABD’ne icazet almak için gittiğini açıkça telaffuz etmektedir.

Bu sözü söyleyene değil, söyletene bak demek geliyor içimizden. Gerçekten bu tespite yapılacak bir itirazımız yoktur lakin buradaki siyasî ikiyüzlülük ve çifte standarda itirazımız bulunmaktadır; hem de bu itirazı yerinde ve zamanında bir görev olarak telakki ediyoruz. Destici’nin tespiti yerindedir çünkü bugüne kadar Cumhurbaşkanlığı (ve de başbakanlık) koltuğuna oturup da, ABD’den icazet almamış, en azından ABD ve oradaki birtakım lobilerin muvafakatine nail olmamış bir kişi herhalde düşünülemez. Cumhuriyetin kurulması aşamasında muvafakat ve icazet mercii ABD değil, İngiltere’ydi. Dolayısıyla ilk Cumhurbaşkanının İngilizlerle ilişkisinin ne düzeyde olduğu da şimdilik kanun gücüyle ‘koruma’ altında bulunmakta, faş olması istenmemektedir.

Kılıçdaroğlu hakkında yapılan değerlendirme bir gerçeğe işaret etmesi bakımından yerli yerinde ama partizanca yapıldığı için de haksızcadır. Fakat öte yandan öğreticidir, çünkü bu, Türkiye’de Cumhurbaşkanlarının ABD’ne göbekten bağlı olduklarının zımni bir itirafıdır. Bugün itibariyle asıl mesele hangi Cumhurbaşkanının ABD’de icazet aradığı, hangisinin aramadığı değil, asıl mesele, insanların, muhalif siyasetçilere yönelttikleri eleştirileri kendilerine yakın buldukları siyasî liderlere yakıştıramayışlarıdır. Tencere tencereye dibin kara derken, “seninki benden kara” cevabını alacağını hesaba katmamaktadır. Türkiye’yi 1950’den beri ekseriyetle sağcı-muhafazakâr, demokrat siyasî başkanlar yönetmişlerdir ve hemen hepsi de, tıpkı köksüz bir ağaç gibi, ABD ve diğer güçlü ülkelerden meşruiyet devşirmeden o koltukta oturamamışlardır. Bunları sessizce geçiştirip, sadece ‘abalı’ buldukları başkanlara hücum etmeleri ahlaki değildir.

Gazeteci yazar Nasuhi Güngör’ün 2001 yılında yayınladığı fakat yayınlandıktan sonra adeta evlatlıktan reddetmek zorunda kaldığı ‘Yenilikçi Hareket’ adlı kitabı 12. Cumhurbaşkanının nasıl keşfedildiğini ve ABD’de hangi lobilerle görüştüğünü ayan-beyan ve etraflıca anlatmaktadır. BBP Genel Başkanı ve diğer gazeteciler farkında olarak veya olmayarak, bu yalın gerçeği gündeme getirmiş olmaktadırlar.

Siyasetçilerin ABD’den icazet alması meselesi söz konusu olunca, siyasî liderini bütün bu günahlardan tenzih etme derdine düşen ‘saf’ insanlar hemencecik ABD’nin külli şey’in kadîr bir güç olmadığını ileri sürerek, liderlerinin bu töhmetten münezzeh olduğunu savunmaya girişiyorlar. Biz herkesten çok iman ediyoruz ki, ne Amerika ne İsrail, ne İngiltere kısaca hiç kimse külli şey’in kadir değildir. Her şeye kâdir olan sadece Allah’tır. Fakat bu meselede söz konusu olan, her şeye kadir olan Allah’a değil de, tüm siyasî entrikalara sahip olan ABD, İsrail ve benzeri devletleri sığınılacak melce edinen siyasî liderlerdir. Türkiye’de Cumhuriyet rejimi sırtını İngilizlere dayayarak kurulduğu gibi, 2. Dünya Savaşından sonra da sırtını ABD’ne dayayarak varlığını sürdürmektedir. Türkiye’de derinlerde mücadele, sırtımızı ABD’ne mi dayamalıyız yoksa Allah’a mı ikilemi halinde sürmektedir. CHP ya da altılı masadan başka birinin Cumhurbaşkanı seçilmesi -ki zayıf bir ihtimaldir- halinde ABD’den icazetlilere bir yenisi eklenecek, mevcut durumda bir değişiklik olmaması halinde ise mevcut icazetin son kullanma tarihinin henüz dolmadığı anlaşılacaktır. Durum bundan ibarettir. 

İKTİBAS (Ekim ayı yorumu)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *

1 Comment

  • Ibrahim Gökkaya
    3 Kasım 2022, 09:37

    Selamun aleykum ve rahmettullah

    REPLY