Yasin Aktay’dan “Sürekli sorulmaya değer sorular”

Yasin Aktay’dan “Sürekli sorulmaya değer sorular”

“Kiminle ne için, kimin için dostuz? Yolda dostlarımıza yük mü oluyoruz, birbirimizin yükünü mü alıyoruz? Yol mu gösteriyoruz, beraber yol mu buluyoruz? Gideceğimiz yere doğru ortak erdemlerimizle bir muayyen kararımız mı var, birilerinin bizi götürdüğü belirsiz bir menzile doğru gözü kapalı mı ilerliyoruz? Hele yolda daha kötü olanları daha iyi olanlara tercih etmek gibi bir istidadımız var mıdır?”

Bugün Yeni Şafak’ta yer alan, “Kölelerin Dostluğu” başlıklı yazısına Aktay, “Dostluk, insan olarak bu dünyada varlığımızı, misyonumuzu bilmek, anlamak, başka insanlarla olan ilişkilerimizin tabiatını kavramak için üzerinde düşünmemiz gereken bir ilişki biçimi.” ifadesi ile başladı.

Yazısında Hz. Musa ve kavminden örnekler veren Aktay, dostluk denilen ilişki biçiminin şekline ilişkin şu sözlerle devam etti:

Aslında şu veya şekilde dostluklar kuruyoruz. Kime neden dost diyoruz, kime neden düşman? Kiminle hangi gerekçelerle dost kiminle hangi gerekçelerle hasım oluyoruz? Beraber vakit geçirmekten haz aldığımız insanlarla dostluğumuz mu var? Dostlarımız olmadığı halde insanlarla sırf aldığımız hazlarımızdan veya elde ettiğimiz çıkarlarımızdan dolayı ne kadar teşriki mesai yapıyoruz? Hangi insanlarla hangi tür ilişkilerimize ne kadar değer veriyoruz?

Bunlara verdiğimiz cevaplar bizatihi bizim ne olduğumuzu ve istikametimizin ne olduğunugösteriyor. Elbette hazza, çıkara veya erdeme dayalı dostluklarvardır ve bunlardan hangisini ne kadar tercih ettiğimiz insan olarak istikametimizi ve kalitemizi ortaya koyuyor. Neticede bu datercihlerimizle ilgilidir.

Dostluk her şeyden önce özgürlüğe dayalı bir ilişki biçimidir ve kendi içinde hiyerarşi kabul etmeyen bir yapıya sahiptir. Elbette insanlar arasındaki bütün sevgi ilişkilerinin her türlü hiyerarşiden ve her türlü kısıtlamalardan yoksun olduğunu söylemek anlamına gelmiyor bu. Yine de özgürce karar verilmiş bir ilişki dostluğun en temel şartıdır. “Dostlarım, dost yoktur” diyen

Aristoteles kölelerin dostluğu olmadığı gibi özgür bir insanın kölelerle dost olamayacağını da söylemiştir. Dost olmak sevilmenin edilgenliğinden ziyade sevmenin aktifliğinde bulunur ve bunun için simetrik bir ilişki dengesi şarttır.

Bu açıdan bakıldığında Hz. Musa’nın Firavun Mısır’ında köle haline getirilmiş olan kavminden bir dostlar topluluğu oluşturma konusunda verdiği mücadele çok trajik sayılabilir. Mısır’a özgür olarak gelmiş ve yerleşmiş olan İsrailoğulları bir süre sonra köleleştirilmiş ve yaşarken kendi iradelerini kaybetmiş, dost olmaya karar verebilme kabiliyetlerini bile yitirmişler. Hz. Musa’nın verdiği mücadele kendi kavmine karşı, her ne olurlarsa olsun kan bağı dolayısıyla, yani kardeşçe duygularla taşıdığı sorumluluğun da bir yeri olduğunu anlatıyor.

Onun Firavun’dan talep ettiği şey elbette tanrılık taslamaması ve Allah’ın kullarını kendine kul etmemesidir, ama aynı zamanda insanlara zulmetmemesi, insanların iradelerini yok etmemesi, ideolojik-büyüleyici yöntemlerle halkının gözünü boyayıp akıllarını çelmemesi, kendi kavmini özgür bırakmasıdır. Hz. Musa’nın uzun ve çetrefilli mücadelesinin sonunda İsrailoğulları Firavun’un zulmünden, kontrolünden kurtulurlar. Kızıldeniz’i Allah’ın lütfu ve mucizesiyle, Musa’nın rehberliğinde aşarlar ama Hz. Musa için asıl trajedi orada başlarO kendi kavmine yaptığı liderliğe rağmen kendisini anlayacak, kendisiyle koşulsuz dostane bir dayanışmada bulunacak kardeşi Harun’dan başka bir dost bulamaz.

Özgürlüğüne kavuşturduğu kavminin insanları özgürlüğün değerini bilemeyecek durumdadırlar çünkü. Kendilerine lütfedilen nimetin farkında bile değillerdir. Belki bedenlerine isabet eden kırbaçlar ve ağır çalışma yükünden kurtulmuş olmanın rahatlığını hissetmektedirler ancak, ama özgürlüğün değerini ve erdemini hissedebilecek durumda değillerdir. Kölelik insanın tabiatını bozan bir etki de yapmıştır çünkü.

Kızıldeniz’i aşıp Sina çölünde, dağlarında özgürlüğün tadına varıp bunu hak etmek ve korumak için çalışacakları yerde daha ilk andan itibaren kendisine kaprisler yapmaya başlarlar. Dağ başında özgürlüğün sağlayacağı mutluluğun tadını, havasını hissetmek yerine karınlarını nasıl doyuracakları üzerinden bir kriz çıkarırlar, kendilerine hazır Kudret helvası ve Bıldırcın gönderilir. Bir süre bu yiyecekleri yedikten sonra talep ettikleri şey, aslında ekonomik ve sosyal durumları kötüyken iyileşen bütün insanlar için ibretlik bir durum. Soğan, sarımsak ve mercimek isterler Hz. Musa’dan.

Ellerindeki iyi olanı unutup geçmişte kalmış olan daha kötüyü arzulamak, özlemek, onun nostaljisini yapmak. “Daha kötü olanı, daha iyi olana mı tercih ediyorsunuz?” Ederler. Bu hikayeden, bu talep dönüşümünden aslında sosyolojik bir model üretmek hiç de zor değildir. Nostalji, hele siyasi dile çevrildiğinde çoğu kez daha kötü olanın daha iyi olana tercih edilmesi, ondan üstün tutulması vehmi değil midir?

Ya dağda kula kulluğun zincirlerinden kurtulmuş özgürlüğü ciğerlerine kadar teneffüs etmeleri beklenen insanların peygamberlerinden kendilerine bir totem yapmasını istemelerine ne denir?

Başlarında Allah’tan başka kimsenin ve hiç bir şeyin kulluk etmeye ne layık ne de müstehak olduğunu anlatan, onları özgürleştirmeye çalışan bir peygamberleri varken bu zehaba kapılan insanlar Hz. Musa’ya ne kadar dost olabilirlerdi?

Nitekim Hz. Musa Tur dağına rabbinden levhaları almaya gittiğinde kavmi o daha gelmeden Samiri’nin akıllarını çelmesi üzerine altından bir buzağı yapıp ona tapmaya bile başlamışlardır. Hz. Musa elinde aralarındaki dostluğu, hukuku tesis edecek emirlerle döndüğünde gördüğü manzara karşısında gerçekten de bunların aralarında hala “dost olmadığını” düşünmüş olmalı.

Dost yoktu, ama dostluk vardı ve dostluğun yükünü, anlamını gereğini taşıyacak dost gelecekti. Gelmesi için bunun hazırlığını yapmalıydı. Levhaları bir kenara bırakıp o levhaların, emirlerin, hukukun değerini anlayabilecek bir vakte kadar onlara dağlarda, kölelikten özgür olmanın hayat tarzını yaşattı.

Çobanlık yaptı onlara aslında. Rivayetler onun kavmini Filistin topraklarına yerleşecek hale gelinceye kadar dağlarda kırk yıl boyunca eğitmiş olduğunu söyler. Bu süre aslında bir nesil değişikliği anlamına geliyor. Kırk yıl içinde kölelik kültüründen, kişiliğinden hiçbir iz kalmayıncaya kadar, gerçek dostluğun anlamını ve yükünü çekebilecek hale gelinceye kadar dağlarda gezdiler.

Dostluk açısından Hz. Musa’nın kişisel trajedisi bu dostlarıyla bir mürüvvet görmemiş olması, o simetrik ilişkiyi kuramamış olmasıdır.

Peygamber efendimizle karşılaştırıldığında tabi. Yoksa bir peygamber olarak nihayetinde görevini yerine getirmiştir.

Hülasa kölelerin dostluğu, yol arkadaşlığı, hatta bazen siyasi müttefiklerle yol arkadaşlığı bu tür trajik örneklerle doludur.

Kiminle ne için, kimin için dostuz? Yolda dostlarımıza yük mü oluyoruz, birbirimizin yükünü mü alıyoruz? Yol mu gösteriyoruz, beraber yol mu buluyoruz? Gideceğimiz yere doğru ortak erdemlerimizle bir muayyen kararımız mı var, birilerinin bizi götürdüğü belirsiz bir menzile doğru gözü kapalı mı ilerliyoruz? Hele yolda daha kötü olanları daha iyi olanlara tercih etmek gibi bir istidadımız var mıdır?

Sürekli sormaya değer sorular.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *