Evet, çıkış her zaman mümkündür, dönüş de… Yeter ki ihmal ve yanılgılar konusunda sahih, ciddi bir muhasebe yapılabilsin ve yitik yılların, yolların imkân ve iktisabın ikmali için yoğun bir mesai, üstün bir cehd, tersi mümaseletle, hatta daha da kesif kemiyette ve nitelikli olarak yüklenilebilsin.
Mustafa Bozacı
Şöyle bir durup tekrar tekrar muhasebe edeceğimiz meselelerin başında ‘Ne umduk, ne bulduk?’ denilebilecek tarzda, genel bir strateji ve planlama, metod ve teknik, yol ve yöntem, yol-yordam, asıl usul ilişkisi ve buna bağlı olarak da teori ve pratikler, amaç araç uyumu, hedefe dair süreçler ve tüm bunlar ile ilgili nakısalar, ihmal ve ihlaller, olması gerekirken ona rağmen olanlar… geliyor desek hata etmiş olmayız.
Şöyle ki; ‘Evdeki hesap/hesapsızlık bir türlü çarşıya uymuyor/farklı sonuçlar çıkıyor!’ önermesi, esasen hem bir itirafı ve teşhisi içeriyor, hem de ders alınması gereken yargıyı… Ancak, gel gör ki hep aynı tekrarlar, hatada (usul/süzlükte) ısrar ve yine farklı sonuçlar beklemek! Heyhat! Mümkün mü? Elbette değil! Zaten ‘deli’; hep aynı şeyleri yapıp farklı sonuç bekleyenlere denirmiş!
Teşhisi kısmen yapıyoruz ve fakat sanki bir mukadderatmış gibi aynı uygulamaları sürdürüp tedavi değişikliğine bir türlü cesaret edemiyoruz.
Buna alışkanlık mı dersiniz, kanaralaşmak veya kavurgalaşmak (Dergimizin banisi E. Özkan’ın kavramsallaştırmalarından) mı ya da cesaretsizlik, yeni süreç ve sonuçlara, bunların getirip götüreceklerine, bedellerini hazır bulunmamak mı, bunlar neticede ne sonucu değiştiriyor ne de ahvalimizi, yargımızı/yazgımızı!…
Elbette büyük hayaller, yüksek beklentiler, devasa hedefler olabilir, olmalıdır da! Lakin bu teorisiyle böyle olsa da, pratiği ve ulaşılabilirliği ile öyle söylendiği, yazılıp çizildiği, umulduğu kadar kolay değil; psikolojik, sosyal, ekonomik, siyasal türlü motivasyonu sağlayıp korumak ve dahi sürdürülebilir kılmak da! Beklentideki yükseklik, büyüklük; nitel ve nicel donanım ihtiyacındaki devasalık kadar zor ve uzak bir paralellikte… Zor, ama zer! Mümkün, ama kolay değil! Ulaşılabilir, ama bedel ister, fedakarlık ister, liyakat, samimiyet, farkındalık ister, ister de ister… Hani diyoruz ya; ‘etkinlik yetkinlik’ ister diye…
Bu; hedeften cayılsın, küçültülsün, değiştirilip güncellensin (çok meşhur alışkanlık gereği) demek değil elbet…
Tersinden o hedefe uygun bir kimlik ve kişilik kuşanılsın, asıl ile usul irtibatı doğru kurulup süreç doğru işletilsin, teoriye uygun ve aynı cinsten/dokudan ameller yüklenilsin, yüklerden yüksünülmesin demektir. Harici yük ve yüklemelerden hicret edilsin, beri olunsun! Bunlar ister dahili/içerden ve ister harici/dışarıdan olsun! Özetle ister gelenekçilikten ve isterse modernizm (postu da dahil) kaynaklı olsun!
Aslında tenakuz gibi gelebilir ama bu yazı dolayısıyla teklifimiz; zımnen bir amaç araç uygunluğu ve içeriği kadar, bu çok üst bir irtifada resmedilen/vasfedilen, hedefin; vüs’at ölçüsünde oluşu, güç ve imkânlarımızın seferberliği, cem’i, mevcut hal ve gidişatı sürekli muhasebe ve murakabede tutup müteyakkız kalarak, gündemler ve hazır bulunuşluklar, meşguliyetler de hesaba katılarak doğru bir teşhis ile asli konumuna oturtulmasıdır.
Bu bir nevi, ‘ruhbanlık’ oluşturulmadan ki hakkı bihakkın verilememiştir, verilememektedir ve bunu Allah da emretmemiştir, türedi çıkarsamalara düşmeden, ayağını yorganına göre uzat ‘metaforunun’ mahkûmiyet ve mağduriyet’ vehmine kapılıp mevcut ahvali, sağa sola, aşağı yukarı bakmadan bir ‘meşruiyet’ kılıfına büründürmeden, olanca, netlik ve safiyet içinde bir program dahilinde, ‘asla’ uygun bir temele oturtup ona uygun ‘usûl’ oluşturma teklifini havidir.
Bu da; teorisi ve pratiği ile son vahiyde iki yönüyle de deklare/beyan edilmiş, resulün hayatı ile de ete kemiğe büründürülmüş durumdadır. Yani ‘verilidir’! Bize düşen bu orijinaliteyi yakalayıp mesajı günümüze taşıyabilmektir.! Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok yani…
Yoksa ‘Amerika’yı yeniden tekraren keşfetmeli’ mi demeliydik?! Neticede herkes vahyin ve risaletin muhatabı ve şahidi (sorumlusu, az veya çok bileni, göreni, işiteni…), ama işte o beklenen ‘asıl-usul’ uyumu ve sahih birlikteliği bir türlü dört başı mamur, efradını cami, ağyarını mani bir şekilde ve bütünlükte, tutarlılıkta sergilenememektedir! Kişi adedinde algılar ve uygulamalar nedir, nedendir, yoksa…
Zaten bu becerilebilse, hal çaresi bulunabilse sair sorular ve sorunlar da bir çözüme kavuşturula- bilecektir. Ortak bir hattı hareket imkanı doğacaktır. İslami hareketten bahsedilebilecektir; küçük, sağda solda bölük pörçük, bölgesel, cürmü kadar olanlar istisna!… Ama adı üstünde istisna işte!
Hedef büyük, ama o hedefe uygun uğraşlar küçük; çünkü öyle bir bilgi, algı kirliliği oluşturulmuş, zanlar bilginin, algılar gerçeklerin, gerçekler hakikatin yerine ikame edilip asıl diye kabul edilir olmuştur ki haddi hesabı yok! Yine asla uygun risaletin, şehadeti, hasen örnekliği terk edilip türedi olarak üretilerek yeni ve farklı yol ve yordamlar ona olan uzaklığına, doku ve renk uyumsuzluğuna rağmen bir kılıfa uydurularak, tek yol zannedilmiş, diğerleri ötekileştirilerek ne bir anlaşma, istişare ne bir hakemlik (Kur’an ve ondan neşet eden risaletin usulüne) tanınmadan, ‘küçük olsun bizim (Buradaki ‘Biz’ geneli değil, özeli öznelliği ifade etmektedir!) olsun’ vehmiyle hareket edilir olmuştur. Uğraşanlar küçük; zira, o ‘Biz’ bölünmüş, handiyse, kişi başı cemaatçikler/cemadatlar oluş(turul)muş, ‘kardeşlik’ kan bağıyla dahi heder edilmiş, ‘dini boyutu’ ise yine hiziplere, meşreplere, mezheplere hasredilmiş, algılara hapsedilmiştir.
Bizler ‘ağaca takılıp ormanı ıskalayan, ormana takılıp ağacı ıskalayan’ bir ihmalkârlıktan, tutarsızlıktan uzak bir ‘vasatı’ yakalayıp sürdürebilmeliyiz. Burada bir sorun daha ortaya çıkıyor malumunuz; o da öncelik ve önemle ‘Biz’ şuuru, bilinci ve farkındalığını yakalayarak ilk düğmeyi doğru ilikleme, ilk adımı doğru yönde atma farkını fark etmeli, ettirmeliyiz!
Sorunlar, sorunlar üstüne, sorular kifayetsiz, cevaplar yetersiz, sorunlar nihayetsiz, soranın da cevaplayanın da kafaları netlikten, nitelikten uzak!
Alın işte, soru/nun başka biri de; ‘Biz’ şuuru için de öncelik egodan, bencillikten, uyumsuzluk ve umarsızlıktan uzak ve ari bir ‘Ben’ idraki gereğidir. Bilgi ve birikim ile, liyakat ile farkındalık ve farklılık (bu farklılık nevzuhur ve keyfe keder, hevai ve nefsi tuzaklardan uzak olmak zorundadır), adanmışlık ve fedakarlık, ‘Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için’ formunda, ‘Biz’ için ve içinde yoğrulmaya ve yorulmaya hazır, gerek muhalif ve muarızlarının, meşhur ifade ile ‘ötekinin’ dürtülerini, zan, kuruntu ve hurafelerini (onların içindeki hikmete muvafık olanların çekip alıp sahiplenebilecek) yetkinlik içinde çözümleyip özümseyebilecek bir evsaf istemekte ve içermektedir bu da…
Yıllar ve yollar var ki ‘avare kasnak’ gibi boşa tükettik, katettik, katlettik! Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik. Bir de baktık bir arpa boyu yol gittik! Sadece masallarda olmuyormuş, de mi?! Yıllara sari masal ve ninnilerle büyütülmüş, sahte amaçlarla, ürkütülmüş, hakkını teslim etmek gerekirse bazı dönemler de ‘hard/sopa’ yöntemleriyle te’dip edilip hizaya getirilip mühendislik ameliyelerine tabi tutulmuş, algıları ters yüz edilmiş, hurafelere gark edilmiş, son zamanlarda ise ‘soft ve fakat daha sofistike yöntemlere ‘havuç’ politikalarına maruz bırakılmış, ‘zemherilerden pastırma sıcaklarına’ savrulmuş bir kitleden, farklı bir şey beklenebilir mi, bilemiyorum!
İşte yine ‘Ben’ şuuruna ‘Biz’ idrakine ve hazır bulunuşluk, liyakat, asla vukufiyet olgusuna geliyor, takılı kalıyoruz… Tencere mi, kapak mı? Yumurta mı, tavuk mu? Süreç mi, sonuç mu?
Dediğimiz gibi bizim vasatımız, bunların arasını tefrik etmeden te’lif ederek, bütünlüklü bir yol, ifrattan da tefritten de uzak, eklemeye de eksiltmeye de düşmeden, türedi yollara kapılmadan, istikamet üzere; duruşu, düşünüşü ve uygulamasıyla o büyük hedefe doğru, doğrulardan yana ve doğrularla birlikte, dosdoğru olarak vüs’atimizce (onu da eksik takdir etmeden) kulluğumuzu ifa etme çabasıdır. Azm ve cehdidir.
Büyük hedefler, büyük düşlerle kurulur ama o hedefe ulaşmak, en azından yolunda olmak, karınca kararınca tarafını belli etmek, o düşten uyanarak gerçeklerle yüzleşmek ister, bedel ister… Samimiyet, liyakat, fedakârlık, adanmışlık, davanın eri olmak ister, mazeret ve meşruiyet krizlerine düşmeden, üretmeden, klişe cevaplarla kılıfı hazır, paket halindeki şablonik uygulamalardan, zindanlarımızdan kurtularak, bilgi, bilmek ve bilinç, planlı programlı hareket etmek ister. ‘Kaht-ı rical’ meselesi de başka bir sorunumuz bunların beraberinde, belki de önünde…
Esasen o mevzu bahs edilen plan ve program da verilidir desek yeridir. Düşlere, hülyalara, anakronik avuntulara, yersiz kuruntu ve karamsarlıklara kapılmadan bizim payımıza düşeni icra edecek boyutuyla hem teorik ve o teoriden/ilkelerden hareketle de örneklenmiş pratiği ile (vahiy ve risalet bütünlüğü) önümüzde bir sahih yöneliş mesafesindedir. Şimdi ‘olana’ ya da bir türlü ‘olmayana’ bakarak türedi yollara, iktisap sorunsalına, çaresizlik ve çözümsüzlük sarmalına kapılmaya gerek yok! Evet, hali zül melalimiz pek iç açıcı değil! Ümit verecek, ümit var olacak bir gösterge görünmüyor ortalıkta… Bu büsbütün, ‘teori’ sorununa bağlanamaz! Neticede ‘kültürel olan’, üretilmiş, edinilmiş algı ve nevzuhur faaliyetlerin (‘Asrin idraki’ sorunsalı da başka sorun!) bir sonucu bu! Hep aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek gibi…
‘‘Değil’in değil’i’’ bir sürece ve formata ihtiyacımız var! Silkinip kendimize gelmeye, özümüze dönmeye, fabrika/fıtrat ayarlarına dönmeye, ağırlıklarımızdan kurtulup eksiklerimizi tamamlama ihtiyacımız var sadece… Çok değil, sadece bir farkındalık! Aymazlıktan, uyuşukluktan; uyku hal ve uyuşturucu etkilerinden (algı, zan, efsun ve efsane, hurafe, kişi kültü vs.) kurtulmamız yeterli! Teorik bir çerçevede liyakat ki iki boyutludur malumunuz biri içe/bize dönük bilgilenme, diğeri de dışımızdaki iktisap ve kültürel olanın künhüne vakıf olmaktır. O dışımızdaki iktisap ve kültürel olanın (değişkenlerin) sadece ‘öteki’ denilen muarız ve muhaliflerden, ilhad çevrelerinden müteşekkil olmadığını, ‘Biz’ denilerek nice tali yolların ve algıların, aslın yanına (önüne, ardına) ve yerine ikame edildiği gerçeği ile de yüzleşmemiz, hesaplaşmamız gerekmektedir. Hem de acilen önemli ve öncelikli olarak…
‘Büyük düşler’ gerekli donanım ve teçhizat olmadan, bilgi birikim sağlanmadan doğru planlama yapılıp strateji geliştirilmeden ‘büyük düşüşlere’ sebep olmaktadır ancak! Zaman, enerji ve imkânlarda kayıplar olmakta ve çözülmelere yol açmaktadır. Sonra yanlış bir muhasebe ile ‘Biz yapamadık, nerede hata yaptık?’ önermesi, yerini ‘teori’ sorgulaması ve oradan da iletilmiş verili kaynağımızın, bizatihi dinin ve Allah olgusunun sorgulanmasına varıp dayanmaktadır.
‘Dünyaya nizmat vermek/dünyayı kurtarmak’ şeklinde formüle edilen büyük hedef ve ona dair büyük düş, esasen insanoğlunun/kulların kendilerine yükledikleri ekstra bir yüktür. Bu olsa olsa ‘dinin’ hedefi olur. Kullara düşen, yine o dinin verilerine göre ‘kendini kurtarmak’; o da ahirette kurtulanlardan olmak çabası, cehdi, sa’y-ü gayreti içinde olmak bu hedefe kitlenmek, o çerçevede bir yönelim serdetmektir. Misyona uygun vizyon, davaya uygun kulluk gerçekleştirmektir. Sair kulların umurları da umurumuzda olarak!
Bu bize, vüsatımıza uygun formül olarak küçük, ufak, az görünebilir ama esasında çok üstten, çok yüce bir bakıştır. Herkes bu bilgi ve bilinç içinde oldukça zaten o üst hedefe doğru yürüyüş de doğal olarak sürecek ve formülün bileşenleri hakkıyla yerli yerine yerleştirildiğinde süreçten sonuca yönelik doğru adımlar da atılmış olacaktır.
C. Said’in ‘Güç İrade Eylem’ adlı kitabında bahsettiği gibi sebep-sonuç ilişkisini birbirinden ayırıp parçacı yaklaşınca sonuca dair göstergeler de Allah’a havale edilmekte, sorumluluklar ötelenmekte ve yadsınmaktadır.
Kulun kurtuluşu, kulların kurtuluşu mefkuresine uygun ve bağımlıdır, bir boyutuyla! Bu yargının dahi küçümsenmeyecek büyük bir kifayette, kapsamda olduğu bilinmelidir. Bir kere bu ‘kurtuluş’ ufak tefek hesaplarla, kişisel zanni veriler/göstergelerle tespit edilip bir ‘onaya’ bağlanamaz. Bu takdir de, dinin sahibi Allah’a aittir yalnız ve ancak! Bize düşen verili olan ve örnekliği de sunulmuş o kulluğun hakkını vermek, hakkaniyet ve hakka uygunluk içinde hakkıyla onu gerçekleştirmektir, imkânlarımız ve vüsatımız ölçüsünde… Bu imkân ve vüs’ati de yanlış ölçüp biçmeden, eksik takdir etmeden… Sonra da bu kurtuluşun Allah’ın diğer kullarıyla hemhal olarak, onların umurlarının da umurumuzda olmasına bağlı olduğunu bilerek. Hakiki anlamıyla ‘Biz’ denilecek tarzda, muavenet ve müşaveret olguları içinde hareket etmekle mümkündür. Hiç sağa sola bakmaya, topu taca atmaya gerek yok! Sebeplerden, süreçlerden, nimetlerden sorulacağımız gibi, pek tabii olarak sonuçlardan da sorulacak, sorgulanacağız.
Sebeplere dair ihmal ve ihmallerimiz, eksiklik/eksiltme ve fazlalık/eklemeler, bilgi-bilinç ve davranış bütünlüğündeki sapmalar, saplantılar kadar, bunlarla doğru orantılı bir irtibatı bulunan ‘sonuçlara’ dair de ne yapıp ettik veya neyi yapmadık, nerede ne kadar hata ettik de farklı sonuçlar çıktı, beklenen sonuç çıkmadı diye, sonuca direkt etki eden duruş-düşünüş ve yaşayıştan da sorumluyuz, hesaba çekileceğiz. Sonuçları Allah’a havale edip, kurtulamayız… Burada Allah’ın yardım ve desteği, mecazen takdirinin ötesinde yine dinde verili olarak şartlara, kulların tasarruflarına, doğru vesileler edinebilmeye bağlanmış, ilintilendirilmiştir. ‘Allah dinine yardım edene yardım eder!’ kavli kerimince..
‘Evdeki hesabın çarşıya uymaması’ meselesi değil bu sadece; evdeki hesabın yanlış yapılması, eksik yapılması; ayrıca biraz da bizim hesap kitap bilmememizden olsa gerek!…
Şurası sadece bir vecize olmaktan ayrı bir hakikattir ki ‘Kendini kurtaramayanlar başkalarını kurtaramazlar!’… ‘Yarım hoca dinden eder, yarım doktor candan eder’’ kabilinden de düşünülürse olumsuz örneklik ve etki de cabası…
Bizler büyük düşlerle, özellikle de takdiri ilahiyi yedeğimizde, cepte garanti zannederek tevekkülsüz, tedebbürsüz okyanuslara dalmayı ‘küçük işler’ diyerek çok yakınımızda, vus’atimize uygun, mümkün ve temkinli tavırlarla kotarılabilecek adımları bırakarak, uzun adım atlamayı, ciritli ciritsiz yüksek atlamayı tercih ettik! Muarız ve muhaliflerimizi devşirip dost edineceğiz vehmiyle yakınlarımızı, refiklerimizi, dostlarımızı ihmal edip öteledik…! Gözden ırak bırakılanlar, gönülden de uzak olmaya başladı zamanla! Neticede kendi başkalaşmalarımız başka, ‘ne ötekine yaranabildik, dost edinebildik ne de eski dostlarla dost kalabildik! ‘Kazan kazan’ hülyası, ‘karesiyle/iki kere kayıp’ oldu! Hani Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak’ darb-ı meseli muktezasınca…
Evet, çıkış her zaman mümkündür, dönüş de… Yeter ki ihmal ve yanılgılar konusunda sahih, ciddi bir muhasebe yapılabilsin ve yitik yılların, yolların imkân ve iktisabın ikmali için yoğun bir mesai, üstün bir cehd, tersi mümaseletle, hatta daha da kesif kemiyette ve nitelikli olarak yüklenilebilsin. İddialar tashilen ve tahsisen gözden geçirilsin, güncellenmesi ‘bir tarafa’, gündemleştirilsin.
‘Büyük hedef için büyük düşler görmeyin, bu boş iş, kendinizi yormayın, bu, büyük bedeller isteyen, büyük, adanmış adamların işidir yalnızca!’ da demiyoruz; ‘sabikunun’ izlerini berkiterek, ‘sabikundan olabilmek’, en azından ashab-ı meymeneden sayılmak bize sunulan sahih örneklikleri bittamam alıp aynıyla tabi olarak, sabit kadem kalarak, o örnekliği yakından uzağa yansıtabilmek için vahiyle yoğrulup onda mündemiç ve ondan mütevellid risaletin yoluna, nimet verilenlerin yoluna itaatle uymak azmü cehdü gayretini kuşanalım diyoruz…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *