TÜRKİYE GERÇEKTEN KAZANDI MI?

TÜRKİYE GERÇEKTEN KAZANDI MI?

28-30 Haziran tarihleri arasında İspanya’nın başkenti Madrid’de düzenlenen NATO zirvesinin en popüler katılımcısı kuşkusuz Türkiye idi. Gündemi yakından takip edenler, hatta uzaktan takip edenler dahi bu konuda bir fikir sahibi olmuştur.

Zira hem zirve öncesi hem de esnasında tüm iletişim kanalları bu büyük(!) buluşmayı ve Türkiye’nin bu buluşmada İsveç ve Finlandiya’nın üyelik başvuruları karşısında nasıl bir tavır takınacağı konusunu toplumun gündeminin birinci sırasına oturttular. Bu çaba boşuna değildi. Türkiye’nin ne kadar güçlü bir ülke olduğu, kendisine sorun çıkaranlara nasıl sorun çıkarabileceği ve dize getireceği konusunda haber ve yorumlar toplumun dikkatine sunuldu, dayatıldı.

Peki ortada gerçekten büyük bir diplomasi zaferi var mıdır? Türkiye’yi temsilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, onlarca yıldır Türkiye aleyhinde pozisyon alan, PKK ve bir takım sol örgütlere kucak açan, yetkililerin ifadesiyle terör örgütlerine kuluçka vazifesi gören, Türkiye’ye savunma sanayi alanında ambargolar uygulayan İsveç ve Finlandiya’yı, hakikaten Türkiye’nin istediği noktaya gelmek zorunda bırakmış ve bir büyük başarı elde etmiş midir?

Sorumuzun cevabını ilerleyen bölümlere bırakarak NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) hakkında bazı genel bilgileri hatırlayalım. 2.Dünya Savaşı’ndan kısa süre sonra 1949 yılında, başını ABD’nin çektiği 12 ülke tarafından kurulan NATO’nun üye ülke sayısı bugün 30’a ulaşmıştır. Bosna-Hersek, Gürcistan ve Ukrayna’nın aday üye konumunda bulunduğu NATO’nun şu an, halkı Müslüman tek üyesi Türkiye’dir. Bugün tüm şiddetiyle devam eden Ukrayna-Rusya Savaşı’nın en temel sebebi de Ukrayna’nın NATO üyeliği ihtimalidir. Soğuk savaş döneminde tamamen Sovyet tehdidi gerekçesi ile kurulan NATO’ya Ukrayna’nın üye olma ihtimali Rusya’nın bu savaşı başlatması için yeterli bir sebep olmuştur. Dünyanın iki kutuplu olduğu o dönemlerde NATO’nun dengi olarak Varşova Paktı yer alıyordu. 1955’te kurulan, başını Sovyet Rusya’nın çektiği ve Doğu Avrupa ülkelerinin dahil olduğu bu pakt S.S.C.B.’nin dağılmasıyla birlikte yıkıldı ve o gün pakta üye olan pek çok devlet ya da bölge bugün NATO üyesi konumundadır. 

Türkiye’nin örgüte üyelik serüveni 1950’de Kore Savaşı ile başladı. Dönemin taze iktidar partisi olan Demokrat Parti, Sovyet Rusya tehdidi bahanesiyle NATO’ya üye olabilmek için Güney Kore’ye asker gönderdi ve Kore Savaşı’na dahil oldu. 1953’te sona eren savaşta ABD’den sonra en fazla kaybı veren ülke Türkiye idi. Bu sadakatine karşılık 1952 yılında NATO’ya kabul edildi. Aynı yıl Yunanistan da NATO’ya kabul edildi. Cumhuriyeti kuranların muasır medeniyet seviyesini hedef olarak koyması ve yeni cumhuriyetin yüzünü tamamen Batıya dönmesi neticesinde Türkiye ne kadar itilip kakılsa, ne kadar üvey evlat muamelesi görse de hep Batıya, kurumlarına yaranmaya çalıştı. Bu durum bugün de değişmiş değil. Türkiye için NATO’ya üyelik Sovyet korkusundan ziyade Batı bloğunun bir parçası olma isteğinin sonucudur.

Daha düne kadar ‘beyin ölümü gerçekleşti’ denilen NATO bugün ne oldu da bu kadar önemli ve merkezi bir pozisyon elde etti? Bu sorunun cevabı kuşkusuz kurulmak istenen yeni dünya düzeni ile çokça ilgilidir. Çin ve Rusya’nın önlenemez yükselişi, askeri ve ekonomik kazanımları ve 10 yıl öncesine kadar dünya gayri safi milli hasılasının 3’te 2’sine hükmeden G7 ülkelerinin payının bugün 3’te 1’lere kadar gerilemesi, bu gerilemenin daha da artacağı öngörüleri bugünkü düzenin egemenlerinin eli kolu bağlı seyredemeyecekleri bir durumu ortaya çıkarmıştır. Batı sahip olduğu askeri ve ekonomik gücün ideolojik ve kültürel üstünlüğü de koruduğunu biliyor ve bu pozisyonu kaybetmemek adına her şeyi yapmaya hazır olduğu da su götürmez bir gerçektir. İşte bu ortamda rakiplerini yıldırmak, sindirmek ve sınırlamak için Batının elindeki en güçlü araç birleşmiş bir Batıdır. Bunu da NATO ile temin etmek noktasında Rusya’nın Ukrayna’ya başlattığı savaş Batı için arayıp da bulamadığı fırsatı oluşturmuştur. 

29 Haziran’da NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg tarafından açıklanan ‘NATO 2022 Stratejik Konsept’ belgesinde yer alan maddeler incelendiğinde yukarıda anlatmak istediğimiz şeyler daha net anlaşılacaktır kanaatindeyiz.

2010’da kabul edilen konsept belgesinin pek çok yerinde Rusya ile işbirliğinden bahsedilirken özellikle 33. maddede NATO ve Rusya’nın işbirliğinin önemine vurgu yapılmakta ve ilişkilerin stratejik ortaklığa evrilmesi istenmektedir. 2010’dan 2022’ye gelindiğinde ise konsept belgesinin 8. maddesinde net bir şekilde Rusya NATO üyelerinin/müttefiklerin güvenliğine, Avrupa-Atlantik bölgesinin barış ve istikrarına karşı en ciddi ve direkt tehdit olarak tanımlanmaktadır. Aynı belgenin 13. maddesinde de Çin için ‘hırsları ve zorlayıcı politikaları çıkarlarımıza, güvenliğimize ve değerlerimize meydan okuyor’ ifadesi yer almaktadır. Yine aynı maddede Çin’in ekonomik gücünü stratejik bağımlılıkları artırmak ve etkisini güçlendirmek için kaldıraç olarak kullandığı yorumu yapılmaktadır. Ayrıca Çin ve Rusya arasındaki derinleşen stratejik ortaklığa ve bunun uluslararası düzene oluşturduğu tehdide yer verilmektedir. Genel Sekreter’in açıklamaları içinde dikkat çeken bir ayrıntı ise örgütün özellikle doğu tarafında harekete hazır 300 bin askerin konuşlandırılacağı bilgisidir. 

Tüm bu olup bitenler göstermektedir ki Batı NATO çatısı altında yeniden toparlanma, birleşme sürecine girmektedir. NATO her ne kadar askeri ve savunma amaçlı bir örgüt olarak tanımlansa da ilerleyen dönemde siyasi açıdan da merkezi bir konuma oturması hedeflenmektedir. 

Konu NATO olunca Gladyo (Kılıç) bahsine de değinmek gerekir. Bu yapının özellikle Türkiye’de sayısız cinayete ve toplumsal meseleye karıştığı tüm kamuoyu tarafından bilinmektedir. Gladyo, Batı Avrupalı NATO üyesi ülkelerin bünyesinde, Varşova Paktı’nın olası saldırı ve işgaline karşı, cephe gerisi tabir edilen direniş hareketlerinin organizasyonu için kurulmuş gizli bir birimdir. Öylesine gizlidir ki 1974 yılında Başbakan Bülent Ecevit bu yapının varlığından ancak şu şekilde haberdar olmuştur: Dönemin Genelkurmay Başkanı Semih Sancar, Ecevit’e gelmiş ve bu birimin (Özel Harp Dairesi) maaşlarını o güne kadar ABD’nin ödediğini ancak Kıbrıs harekâtı sonrası bu ödemelerin durduğunu, dolayısıyla maaşlar için paraya ihtiyaç olduğunu söylemişti. Böylece hükümetin başındaki kişi de böyle bir yapının varlığından haberdar olmuştur. Bu birim NATO üyesi ülkelerde farklı isimlerle yapılanmış olsa da pek çoğunda karanlık işlere karışmıştır. Yani bir açıdan NATO’nun ABD’nin çıkarlarına nasıl hizmet ettiğinin açık bir belgesidir denilebilir. 

Şimdi, yazımızın başında ertelediğimiz cevaba gelelim. Türkiye, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasının ardından algıladıkları tehdit sebebiyle tarafsız pozisyonlarını terk ederek NATO’ya üyelik başvurusunda bulunan İsveç ve Finlandiya’ya karşı teröre verdikleri destek ve Türkiye’ye karşı uyguladıkları ambargoları gerekçe göstererek veto hakkını kullanabileceğini ima etmişti. Biz şunu çok iyi biliyoruz ki özellikle Amerika bu ülkelerin NATO’ya üyeliğini şiddetle istemektedir ve aslına bakarsak Türkiye’nin buna hayır deme gücü yoktur. Bu konuda gerçek anlamda bir engel çıkarması durumunda yaşaması muhtemel sıkıntılar bellidir. Bir Rahip Bronson olayı bile göstermiştir ki raydan çıkacak bir Türkiye derhal cezalandırılır. NATO üyesi, müttefiki Türkiye’ye Patriot hava savunma sistemini parasıyla dahi satmayan/vermeyen ABD bunun yerine S-400’leri satın alıp konuşlandıran Türkiye’yi F-35 projesinden atmıştır. Türkiye de bugüne kadar ödediği paraları kurtarabilmek adına en azından ödenen meblağ mukabili 40 adet F-16 satışı yapılmasını temin etmeye çalışmaktadır. 

Türkiye’nin yüzeysel de olsa İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerini veto ederiz yaklaşımı bunu gerçekten yapabileceği için değil ama bazı beklentilerle atılmış bir adımdır. Bu beklentiler muhtemelen F-16 teminini sağlamak, Türkiye’nin PKK ile olan mücadelesini Avrupa’nın gündemine tekraren taşımak, kısmen de olsa Türkiye’ye düşman örgütlerin eskisi kadar rahat hareket etmelerini engellemek ve tabii ki iç siyasette bu konuyu lehte bir puana dönüştürmektir. Ancak herkesin çok iyi bildiği gibi Türkiye’nin başını ağrıtan ve terörist kabul ettiği tüm örgütler başta ABD olmak üzere Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve daha pek çok NATO müttefiki tarafından korunup kollanmakta, ihtiyaç duydukları silah ve mühimmat binlerce tır ile kendilerine teslim edilmekte, eğit-donat programları ile yetiştirilmekte ve hatta Pensilvanya’da misafir edilmektedirler.

İnsanın aklına ister istemez ‘Türkiye’nin burada (Kuzey Atlantik İşbirliği Örgütü-NATO’da) ne işi var?’ sorusu geliyor. Ancak yüzünü Batıya dönmüş, Avrupa Birliği (AB)’ni bir medeniyet projesi olarak gören, İslam’ın yeryüzünde hakim kılınması gibi bir problemi olmayan hükümetlerin, devletlerin oynadıkları bir satrançtan ibarettir diye düşünüyoruz. Dışında olmaktansa içinde olmayı yeğleyen bir yaklaşım hâkim durumdadır.

Umulur ki yeryüzündeki Müslümanlar en kısa zamanda yeryüzünü ifsada uğratan tüm taraflar ve ittifaklardan arınır, kendi birliklerini inşa ederler. Ama bunun için öncelikle Müslümanların hayata Allah’ın emrine uygun bir anlam yüklemesi, varlıklarını sadece Allah’ın hâkimiyetine adaması ve elbette hep beraber Allah’ın ipine sımsıkı sarılması gereklidir. Rabbimiz tüm Müslümanların feraset ve basiretini artırsın, bizleri akleden ve gereğini yapan salih kullarından eylesin inşallah.

ŞEYHİN ÖLÜMÜ

Bütün insanların, kendisinde hiçbir şüphe olmayan ortak paydalarından biri ölümdür ve ölüm büyük bir temizliktir. İnsanlar nasıl yaşarlarsa, öyle de ölüyorlar. Su testisi su yolunda kırılıyor. Her insanın hîni hayattaki ilgi ve alakaları, tuttuğu yol, ölümünden sonra da etkisini sürdürüyor. Reyhan kuruyunca da reyhan kokuyor, bataklık da bataklık kokuyor.

‘İmam’ olarak atandığı caminin adından hareketle, İsmailağa Cemaati ismiyle meşhur olmuş bir tarikatın lideri olan Mahmut Ustaosmanoğlu 93 yaşında vefat etti. Bu ülkede kimliği, ahlakı, salih amelleri ne olursa olsun, etiketsiz insanlar hep ‘ölürler’ ama adının önüne heybe dolusu sıfat iliştirilen şahsiyetler nedense ölmez, ‘Hakka yürür’ler. ‘Mahmut Efendi’ diye anılan zat da rivayete göre Hakka yürümüştür.

En başta belirtelim ki, düşmanımız bile olsa, bir insanın ölümüne sevinmek, cehalet eseridir. Çünkü yukarıda değindiğimiz gibi, ölüm ortak paydasında sadece insan değil, tüm canlılar dahi buluşmaya amadedir, kimse bu büyük buluşmadan muaf değildir. Hatta şunu da ekleyelim ki, bir insanla fikri-zikri icabı ayrı saflarda isek, onun ölümünü istemek bir nevi acizliktir. Muarızımızla mücadele etmek için hayatta kalmasını temenni etmek daha yürekli bir iştir.

Şöhret sahibi kimselerin ölümleri toplum nezdinde genel bir dalgalanmaya sebep olmaktadır. İsmailağa liderinin ölümü de lehte ve aleyhte birçok tezahürata neden oldu. Taraftarları mevtayı yere göğe sığdıramadılar. Tasavvuf ve tarikata mesafeli durduğunu bildiğimiz birçok insan ise nezaket ve saygı gösterisinde sıraya girdiler. Bazı Kemalist ilahiyatçılar sözü geçen cemaatin Cumhuriyetin yasalarına rağmen nasıl tarikatlaştıklarını sorgularken, akıllarınca Cumhuriyet rejimine tarikatı jurnallemektedirler. Oysa bu ilahiyatçıların tarikatın varlığına itiraz etmeleri abestir zira kendileri de Kemalizmi tarikat, Mustafa Kemal’i ebedi şeyh edinmeleri hasebiyle, klasik tarikatlardan bir farkları bulunmamaktadır. Müminler olarak, imanına şahit olduğumuz ya da itimat ettiğimiz insanların şahitlik ettikleri mevtalara rahmet okur, istiğfarda bulunuruz. Tanımadığımız kimseler hakkında susma hakkımızı kullanırız.

Bir tarikat şeyhi ölmekle İslam anlayışı, tasavvuftaki mevkii, İslam’a taban tabana zıt görüşleri de ölmemektedir. Ona gösterilen saygı ve hürmetten, onun görüş, düşünüş ve fikirleri, yaşam biçimi de payını almaktadır. İsmailağa Cemaati diye anılan tarikat, liderlerine ihtiram göstermekten öte, o cemaatin bütün üyeleri gibi bir beşer olan bir kişi nasıl rab edinilir, onun örneğini vermektedir. Kur’an’ın onca uyarılarına, Rasulullah’ın (sav) sakındırmalarına rağmen, büyükler ve reisler Allah’tan başka rab, şerik ve endâd edinilmektedir. Fani bir beşerden, bir ilah yontulmakta, İslam’ın şirk hakkındaki bütün uyarıları hiçe sayılmaktadır.

Bir tarikat liderinin din anlayışı ve düşünceleri hayattayken yerilmeyi gerektiriyorduysa, öldükten sonra da gerektirmelidir. Tarikat-tasavvuf erbabının zahir-batın anlayışı, evliyanın kerameti, evliyanın gaybı bildiği ve Allah’la her daim görüşüp haşir-neşir oldukları, tarikat şeyhlerinin kıyamet gününde müritlerine şefaatçi olup, cehennem azabından kurtaracakları, dünyanın idaresinin kendilerine verildiği, şeyh adı verilen ve cahiliye toplumunun Lat, Menat, Hubel, Uzza gibi ilahlarına tekabül eden zatlardan birine intisap etmeyenin şeyhinin şeytan olduğu gibi sapık inançlarla Kur’an ve sünneti nasıl tahrif ettikleri bilinen bir gerçektir. Hele de vahdeti vücud felsefesini akide edinmiş mutasavvıfların İslam’dan apayrı bir din edinmişlikleri ortadayken, sırf, ölen bir tarikat lideridir diye eleştiriyi bir kenara bırakmanın gerekçesi iyi düşünülmelidir.

Sözün özü Cumhur ve başkanının dahil olduğu bir mutabakatla, milletçe elbirliğiyle bir kere daha İslam’a yabancı bir kültür yüceltildi, İslam’ın tevhid ölçüleri yok sayıldı, ötelendi. İsmailağa cemaatinin sakal, sarık ve cübbeden ibaret zarfları pek çok insanı adeta teslim aldı. Zarfın içeriği hiçe sayıldı. Halbuki Müslüman olmak böylesi kabuk türünden görüntülere değil, o sarığın altındaki kafanın içine, cübbenin altındaki kalbe bakmayı gerektirir. Kadir Mısıroğlu’nun geçmiş zamanda sırf bu giysileriyle rejime muhalefet ettikleri gibi son derece saçma bir gerekçeyle, sözü edilen tarikatı ve şeyhini tebcil ettiği anlaşılmaktadır. Demek ki Mısıroğlu Ebu Cehil, Ebu Leheb, Velid b. Muğire’ye rastlasaymış, sakal ve sarıklarıyla bugünkü rejimi kuranlara muhalefet ettikleri gerekçesiyle yüceltecekmiş. Sakal, sarık ve cübbe İslam’ın şartı değildir ama Kur’an’a uygun bir akide, Rasulullah’ın sünnetine uygun bir ahlak, Allah’ın tarifini yaptığı ölçülere uygun bir edep ve ahlak İslam’ın şartıdır.

İKTİBAS (İktibas Dergisi, Haziran ayı yorumu)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *