Malumunuz tüm elçiler kavimlerine ‘Ben sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim alemlerin rabbi Allah’a aittir!’ beyanıyla tebliğ, davet, çağrı ve uyarılarını gerçekleştirmişlerdir. Allah’ın ‘vaad ve vaîdini’ iletmişlerdir. Karşılıksız, meccanen! Bir edere, çıkara dönüştürmeden!
Mustafa Bozacı
Başlığı atarken çok tereddüt ettik. Efradını cami olması muradımızdı. Muradımız, ilkin ilk akla gelen boyutuna dikkat çekip konunun gerçek ve en önce anlaşılan anlamıyla değil de müktesebatta ve bizim yazıp çizme amacımıza uygun içerikteki kitabî vurgusuna odaklanıp oradan dersler çıkarıp mesajlar paylaşabilmektir.
Elbette güncel ve ilk akla gelen anlamıyla ele alındığında da büyük ve kronik bir konuyla karşı karşıya kaldığımız malumdur. Bunun handiyse bir devlet/sistem/rejim sorunu olduğu izahtan varestedir. Bunu söylerkenki kastımız da bilenlere ayandır. Vurgu sebep sonuç ve bir nevi bir siyaseten/politik olarak öyle düşünülüp kurgulanmasından ve dolayısıyla uygulanmasından da yalıtılmamalıdır. Son asgri ücreti lütfetme(!) ve güncelleme istek, beklentisi ve bunların hem dillendirilmesi (gerek iktidar ve gerekse tüm muhalefet) bağlamında ve bunların karşılanması, bir edere bağlanması aşamasındaki dil, uslüp ve tavırlardan çok kolay anlaşılabilmekte sorunun kaynağı ve bu kanaat hasıl olmaktadır.
Özellikle yaşanan son ekonomik girdaptan sonra tahsis edilen/ölçülüp biçilen de yeterli olmadığı anlaşıldığında bir ‘güncelleme’ ihtiyacı dillendirilir olmuş ve fakat işin garibi üzerinde hemen hiçbir kesim ve kimse tarafından durulmayarak geçilen (durulsa da her zamanki gibi içeriden/bizden gelen meşruiyet taşıma çabaları hariç!) ve meseleyi ‘hak ediş’ten aşağılara itip bir bağış, bir ulufe, lütfedilmiş bir temenna vesilesi gibi sunularak ve bizce farklı yorumlansa da bir ‘nas’a bağlanıp ambalajlanarak (ki bir örneği faiz meselesinde yaşanmıştı, dinin, dine dair olanın işe koşulması, aparat olarak kullanılması sadedinde!) ve kırmızı nokta ile mesele (şimdilik) rafa kaldırılmış oldu!
Sorun şimdinin sorunu da değildir, yıllara sari bir boyutu vardır ki sadece ülke sınırlarında da kalmış bir olgu değildir. Kökenleri çok eskilere, ama netice modern dönemlere ve kavramlarına dayandırılsa yeridir; ücretlendirme ve asgari ücret meselesinin… Elbette daha kadim dönemlerden de örnekler bulunup tartışmaya eklenebilir! Çoğu hacimli ve kapsamlı meseleden ilk önce akla gelmesi de bundandır. Aslında iş başa düşünce hayatın damarlarında bu beklentiyi örseleyen, kısıtlı tutulmasını salık veren maalesef yine bizden hayli kişi ve kesim de yok değil! ‘Yok, piyasa şartları’, ‘yok, giderlerdeki ekstra artış’, ‘yok kâr marjının daralması’, ‘yok, aslında işverenin yükü artıyor, işçi çıkarımına, istihdam kısıtlamasına yol açıyor’ vb. mazeretlerle, pardon ‘patron edalarıyla’, haydi literatürümüze uygun söyleyelim; ‘meşruiyet/kılıf üreterek’ -ki en kolay yapıla gelen eylem-, Türkçesiyle ‘kitabına uydurup kitabın ortasından konuşuyormuş gibi yaparak’, her ölçüye uygun kılıflar elde/cepte hazır bir şekilde bir yol yordam ve konuya arkadan dolaşma kabilinden çözüm bulan(!) hal ve tavırlar, algı ve duygular da hiç eksik değil! Üstelik farkını farklı bir biçimde sergilemesi beklenen kişi ve özel kurum/kuruluşlarda… İğneyse iğne, çuvaldızsa çuvaldız! Acı ama gerçek! Çok örselenmişiz, çok aşınmışız çok!
Meselenin asıl muradımıza kapı aralayacak diğer boyutu da ‘İslamcı’ kesimin, -mevcut isim ve evsafa uygun olarak muhafazakar/sağcı/devletçi kişi ve kadrolar bir tarafa- konuya kör, sağır ve dilsiz kalmaları, tabiri caizse ‘üç maymunu’ oynamaları (dördüncü boyut konuşup yazmamak olsa gerek!) altı çizilmesi gereken bir husustur. Burada ‘’tırnak içine alınması gereken’’ bir yönelimden bahsetmiyoruz! Onlar zaten yukarıdaki tasnifin içine gönüllü olarak katıldılar hayli zamandır! Yine kavramı çala kelam ve çala kalem kullanan her kullanıcı da kastımız değil! Bu bir nakısa elbet; oysa mesele sırf ilkesel ve teorik bakış ve yaklaşımlardan taviz vermeden de olsa, ‘devenin bütünü, tüm eğrilikleriyle ele alınması daha mantıklı olsa da kulağına, kuyruğuna, hörgücüne vs. arada bir de olsa dikkat çekmek, el atmak çok zor ve sorun olmasa gerek! Sırf ideolojik ve teorik yaklaşımdan doğan bir ihmal bu…
Bataklığı kurutma hedefinden sapmadan ve oranın bir sivrisinek/sorun üretme merkezi, mahalli olduğunu bilerek, sivrisineklerle uğraşmak da bir ameli salih, insani bir çaba, bir kulluk izharı olabilir! Bunu dikkatlerimize sunmak da bir sorumluluktur, çözüme odaklanıp ona dair arayışlar gibi…
‘Etkinlik, yetkinlikten kaynaklanır!’ doğru önermesi gereği, bu çağrıyı da ilgililerine ve muhataplarına iletmiş olalım!
Gelelim başlıktaki asıl muradımıza; özellikle idrak etmiş (bir temennimiz olsun!) olduğumuz ve yolculadığımız, bizi de bir yıl –en azından- tutmasını umduğumuz (burada ‘ne ektiysen onu biçersin’ sözü mihenk alınmalıdır)- dini atmosferin en üst düzeye çıktığı, çıkmasının beklendiği bir ayda daha sık ve çokça karşılaşılan bir durum olarak, ‘dini/dine dair’ olanın ücreti, ücretlendirilmesi, tarifeye bağlanması meselesi…
Malumunuz tüm elçiler kavimlerine ‘Ben sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim alemlerin rabbi Allah’a aittir!’ beyanıyla tebliğ, davet, çağrı ve uyarılarını gerçekleştirmişlerdir. Allah’ın ‘vaad ve vaîdini’ iletmişlerdir. Karşılıksız, meccanen! Bir edere, çıkara dönüştürmeden!
Sair paydan alınan paylar, bir paye için değil, yine rabbimizin belirlediği yerlere taksimi için olmuştur! Elçi hanımlarının refah artışı talepleri karşısında, onlara sunulan karşı manifesto da çok manidardır, kulaklara küpe olmak ötesinde duygu, düşünce ve amellere ölçüt kılınmalıdır! İşte elçiden örnek almak isteyenlere, ona tabi olmayı arzulayanlara, ‘sünnet’ diyenlere ilk ve asli şart, ilke! Tüm müslümanlara, ‘müslümanım’ diyenlere…
Yoksa karşılık da yok! Hem bu dünyadaki sonuçları ve olması beklenenlerin hasılası anlamında hem de ötede, asıl kalıcı yurtta! Bu dünyada olmayınca doğal olarak ötede/ahirette de olmayacaktır! Bu sebep sonuç ilişkisinin doğru işletilmesinin gereğidir! ‘Olmasının garantisi var mıdır?’ diye sorulursa, bu dünyadaki bilinmez ama ahiretteki karşılığı kesindir! Zira bunlar Kur’an’ın beyanları, Allah’ın buyruklarıdır! O (cc) sözünde duran, vaadinden asla caymayandır!’; eğer inanıyor, O’na güveniyorsak! Aksi halde, yani bilgi ve birikimi bir edere, bedele bağlayıp sunarsanız, siz zaten işi bir ticarete dönüştürmüşsünüz demektir ki bu sizin arzınıza, ağzınızın laf yapmasına, cazibe /cezbe oluşturmanıza, ucuzlatmanıza, pazarlama tekniklerinize göre müşteri de sağlar, talep patlaması da oluşturabilir! Sürümden kazanırsınız yani! Yok, yanlış dedim; ‘Az bahaya satılmaz!’dı değil mi!? Pazarlığa, tavan fiyatlandırmasına açık mıdır acep?! Üstelik bugün sözün kendi değil, anlamı ve hayata dokunması değil, ‘sedası/sesi’ daha çok getiriye sahip!
‘Gayret bizden, Tevfik Allah’tandır.’ diye bir kavli leyyinimiz var ya, o kabilden biz süreçleri doğru işletir, gerekleri gereğince yaparsak, formülü kuralına uygun olarak yerli yerlerine yerleştirip devam yoluna da uyarsak, Allah dinine yardım edenlerin yardımcısı olarak niye yardımını esirgesin? Üstelik o ufak tefek ihmal ve ihlallerimizi de tek esirgeyenken…
Evet, asla uygun bir usûl içinde, etkin ve yetkin bir uslüp ve dil çerçevesinde resulün bize aktardığı şahitliği bizlerin de insanlara aktarma, ulaştırma yükümlülüğü sadedinde, tebliğ, davet, çağrı ve uyarı vazifemizi ifa ederken muhatabı bir yük altında bırakacak, mesafe koymasına sebep olacak tutum ve davranışlardan zinhar uzak durulmalıdır. İmadan dahi kaçınılmalıdır. Bu bedeli peşin taahhüt edilmiş, bir tarafı Allah olan bir anlaşmadır.
Burada sadece meşru ve mubah beklenti ‘meveddetel qurba/yakın(lık) sevgisi/sevgi saygıda yakınlık’ beklentisi olabilir olsa olsa… Yoksa hem davet sonuçsuz kalacak, elimize el uzatılmayacak, hem de eller/kefendeki eft cebi boş kalacaktır! Cepler nemalanmış olsa bile bu az bir yararlanma, sonuçsuz, kesat bir ticaret olacaktır. Zira anlık bir getirinin götürüsü daha çok olacaktır! Sizi ‘el açan’ durumuna düşürecek, ‘satın alınan/tutulan(!)’, ‘hizmetli/ücretli’ kılacak, söz ve söylemlerinizin bir kıymeti harbisi -en azından muhatap nezdinde ve çevresinde- kalmayacaktır. ‘Müflis tüccar’ olmak da cabası!
İşin ‘hediye’ kılıfına büründürülmesi de sorunu çözmek bir tarafa sizi daha trajı komik durumlara düşürecektir! Ederin, bahanın dayanılmaz cazibesine karşı ne ağırlığınız kalacaktır ne de değeriniz! Sizden daha cazibi, davudi seslisi, albenilisi, ucuz tarifelisi, titrlisi/etiketlisi bulunduğunda bir kenara atılacaksınız. İşin alaylılık kısmı, mekteplilik kısmı da artık pek fark etmiyor.
Bu işin ilelebet bir meşguliyet olması hasebiyle, özellikle talep patlaması yaşanan Ramazan ayında ve belirli gün ve haftalarda arzda da patlama oluyor. Boyalı basın yayın, sanalından banalına medya bu tarz ticaretlerle, alım satımlarla dolup taşıyor! Ücretin illa bireysel elden teslimi de gerekmiyor ve bu kanallarla pazarlığa açık oluşu da işin cabası; hesap kitap meselesi yani! Müteveffa Yaşar Nuri Hoca; ‘Adam alacak tabi, hem de en üstten alacak! Sen niye dininin kitabını kendin okumuyor, adam tutuyorsun?’ diye meselenin başka bir boyutuna parmak basıyordu hali zül melalimizi orta yere seren…
Meselenin meslek ve maişet kısmı da bir bahsi diğer! Devrik İran şahının ‘Bilseydim, mollaları maaşa bağlardım!’ darb-ı meseli de bir kenara derkenar edilsin! Atasoy Müftüoğlu üstadın ‘İlim adamının, alimin özgünlüğü gibi maişet derdinin de olmaması gerekir!’ sözünü de yabana atmamak lazım. Özel gelirler ayrı da kimin ekmeğini yerseniz, ona bir minnet duygunuz sizi kuşatır, ram olmasanız da mecbur kalırsınız, evlad-ü iyal de girince işin içine!
Telif ve bunlardan kaynaklanan gelirler de bu meyanda meseleye dahil edilebilir. Meselenin duygusal yönü ıskalanmadan duygu yoğun bir çözümlemeden uzaklaşarak makul ve mantıklı bir analiz de pekâlâ yapılabilir. Bu da işin ehline ve ilgililerine gelsin!
Meselenin bu noktasında ana temanın/muhatabın ‘inanmayanlar’ oluşu kısmen farklı anlaşılabilse de bugün yaşanan durum farklı netice vermiyor, nitekim! Ruhbanlardan, ahbardan, onların rab edinilmesinden, haksız yere kulların mallarının iç edilmesinden haber veren kitabımız, bu fiilleri ve failleri kınamakta, çok şiddetli uyarmakta, vaid ile ikaz etmektedir.
Sermayesi ‘din’ olmak! Dinden geçinmek! Bunun türlü versiyonları olsa da ‘kelimelerin yerlerini değiştirmek’, ‘uydurduklarını, bu, Allah’tandır diye yutturmak’, ‘ bilginin bir kısmını gizlemek’, ‘tağyir etmek/siz buna tağşiş de diyebilirsiniz’ gibi yöntemler bunun sadece birkaç türü…
Ev sahibinin aymazlığı, işlet(il)meye müsaitliği kendinden, cürmünden bir şey eksiltmiyor, bunu da ekleyelim! ‘Yoksa sen onlardan ağır bedel istiyorsun da sıkıntıya/ağır yük altına mı giriyorlar!’ şeklindeki uyarı da esasen davetin bedelsiz, çok kolay, ulaşılabilir, yaygın, muhatabını sarsmayan, aksine, bırakın geliri, ‘yan gider’ kabilinden harcamalara konu olarak, ‘müellefei kulup’ gibi bazı avantajlar sunarak teşvik edici, cazibe oluşturucu bir boyut da taşıyor. Bunun güzel örneklerini sayıları az da olsa belli mabetlerde, fedakarlıklar ve ilave sorumluluklar, çabalar gerektiren ve ancak parmakla gösterilebilen kişisel (kişilikli) faaliyetlerle son zamanlarda görüp işitiyoruz. Örneğin (farklı açmazlarına rağmen) çocukların ve gençlerin camilere ısındırılması, oralarda, onlara uygun tefrişat ve düzenlemeler yapılması gibi… (Burada camilerle arası açık İslamcıların da çıkaracağı dersler olsa gerek!) Yine serde devenin bütününe dikkat kesilme var ki (!), genele bakınca, her hafta camilerde toplanan paraların şeffaf bir muhasebesinin bile tutulmaması, cemaatin adeta yıldırılması ve taciz edilmesi, bireyselden ekip organizasyonuna dönüşen okuma çizme, üfleme ameliyeleri gibi dalların/alanların tesisi, dahası ve ‘Yok artık!’ dedirteni diyanetin gelirlerini(!) (oysa giderleri olmalı hem de harcama kalemleri malum ve bildirilmişken) ‘faiz’le nemalandırıyor oluşu… Buna ne ünlem dayanır, ne yürek!!!!
Siz örnekleri çoğaltıp tasnif edebilirsiniz! Hiç zorlanmayacaksınız eminim…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *