Onca açmazımıza, eksiğimize, gediğimize, avantajlarımızın farkında olmamamıza rağmen çözüm yine müslümanlarda… Bu doğal olarak ‘’İslam’da’’ demenin başka bir tarzı! Muhammed İkbal’in ‘Kaç müslümanlardan, sığın müslümanlığa!’ demesindeki inceliğin farklı bir vurgusu…
Mustafa Bozacıoğlu
Hani bir hikaye var; Bektaşiye sorulmuş,’Namaz kılıyor musun?’ diye, cevap ‘Bayramdan bayrama, bayramdan bayrama’ diyerek çok hızlı bir şekilde ifade ile ‘sıklık’, ‘İçki içiyor musun?’ sualine de ‘Akşamdaaaan akşama!’ diye uzatarak güya ‘azlık/seyreklik’ vurgusu yaparak işi ‘kitabına uydurmuş’ ya, o kabilden bir ilişki biçimi, bir sadakat duygusu, bir kulluk şekli var insanımızda, müslümanım diyenlerde… Pamuk ipliğine bağlı ve kendince, keyfince… Özel günlere ve ritüellere, özellikle vicdana, oradan da salt ikrara indirgenmiş, ihtiyaca binaen hatırlanan, mecraından kaydırılmış, örf ve adetlere dönüşmüş, kaynağından kopuk ‘atalar yolu’ tarzında lütfen icra edilen, temenna ile sunulan, getirisi götürüsü hesaplanmayan… Bu coğrafyada olduğu gibi tüm coğrafyalarda… Dinin her hususunda olduğu gibi ‘şehru ramazan/Ramazan ayı’ özelinde de…
Celaleddin’ Rumi’ye atfen bir ifade var ‘ Musa da kul ey oğul, asa da…’ şeklinde, elhak doğrudur! Taşlar var Allah korkusuyla yuvarlanır, tüm mahlukat lisanı hal ile tesbih eder durur, köpek dahi ezanı duyunca ulur! Bunun gibi nasıl insan da kul ise, kulluk için yaratılmışsa Ramazan da bir kuldur, o kulluğa binaen şaşmaz, üşenmez, gecikmez, yüksünmez ‘git’ denilince ‘gider’ ve ‘dön’ denilince de döner. Günlerin aramızda döndürülüp durması da hakeza, insana sunulan fırsatların yinelenmesi, teklifin güncellenmesi, durup düşünüp ‘niçin geldiğinin’ ve ‘gidişatın/menzilin nereye olduğunun’ farkına varılmasının istenmesi, istikametin, yönelişin tashihi varsa hatalar, sapmalar, ihlal ve ihmaller dönülmesi/tevbe ve nedamette bulunulması, sorumluluğun üstlenilmesi, bilgi ve bilincin kuşanılması, azık/rızık olarak da, libas olarak da söz olarak da ‘takva’nın sahiplenilmesi amaçlarıyla bize uzatılmış bir ‘gök sofrası’, tutunmamız için uzatılmış ‘urvetül vuska/sağlam kulp’, ‘kopmaz bir ip’ bağlamında zikredilmesi/hep hatırda tutulması/unutulmaması gereken bir durumdur.
Her ne kadar ‘açlık’ vurgusu öne çıkarılsa da Ramazan bir rızıktır, nimettir, hem sebebi hem de sonucu olan Kur’an gibi…
Evet, tekrar kapımızda… Sağaltmak, sadeleştirmek, yüklerimizden kurtarmak, kopmuş ya da sapmış olan bağ ve bağlantılarımızı, ilişkilerimizi yeniden aslına irca ettirmek, kulluğumuzu ve ubudiyeti vurgulamak, meşguliyetlerimizi tashih etmek, istikameti ve duruş düşünüşümüzü, bunlardan doğan yönelişimizi asli ayarlarına döndürmek, haz ve hız peşindeki perişanlığı, savruluşu, tüketiş ve tükenişi durdurmak, hızla ‘beşeriyete’ düşmekte yarışmakta olan insaoğluna, ‘isyan ve nisyanına’ rağmen aczini, yaratılış amacını, imtihan olgusunu, ertelediği ve görmezden duymazdan geldiği ‘ahiret olgusunu, asıl yarış ve varış mantalitesini tekraren hatırlatmak için aramızda… Asıl hatır sahibinin hatırını salık vermek için bizimle… Ki o hatır sahibini hatırını çoktandır unutmuş, yerine sanal ve banallarını ikame etmiş iken yeniden bir hatırımızın olabilmesi için O tek ve asıl hatır sahibini bize hatırlamak için burada, her yerede…
Alalım evlerimize, mekanlarımıza… Alalım aklımıza fikrimize… Alalım yüreklerimize… Hiç çıkarmayalım!
Hani bir fehva var ya; ‘Ömrü Ramazan olanın, ahireti bayram olur!’ diye, o kabilden, ama sözü mezac vurgusunu ve kastını aşmadan, yanlışa yormadan, muktezasınca hareket ederek… Nedir ‘Ömrü Ramazan olmak!..’? Bu bir duruş düşünüş, bir farkındalık, bir bilgi ve bilinç, bir samimiyet ve aidiyet, bir teslimiyet ve temsiliyet, bir kulluk ve ubudiyet, bir istikamet, bir niyet ve amel, bir sadakat, ‘emrolunduğun gibi dosdoğru ol!’ ve ‘Yakîn/ecel/ölüm gelene kadar Rabbine kulluk et!’ ilahi buyruklarının gereklerine riayet anlamında bir hassasiyeti, bütünlüğü, kapsamı ifade etmektedir, bir açılım, yorum gerektiriyorsa… Esasen gerektirmiyor da biz bir hatırlatma olsun istedik, ‘Arife tarif gerekmez!’ zira! Böyle olduğunda sair insani iş ve ilişkileriniz de bir anlam kazanır, size değer katar ve sevap kazandırır. Bu hassasiyet ve niyetlilik içinde olmadıkça ‘ibadet’ adına ve formatıyla da yapsanız, üstüne üstlük ‘artırma’ gayreti içinde de olsanız, o yapıp edilenler size bir değer katmayacak, ‘karşılık bulmayacaktır! Sözün ikinci kısmı (ahireti bayram olmak) ise aynıyla vakidir! ‘Fevzül azim’ de odur, ‘fevzül kebir’ de… Büyük, yüce, vadedilen kurtuluş…
Ramazan dolayımında fetvaya konu, meselenin bileşenlerine dair çokça ayet, hadis, menkıbe bulunup serdedilebilir! Bunlar çoktan daha fazla yapılıyor zaten! Bu teatimiz çerçevesinde ise gerek var mı? Hem var, hem yok!
Özellikle göreceksiniz yine tv ekranları, uzmanların(!) ve yorum azmanlarının işgaline uğrayacak! Hiç de eksik olmayan müşterilerine fetvalar dağıtılacak! Ne mangalda kül, ne affedilmemiş kul kalacak! Ortalık yangın yeriyken, güzellemeler yapılacak, festival/karnaval havası estirilecek! Masal, ninni ve martavallar havada uçacak! Herkes uçacak, kaçacak; fetva ve yorumlar, ısıtılıp servis edilen konular dudak uçuklatacak! Sakız gibi çiğnenecek meseleler; sakızın orucu bozup bozmadığı ana gündem olacak! Kulluğu bozan şeyler zinhar konuşulmayacak, o konularda sükût orucu tutulacak! Akıl tutulmasının, idrak yolları enfeksiyonlarının yeni ve türedi örnekleri bolca görülüp duyulacak!
Ramazanın ana kavramları, başta Kur’an’ın bizatihi kendisi, oruç, iftar ve imsak, sahur, Kadir gecesi, hatim, itikaf, vahiy, zekat-sadaka- fitre, orucu bozan ve kabule şayan kılan meseleler, ‘ortada kuyu var yandan geç’(*) tarzında ya görmezden gelinecek, üzerlerine yeni bir gömlek giydirelecek, mit ve menkıbeler ayyuka çıkacak, değerlerimiz tüketilecek, polyannacılık oynanacak, konu evrilip çevrilip iftar sofrası ve düzenine indirgenecek, Ramazandan ve müslümanlardan/müslümanlıktan geçinme asla ve kat’a ihmal edilmeyecek, hakkı verilerek (ama Hak kaygısı gütmeden) itinayla gerçekleştirilecektir!
Düşünebiliyor musunuz müslümanım diyenlere Ramazan ve Kur’an ilişkisini, irtibatını salık verip onu aslına döndürmenin gereğini hatırlatmanın pür/zul melalini… Kurban gibi oruç da bize sunulan ilahi rahmetin, verilen başta Kur’an nimet ve rızkının, hidayetimizin vesilei şükranesidir.
Fakirlerin, açların halleriyle hemhal olmakla, empatiyle kesinlikle bir irtibatı yoktur! Olsa bile bu sayılacak, sıralanacak maddelerin en sonuncusu olurdu herhalde! Zira öyle olsa ilahi rahmet onlara orucu farz kılmazdı!
Bu bir muhasebe, murakabe fırsatı, fıtrat ayarlarına dönme zamanı… Literal vahyi olduğu kadar, hakkını vererek, hakkına riayet ederek enfüsî ve afakî ayetleri de ‘okuma’ ameliyemizin içine katabilmek vaktidir! ‘Vakti kuşanmak’ zamanıdır (Atasoy Müftüoğlu üstadın kitap isminden mülhem)! Dış prejeksiyonu, meşguliyetleri azaltıp içe doğru derinlik yoğunlaşma yolculuğu… Asla ve usule riayet için tekrarlanan bir imkan…
İnanın böyle bir yetki bizlerde olsaydı kimseye zerre hoşgörü göstermez, fersat vermez, bedeli peşin ödetirdik! Ne yüce ve rahmeti bol bir ilaha kuluz ki, bizlere her türlü cürmümüze, zulmümüze (Zulmün en kötüsü de imana zulüm karıştırmaktır), kusur ve hadsizliğimize rağmen fırsat sunuyor, ufak bir adımımıza mesafesiz karşılık veriyor, kötülüklerimizi ufak iyiliklerimizle örtüyor, iyiliklerimize kat be kat fazlalık veriyor. Ne kılavuzsuz, ne pusulasız, ne de örneksiz bırakıyor! Yolu da, yolculuğu da, yol azıklarını da, yol refiklerini de, yol kılavuzunu (teorik ve pratik) da, yol araçlarını da, yol işaretlerini de, varış ve istikameti de, imtihanın gerekleri ile akabindeki suallerini (cevaplarını da burada bilmemiz için bildirerek, ipucu olarak değil, çok bilinmeyenli denklem olarak da değil, cevap anahtarı sunulmuş, örneklendirilmiş olarak) de vererek, rahmet, bereket, istiane, ilahlık ve rabliğini bittamam ikame ederek sunmaktadır.
Bize düşen sadece kendi leh ve hayrımıza olan umdeleri alıp baş tacı bilerek hayatımıza aksettirmek, insanlık için de alınabilir birer örnek kılabilmektir.
Şimdi bu çağın bu zamanında, bu an ve mekanlarında sözü eğip bükmeden, yere düşürmeden, kınayıcı ve çeldiricilere aldırmadan ne söylemeliyiz? Nasıl söylemeliyiz? İlla ki yeni ve farklı bir şey mi söylemek zorundayız? Tamam ‘odun gibi de olmasın’ ama her nabza şerbet verecek, yaranmacı, müdahaneci, pazarlıkçı, eklektik, çoğulcu vb maluliyetlerden uzak, asliyetini koruyan, hakka tabi ve hikmete uygun olmak zorunda değil midir, her hal ve kaalimiz?!
Merhum Ercümend Özkan’ın dediği gibi ‘İnsanımız İslam’ı seviyor, ama sevdiği dinini bilmiyor!’ ifadesinde karşılığını bulan ve fakat kimsenin kabule, itirafa yanaşmadığı bir ortam, bir vaziyet içinde müslümanım diyen yığınlar, kalabalıklar! Her türlü yanlış, dokuya uyumsuz, ana ve asıl renge zıt durum ve duruşları, şeytandan ve öteki diye kesip attığımız kesimden biliyor, kendimize dönüp neleri ihmal ve ihlal ettiğimize bakmıyoruz! Kendimizle ilgili ihmal ve ihlallerimiz bir tarafa, asıl sorunlu ve hesabının verilmesi zor olan husus olan bir hayra (ki buradaki hayr da kendince ve keyfince anlaşılan değil, hakka ve hakikate dayanan, oradan neş’et eden, Allah’ın rızasına muvafık olan, verili olan ve onda mündemiç, ondan mülhem örneklenenlere uygun olandır, yoksa kişi adedince hayr tanımyla karşılaşmak işten bile değildir! Nasıl mı? Halep oradaysa, arşın burada…) el ve omuz vermemek, sesine ses, imkanlarına imkan katmaktan imtina etmektir! Bir şey olmuyorsa bundandır! Sonra kimse kalkıp da ‘Niye olmuyor?’ diye çözümü yitiğin kaybedildiği yerin dışında sahte neon ışıklarının altında aramaya kalkmasın! Hele hele ‘Bize düşen süreçtir!’ deyip sorumluluğu, sonucu –her nedense!- nasip etmeyen(!) Allah’a yüklemeye kalkmasın!
Bu noktada bilmem ki Bakara suresinin ramazan ve oruçla ilgili ayetlerini sıralayıp oradan va’zü nasihate geçmeye gerek var mı?! Zaten asli sorunlarımızdan biri de o bütünlüğü, kuşatıcılığı yakalamadan, tombalacı ve atomcu mantıkla her meselenin önüne ardına, bir kılıf gibi, zırh gibi, ya da ‘kitabına uydurup kitabın ortasından konuşuyormuşçasına’ ahkam keserek ayet, bir ötesinde de hadis döşeyerek haklılık iddiasına kalkmak değil midir?! Çözümü, çözüm için ana ekseni, çözümsüzlük için işe koşmak!..
Evet, Ramazan bizatihi bereketiyle geldi şimdiye kadar, şimdiden sonra da öyle gelecek. Bizler ise ‘Ramazandan ramazana’ onu ya göreceğiz, ya görmeyeceğiz! Ya duyacağız, ya duymayacağız! Ya istifade edip bereketleneceğiz, rızıklanacağız, ya da açlık ve susuzluk kalacak geriye! Yani Ramazandan geçineceğiz!..
Oysa Ramazan ‘yakîn gelene kadar’ aynı hassasiyet ve samimiyet içinde sürdürülen ömürlerin bir soluklanma, bir tazelenme, bir tefekkür ve muhasebe (yıllık), bir donanım takviyesi için mola ve dinlenme, arınma için vahyin kucağına sığınma vakti ve imkanıdır. On bir ayın sultanı oluşu da ondandır!
‘Ömrün ramazan olması…’ söylemi de işte buradan hareketle, diğer on bir ayın da ihmal edilmemesi, kulluk ifasında gevşekliğe düşülmemesi, bir bütünün parçaları gibi değerlendirilmesi gereken önemde olmasındandır. O bir ayda oruç tutacağız ve o oruçlar da bizi diğer aylarda tutacak. Yakıt/azık ikmali gibi düşünün…
Düşünün ‘tevhid’ örselenmiş, Allah’ın buyrukları dikkate alınmaz olmuş, hayata nizamat verenler marifetiyle –ki bunların çoğu müslümanım diyenlerin merkez ve çevre etkisinde- Kur’anın şifa ve ziyasından bile isteye, göz göre göre uzaklaşmak adeta yol edinilmiş, sözüm ona iddia ve aidiyet beyanları, ritüel göstergeleri altında ve ‘miş’ gibi ilişkilerle, türedi yöntemlere girişilmiş ve tüm bunlardan sonra ‘kendi himmete muhtaç dede’ pozisyonuna düşülmüş… İşte düştüğümüz yerden kalkma fırsatı… Bir kez daha! Bakalım, ‘Kim ere, kim göre?’!
Bir ‘Ramazan’ yazısında, kalemle kotarılan kelamlar sohbetinde neler söylenebilir başka, bilmiyorum… ‘Ahalinin teveccühü ve talebi, gündemin aramızda dolaşımı ve yoğunluğu için yapılması, alınması gereken tedbirler, çözümler nelerdir, bunun gibi özel gündemleri nasıl avantaja çevirebiliriz?’ (Pandeminin daralttığı alanlar ve kullandırtmadığı imkanlar ne yazık ki kalıcı mazeretlere dönüşmek üzere!..) gibi hususları teati edip araştırmak lazım, doğru ve sağaltıcı arz açısından. Şimdilik ‘burada olanlar olmayanlara, okuyanlar okumayanlara’ duyursun diyelim, en azından kendi sorumluluklarımız adına… Yine Nasreddin Hocaya atfen anlatılan; ‘Ne anlatacağımı biliyor musuz ey cemaat?’ sorusuna, onların farklı zamanlarda verdikleri ‘Bilmiyoruz!’, ‘Biliyoruz!’ ve ‘Yarımız biliyor, yarımız bilmiyor!’ cevabına karşı; ilkinde ‘Öğrenin gelin!’, ikincisinde ‘Biliyorsanız anlatmaya gerek yok, gereğini yapın’ ve sonuncusunda da ‘Bilenleriniz, bilmeyenlere öğretsin!’ tarzında karşılık vermesi, üzerinde çok düşünülmesi gereken inceliktedir.
Kaçıncı kez tekrarlanan bu geliş ve gidişler, inşallah ilk kez de olsa insanlık için bir uyanış ve silkinme fırsatı olabilir, insandaki gel-gitleri durdurabilir. ‘Nerede hata yapıyoruz?!’, ‘Bu gidiş nereye?!’ suallerinin doğru cevapları için bizleri harekete geçirip tefekkür ve tezekküre, niyetlerin halisliği, amellerin salihliği cehdine sevkeder…
Onca açmazımıza, eksiğimize, gediğimize, avantajlarımızın farkında olmamamıza rağmen çözüm yine müslümanlarda… Bu doğal olarak ‘’İslam’da’’ demenin başka bir tarzı! Muhammed İkbal’in ‘Kaç müslümanlardan, sığın müslümanlığa!’ demesindeki inceliğin farklı bir vurgusu… Neticede İslamî temsil müslümanlar eliyle, marifetiyle olacak, başka yolu var mı? Muhtaç olduğumuz kudret bu dinin asli kaynağında ve onda mündemiç, ondan mülhem risalet örnekliğinde, sahih sünnetinde fazlasıyla mevcut! Yeter ki bunu ‘ramazandan ramazana’ tarzındaki edilgenlikten, kolaycılıktan, kestirmecilikten kurtaralım ve sahici bir ilişkiler süreci geliştirelim, bunu kalıcı hale getirelim… Her ne bahasına olursa olsun, ama yalnız ‘Allah’ın hatırını’ gözeterek.
Ramazanın bereketi kuşatsın hepimizi, o bereketi temsil azmi versin, gün ve gecelerimiz ‘Allah’ın boyası’ ile anlam kazansın, ömrümüz ve ahirimiz bayramlarla buluşsun…
(*) iktibasdergisi.com/2018/02/20/ortada-kuyu-var-yandan-gec-unutturulan-din/
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *