Konu ‘dini siyasete alet etmek’ şeklinde kurgulanınca ‘din’ araçsallaşmış, ‘siyaset’ amaçsallaşmış olmaktadır. ‘Din’ aparat, alet, maşa olarak kullanılmakta ve tüketilmekte ‘siyaset’ ise daha üst konumda kutsal, ana unsur olmaktadır.
Mustafa Bozacıoğlu
Son zamanların, özellikle son yirmi yılın altı çizilerek ve yüksek tondan dillendirilen bir ifadesidir bu: ‘Dini siyasete alet etmek’!
Esasen bu coğrafyaların hemen her an ve mekânında görülen, duyulan ve sebepleri-sonuçları ile yaşanan, süregelen bir olgusudur bu yargı. Hakikat payı vardır yani…
Yalnız bu vurgulu ifade ile bir şeyler söylemek, eleştiri sunmak —sözüm ona — çabasıyla hemhal olan özellikle muhalefet çevrelerinin alacakları bir paye de yok! Zira bu tersinden vurgu ile kendi yapıp ettikleri şeyler de bu gerçeklikten uzak ve ari değildir.
Uzak ve ari olamaz, zira bu topraklarda dinin çekim dünyasından meşruiyet alanından uzak ve yalıtılmış söylem ve eylemlerin bir getirisi olmayacağı gibi götürüsü de çok olacaktır, olmaktadır da (en azından oy olarak)… Bu hep böyle olmuştur, olacaktır da… Peki böyle mi olmalıdır? İşte bu soru, asıl sorulması gereken sorudur ve bu yazı ile buna bir açılım getirilmeye çalışılacaktır.
Hemen peşinen ve gündem gereği söyleyelim ki müzmin muhalefetin son günlerde dillendirdiği ‘helalleşme’ vurgusu da tam meselenin bam telidir. Dinin çekim alanı ve muhafazakârane(!) etkisiyle meşruiyet taşıması, cazibesi ile ilgilidir. Muhalefet açısından da ‘Ne onunla, ne onsuz!’ yani… Yoksa acaba siyaseti mi dine alet ediyorlar? Ya da bu eleştiriyi dillendirenler dinlerini çok önemseyip benimsedikleri için üst konuma yerleştirerek kirlenmesinin, zarar görmesinin önüne mi geçmek istemektedirler?! O üstün gördüklerini varsayacağımız dinleri onları ne hale getirmiş bir baksak mı? Dinle ilişkileri ‘Allah’a ısmarladık’tan, ‘Benim ninem de başörtülüydü (türbanlı değil)!’ demek, bayram tebrik etmek, Cuma, bayram geceleri içmemek tarzıyla mı sınırlıdır acaba?! Yoksa zaten üst konum olarak dine biçtikleri ‘vicdan’ ve ‘ikrar’ kâfi mi gelmektedir?! Gerçi ikrar konusu muhafazakâr kitlenin kahir ekserisine de yeterli gelmektedir ya, ayrı konu…
Unutmadan üstteki soruyu ana omurga, büyük kitle açısından da yinelersek, adaletli davranmış olsak da sonuç büyük oranda değişmeyecektir: Üstün gördükleri din onları ne hale getirmiştir?! Yok birbirimizden farkımız…
Sözüm ona üstün görülen din, üst bir yere, raflara, vicdanlara, dokunulmaz (hayata da dokunmayan) yerlere yerleştirilmiş, orada duruşu birileri için bir ‘üstünlük’ sebebi sayılmış, dokundukları ve dokundurmadıkları dokularla yeni ve farklı dokular dokunmuş, önce din olgusu değiştirilmiş oradan da kişilere ve kişiliklere dokunulmuş, onların değişim, dönüşüm ve başkalaşımı da kolay hale gelmiştir. Burada ‘yumurta-tavuk’ ikilemindeki gibi tersi bir etkileşim de söz konusu edilebilir pek tabii ki…
‘Dinin siyasete alet edilmesi’ meselesine dönersek, bu olgu ve yargı esasen hayatın her an ve alanlarına sirayet etmiştir desek yeridir. Dinin ticarete alet edilmesi, dinin sağlığa, eğitime, yasama ve yargıya, sosyal ilişki ve düzenlemelere alet edilmesi gibi… Bu iş artık vakayı adiyeden oldu… Amma velakin şikâyeti dillendirenler haklı ama alacakları yok! Gerçek anlaşılsın, hakikat ortaya çıksın, din yalnız Allah’ın/Allah için olsun diye bir dertleri de yok davaları da… Din ile ilişki ve irtibatları kökten sorunlu zaten…
Bizim sorunumuz, bu toprakların genel ahvali olarak da bu zaten; dine aidiyet, dinî aidiyet izhar edenlerle bila mecbur dine vurgu ile onu hayatın dışına, vicdanlara hapsedenlerin teorik ayrışmaları… Pratik onca benzerliğe rağmen… Aslen ayrışma söz konusu edilebilse de usulen pek farklı da değiller hani!
Dinin aslına riayet ve usulü, yer ve konumu, getirdikleri ve götürdükleri, kırmızı çizgileri, sınırları, yükümlülükleri vb. açılardan çok da fark yok ortalıkta… Bunu ‘olması gerekenden’ hareketle ‘olanlara ve olmayanlara’, ‘olmaması gerekirken olanlara’ bakarak rahatlıkla söyleyebiliriz. Ortada bireysel çıkarımlar, ritüellere ve mabetle (ki o da asli misyonunu ifade etmiyor/edemiyor ne yazık ki güya müntesipleri aidiyet ve sahiplik izhar edenleri marifetiyle) sınırlı bir alana indirgenmiş algılar bütünü (fazlalıkları ve eksikleriyle) görülebiliyor sadece…
Zaten malum kişilerin serzenişleri, ‘merd-i kıpti’ kabilinden ‘sirkat’ içerecek boyutta da; ya bu tarafın, ana omurga vehmedilen kitlenin, muhafazakar taifenin yapıp ettikleri nicedir, ne evsaftadır? İler tutar yanları, hak ve haklılık iddia edecek durumları, dini temsiliyete yüzleri var mıdır, kalmış mıdır?
Bakınız işimiz hep şikâyet ‘dır dır’ değil, bu, bahsedilen ana taifenin de onmaz, anlaşılmaz yargı, itham ve yadsımasından, ‘suçluluk psikolojisinden’ kaynaklanmaktadır.
Konu ‘dini siyasete alet etmek’ şeklinde kurgulanınca ‘din’ araçsallaşmış, ‘siyaset’ amaçsallaşmış olmaktadır. ‘Din’ aparat, alet, maşa olarak kullanılmakta ve tüketilmekte ‘siyaset’ ise daha üst konumda kutsal, ana unsur olmaktadır.
Oysa bizler biliyor ve inanıyoruz ki ‘siyaset’ insanların iş ve işleyişlerini, ilişkilerini, yapıp etmelerini gözeten, takip eden, ‘at bakımıyla uğraşan seyisin görevleri’ şeklinde tahakkuk eden bir araç, yöntem ve usule dair bir unsurdur. ‘Din’ ise hayatın her an ve alanına dair sınırlar çizen kurallar koyan, yaptırımlar beyan eden, düzenleyen, ‘usulü’ de belirleyen ‘asıl’dır.
Bu manada olsa olsa ‘siyaset’ araç, aparat olabilir, ‘din’ ise hedef ve hedefe dair ‘amaç’tır. Din esasen kendisi bir ‘amaç’ olmakla beraber, o amaca yönelik yol ve yöntemleri, usulü yani ‘siyaseti’ de içeren, belirleyen, etkileyen, renklendiren bir forma, niteliğe sahiptir. Yani bizler ‘dini’ siyaset için bir araç değil ‘kaldıraç’ biliriz.
Meselenin bu noktasında ‘din’ olgusunun da kapsamı, nedenselliği, boyutları, konumu düşünüldüğünde ‘araç’ mesabesinde görülmesi pekâlâ mümkündür. Zira ‘dinin’ kendisi ulaşılan, erilen bir son nokta değil, onun vesilesiyle, ona bakarak, ona göre bir konum, usul içinde özetle ‘Allah’ın rızası’, ‘ahiret saadeti’ denilebilecek son noktaya, zirveye, akıbete erişebilmektir. Dinin amacı buna vesile olmaktır. Buradaki iş ve işleyiş sebebiyle ‘dünya saadeti/ekini’ ve bunun akabinde de ‘ahiret saadeti/kurtuluşu/nimeti/cennet’ olarak ifade edebiliriz dinin misyonunu… ‘Ona ermek’ değil; onunla bir hedefe varmak’…
Bizim siyasetimiz zaten dinimizin icra ve ifasıyla alakalı olarak bir madalyonun iki yüzü gibidir. Hep dediğimiz gibi (Ercümend Özkan merhumun terkibiyle) ‘bu dinin siyaseti, ibadeti ile aynı dokudan olmalıdır!’ aynı renkten olmak zorunda olduğu gibi… Türedi değil, nefsi ve hevai değil, değişkenlere bağımlı değil (sabitelere bağlı)…
Bizler dinimizin hayatın ve hayatımızın her an ve mekânına dokunduğu, renk verdiği, kurallar koyduğu, oyunu belirlediği, yaptırımlar sunduğu bilgi ve hakikatinden hareketle, siyasetimizden ticaretimize, hukukumuzdan sosyal/medeni hayatımıza, sağlıktan eğitime, beşeri münasebetlerden devlet ve devletler arası ilişkilere değin her konuya o açıdan bakmak ve ona göre davranmak, iş ve işleyişleri bu doğrultuda düzenlemek ve sürdürmek zorundayız. Olanın, olması gerekenden farklılığı bizleri yanıltmasın! Burada ‘siyaset’ bir başlık olarak alınarak, ‘ekonomiden hukuka, kişiler arası ilişkilerden devletler arası ilişkilere, eğitimden sağlığa, sosyal hayattan hadlere kadar tüm iş ve işleyişin genel bir çekip çevrilmesinin, tarzının, yönteminin adı olarak kullanılmalı, anlaşılmalıdır.
Tekraren hatırlatalım ki ‘dinin siyasete alet’ edilmesi olgusu şikâyet edenin de haklı olmadığı, cürmünün, benzer su-istimalinin bulunduğu bir durum, vakıa olmakla beraber, asıl ihmal ve ihlal kendini dini aidiyetler ve çoğunluk/nicelikler içinde konumlandırıp ifadelendiren kesimde, muhafazakâr tesmiye edilen kitlede görülmektedir. Hem teorisiyle hem pratiği ile din siyasete alet edilmekle beraber olgu, oradan ticarete/ekonomiye, idareden ilişkilere, kişiden aileye, aileden topluma, eğitimden hukuka her alanda dejenerasyon, savrulma, pörsüme, hak ve hakikatten uzaklaşma, aidiyetlerin sırf şekli ve dilsel alana sıkıştırılmasına değin uzanmıştır. Sonuç olarak din, tüm meselelerin ‘meşruiyet’ kriteri/ölçüsü/kıstası iken, ‘meşruiyet kılıfına konması’ için bir aparata indirgenmiş durumdadır. ‘Maslahat olgusunun deformasyonu’, ‘kitabına uydurma’, kısacası ‘kendini/zannını/yapıp ettiğini daim haklı ve mazur görme temayülü’ yol olmuştur. Kanıksanmış, karaktere dönüşmüş, dönülmez (!) yolun işaret fişekleri, taşları olmuştur.
‘Allah için’, din-iman için olması gereken teorik ve pratik yönelimler, çıkarımlar, kişi için, grup için, kendi fırkası/tarifesi/(sözüm ona)cemaati için olur, algılanılır hale gel(in)miş, çıkara endekslenmiştir. Ondan sonrası ise tufan…
Elde geriye ne kaldı; tüm eksiklik, hata ve günahlardan sahibinin, burada da müslümanlık beyanında/iddiasında bulunanların ‘sorumluluğu, vebali iddia edilirken/söz konusu iken, neticede oklar, ithamlar bizatihi dinin kendine yöneltilir olmuştur. Elbette bizlere düşen bu paradoks, yanlış tutum ve düşüncelerden bir an önce kurtulacak doğru bir ‘din bilgisine’ ve oradan da ona uygun ‘siyasi’ bilince ulaşma, o donanıma erme çabaları olacaktır. Uyuşturucuların, uyutucuların hipnozlarından, tuzak ve algı operasyonlarından uyanıp uyanık kalarak…
İşte bütün mesele bu; siyaseti dinin hizmetine sunmak ve onun refakatinde icra etmek! ‘Olmak’ için, olmazsa olmaz olarak… İyiler ve iyilikler Rabbin kelimesini ilâ/yüceltme için uğraşır çabalarken, kötü ve kötülükler kendi çıkarları için onu kullanırlar ve kendi egemenlikleri/ilahlıkları için tüketirler!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *