Taşların Allah korkusundan yuvarlandığı, tüm mahlukatın lisanı hal ile tesbih ettiği düşünüldüğünde, emaneti yüklenen insanın şu içine düştüğü durum acınası mı desek, ağlanılası mı desek, çok vahim bir durumdur.
Mustafa Bozacı
Hikayeyi bilirsiniz, aslında hikayeden öte bir ritüel, kitaba uymayıp kitabına uydurma, kelimelerin yerlerini değiştirme ve tahfif örneği; ‘günah keçisi’ uygulaması (Şükrü Hüseyinoğlu’ndan mülhem)… Ehli kitaptan Yahudiler yıl boyu işledikleri günah ve cürümleri, ihlal ve ihmalleri bir keçiye yükleyip/üfleyip onu çöle salarlarmış ve de o keçi telef olduğunda o günah yüklerinden kurtulacaklarına inanır olmuşlar ve deyim de buradan tevarüs edilmiş. Ehli kitabın Hıristiyanları ise işi keçinin telefinden ve bedelinden kurtarıp(!) kilise ve ruhbanlara havale ederek ama yine kitaba uymayıp kitabına uydurarak, kendilerince bir çözüm üretmişler ve günlük, aylık, yıllık bir ön muhasebe ile günahlarını itirafla, rahibin iki dudağına ve bağış kurumuna havale etmişler, format değiştirmişlerdir.
Aslında değişen sadece form da değil ‘norm’ da bu arada operasyona uğratılmış, başkalaş(tırıl)mış, araçsallaş(tırıl)mıştır. Zamanımızın ‘Ehli kitap’ nitelemesi son ilahi vahyin muhatabı olarak tüm insanlık ve Müslüman cenahta ise durum ne yazık ki çok farklı değil! Yine kitabına uydurmanın emarelerini görmek mümkün.
Esasında farklı olan çok şey de yok değil! Farkın onlara rüçhaniyeti de ‘son vahiy’ ve dahi son nebinin -ki O, aynı kitaba uydurma ameliyesiyle ilk ruh, insan ve nebi addedilmiştir; kainat yüzü suyu hürmetine(!..) yaratılmıştır- ümmeti olma ayrıcalığı kılıfına, pardon meşruiyetine(!) dayandırılmasıdır. Kılıf hem büyük hem sağlam yani! Kendilerini sağlama almayı bilmişler ‘sağlam kulp’ ellerinde ortada dururken üstelik!
Evet, son versiyonu/sürümü ‘günah keçisi’ hikâyesinin, hem çok renkli hem de çok kanallı, alternatifli, şıklarından birisi mutlaka sizi kapsayacak kadar geniş yelpazeli ve sayısız! Yazı da gelse tura da gelse kaybetmiyorsunuz, dik gelme şansı ihtimali de bulunmuyor! Velev ki oldu, ‘A şıkkı’ her zaman kurtarıcı olarak, can simidi olarak hazır ve nazır bekliyor! ‘A şıkkını’, ‘Kim (La ilahe illallah) derse cennete gidecek!’(*) hadis denilen/bilinen/inanılan ifadeye tahsis ederek -ki sözün bağlamı ve içeriği zannedilenin çok ötesinde ve bir fedakârlığı, bedeli ifade etmektedir-, rastgele bir sıralamayla ‘kabir azabı’, vesile, rabıta, bir şeyhe intisap, cehennemden çıkış, kandiller, farklı versiyonlu ‘şehadet’ algısının getirisi, son ümmet, bolca salavat, yine altının önemle ve kırmızıya çizilmesi gereken ve yukarıdaki maddeler olmazsa/uymazsa/yetmezse ‘şefaat’ algısını ilk akla gelen diğer şıklar olarak sıralayabiliriz! Ne şık değil mi?! Seç, beğen, al! Toptan da olur, perakende de! Esasında bu maddelerin pek çoğunun son vahyin ilk muhatabı ‘cahiliyye ile mevsuf’ kitlesinden tevarüsle ve Ehli kitap taifenin iki kesiminden takliden, kopyalama ve aşırma yollarıyla edinilmiş olduğu da söylenebilir. İletişim, alış-veriş, kervanlar, kutsal seyahatler, özellikle hac mevsimi, iletilenin yerel ve örfi olanla bulamaç edilip hem norm hem form olarak başkalaştırılması (samiri kıssası), biraz ondan, biraz bundan tarzında, kutsaldan meşruiyet de devşirerek, zamanla aşılamaz/sorgulanamaz bir ‘atalar kültü/yolu’ oluş(turul)muş, her gelenin içine bir şeyler boca ettiği!.. Tersinden aşure kıvamında bir yal/yem/avuntu azığı ortaya çıkmış, yordam sergilenir olmuş. Son ilahi vahiy, bu dış müdahaleleri tasfiye, iptal, ilka ile doğrularını ikame ve idame ettirmiş, olması gerekeni örneklik etrafında göstermiştir.
Gelgelelim zaman içinde ‘cahili yollar/duygular’ depreşmiş küllere üfürülerek kor, harlanmış ve bir kez daha ‘sapma’ tahakkuk etmiştir. Hala da kat’i bir çözüme, tashihe varılabildiğini, algı yanılsamalarından kurtulabilindiğini söyleyebilmek ne yazık ki pek mümkün görülmüyor. Merkezden uzaklaşıldıkça makas açılmış, algılar öne çıkmış ve insanlar, kendilerince tevillerle suya sabuna dokunmadan, daha doğrusu her ne ise dokunup peşin bir ‘yunma/arınma’ umarak, sınırsız ve sorunsuz bir dünya hayatı peşinde koşmak sevdasına kapılmışlardır. ‘Hak ediş’ olmadan hep kazanmak, mutlaka kazanmak hesabı üzerinden -ki hakiki mü’min her hâlükârda istikamet üzere olmakla kazanandır- ‘peşin ödeme’ beklenmektedir. Ne yardan ne serden vazgeçme göze alınamamaktadır.
Bu sayılan bizdeki ‘keçi/günah savma’ mesabesindeki hususların her biri başlı başına ele alınıp içeriği, kapsamı, bağlamı değerlendirilebilir, ama bunların hepsinin genel bir bakış ve algı yanılsaması oldukları muhakkaktır. Hangisini ele alsanız, elde kalan bir şeyin olmadığını, dinle zoraki ve nefsi bağlantılar, ilgisiz ilintiler kurgulanıp uydurularak bir meşruiyet devşirilmeye çalışıldığı ‘hadis külliyatının’ da bu konuda araçsallaştırılıp suistimal edilerek işe koşulduğu bilinen bir gerçektir. ‘Bilinen’ derken elbette işin farkında olan, bilgi ve bilinç içinde asla ve usule riayet edenler kastediliyor. Yoksa o yanılsamalar da kendilerini ve yapıp ettiklerini bir (en başta hadis külliyatı) bilgiye (zan ve kuruntu/uydurma rivayet), bildiğini ve bir bilen olduğunu iddia ettikleri; atalar, abi, şeyh gibi kurumsal/tüzel veya kişisel mercilere yaslamaktadır! Dahası, işin ‘batıni’ yönüyle kendilerinde bir keramet, maharet, seçkinlik vehmetmektedirler.
Bir de adeta, tüm ihtimalleri hesaplayıp ölçüp biçip(!) bir sürpriz yaşamamak(!) adına opsiyonlar/alternatifler(!) üretilmiş de üretilmiş, eklenmiş de eklenmiş, her ihtimalde eşek sağlam bir kazığa(!) bağlanmıştır. Sağlam kulpa, kopmaz ipe yapışmak/sarılmak dururken! Nurun âlâ nur misali, ama tersinden!! Ne sa’ye, ne cehde, ne sabra, ne tedbire, ne liyakata, ne takvaya, ne ubudiyete, ne kararlılığa, ne temsiliyete, ne rikkate, ne tadili erkana, hasılı hiçbir şeye özen ve önem göstermeye gerek kalmıyor! ‘Ne olsa geçer’!! Bilmiyorum ‘aşk’ ile denmesi (S. Çelebi mevlidi) ne değiştirir de ‘lisanın’ ‘Allah’ telaffuzu yetiyor, hatta artıyor bile!
Taşların Allah korkusundan (elbette bazılarının) yuvarlandığı, tüm mahlukatın lisanı hal ile tesbih ettiği düşünüldüğünde, emaneti yüklenen insanın şu içine düştüğü durum acınası mı desek, ağlanılası mı desek, çok vahim bir durumdur. Aklın dumura uğraması, akıl tutulması bu olsa gerek! Ümitsiz vak’a, müzmin rahatsızlıktır bu!
Aslında aklıselim kendini, hal ve gidişatını ve akıbet planlamasını en kötü ihtimal üzere yapmayı salık vermez mi? Siz en kötü ihtimal üzere bir planlama ile hareket eder, süreci işletirseniz aksi her durum, sizi göreceli de olsa en kötüye göre daha iyi bir netice olacağından rahatsız etmeyecek, hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Aksi durumda siz planlamanızı hep en kârlı/iyi sonuç için, ‘kazan kazan’ politikası çerçevesinde yürütürseniz, olası en küçük, aleyhteki bir aksi durum sizi savuracak, sarsacak, hayal kırıklığı ve pişmanlığa sevk edecektir. Önce kendinizi, sonra muktesebatınızı sorumlu tutacak, onlardan feragate sevk edecektir bu durum! Ya da işi Allah’a havale ederek, ‘Vardır bir hikmeti, biz süreçten sorumluyuz!’ kolaycılığına itecektir.
Ya hesapta tutarlık yoksa?! Ya öyle değilse?! Ne olacak o zaman?! Burada kişisel iyi niyet ve beklentiler işlemiyor, dünyadaki ölçüp biçme sistemi kabul görmüyorsa ne olacak?! ‘Bir şans daha’ ihtimali sunulmayacağı bilgisi/hakikati de elimizde mevcut iken, bu garantici, aynı zamanda da beleşçi tutum neyin nesidir? Kimin fesidir? Nasıl bir zokadır?!
Her şeye rağmen ‘Ya varsa!’ diyen, inanan olursa, işte o zaman zaten ‘kazan kazan’ tahakkuk etmiş demektir. Korku ve endişeye mahal yok demektir o zaman! Siz zaten hazırlıklı iken, gereğini gereği gibi ifa etmenin huzur ve sükunu/emniyeti içinde bir de ekstra taltif ile mutlu sona ulaşmışsınız demektir, Allah’ın inayeti ile… İşte asıl ‘nurun âlâ nur’ olan duruş, düşünüş ve yaşayış da bu olsa gerek!
Gereksiz ve yersiz kaygılar kadar, boş beleş hevesler, kuruntular da bizi yanıltır, bize fren olur, yanlış istikametlere ve hatalı süreçlere sevk eder. Bu konuda da ifrat ve tefritten uzak durmak, iktisad ve vasat olanı şiar edinmek gerek!
Parçacı, atomcu, bütünü yadsıyan/ihmal eden, bağlamı görmekten uzak yaklaşımlar bizi sağlam ve olması gereken bir sonuca, bizden beklene/istenen yere götürmez! Ayeti ayetle dövüştürür, hadise ayeti nesh ettirirseniz peşinen söyleyelim zaten güvendiğiniz dağlara kar yağacak eliniz avucunuz boş, hevesiniz kursağınızda kalacak demektir.
Tüm risalet tarihi ve hassaten son elçi son nebi Hz. Muhammed (a.s.)’in hayatı, bizatihi öyle badireler, öyle yoğun mücadeleler içinde geçmiş, sürmüş, sürülmeler, yoksunluk ve yorgunluklar dokunmuş, ‘Allah’ın yardımı ne zaman erişecek?’ denilecek haller yaşanmış, üstelik süreçte asli görevler, ibadi vazifeler de asla ve kat’a ihmal edilmemiş, ertelenmemişken hangi akıl ve mantık insana ‘eleği hiç kullanmadan astırıp’ armut piş ağzıma düş zehabına/algısına/düşüşüne sevk eder ki? ‘Düşünmeyince’ başka ne olabilir ki?! Üstelik o azim mücadeleyi vermiş, yerini yurdunu terk etmiş elçisine o uydurmaları yükleyip sözüm ona, O’na üstün bir konum, diğer elçilerden ayrı bir makam, teorisine de pratiğine de uymayan söylemler yamayıp yakıştırarak bunu yapmak… ‘Ne cürettir’ mi desek, ‘ne aymazlıktır’ mı desek?! Ne menem bir cürümdür bu, bu nasıl bir zulümdür!
Örümcek evine sığınmış insan, kendini muhkem, müstahkem kalede vehmediyor! Bu bir helvadan put! Acıkınca da mimarı/sanii/banii tarafından yeniliyor! Te’vilin bini bir para! Olmadı oldur, uymadı uydur, ekle çıkart, çarp böl! Minare için hazır, biçilmiş kılıflar da mevcut; renk renk ebat ebat!
Günah keçisini bilmem ama yaban merkebinin kişinin odununu taşımaya hem meyyal hem de gönüllü olduğu kesin! Sonra da ‘aslandan/hak ve hakikatten/doğru çağrıdan ürküp kaçması’ da mukadder/vakıa! Şimdi mefhumu muhalife denk gelir mi bilmem ama, Allah’ın sonsuz merhametinden dem vurup yaratıcının yarattıklarını ateşe atmayacağı hümanist söylemiyle, insanların cehenneme gitmelerine çok mu meraklı olunduğu, cenneti tekeline alıp insanlardan kıskandığımız gibi bir itiraz, karşı söylem -ki bunlar olan, rastlanılan/olağan olmasa da olası söylemler!- geliştirilebilir. Hani demişler ya ‘Cennet ucuz değil, cehennem de lüzumsuz değil!’ diye; ne haddimize, kimin haddine ki Allah’ın yed-i kudretinde olan bir alana müdahale edelim, edebilelim! Etsek ne olacak, ne değişecek! Allah kelamını inzal, buyruklarını beyan ve ikmal etmiş, elçisiyle de onu örneklendirmiş… ‘Halep oradaysa arşın burada!’; görene, işitene, iman edip kanaat getirene…
‘Allah, kitap, peygamber’ diyeceksiniz, ama o koordinasyonu, hiyerarşiyi hiç dikkate ve kaale almayacak, istediğiniz gibi at koşturacak, ahkâm keseceksiniz öyle mi?! Yok öyle yağma! ‘Şeriatın kestiği parmak acımaz!’ diyeceksiniz, acınası halde sızlanıp duracaksınız! Yetmedi; ‘şeriat’ size göre, parmak da sizin, şeriata ve şeraite uymayan ‘ötekiler’ olacak, kendi tanımlamanıza göre yine!.. Ne âlâ memleket; kendin çal, kendin oyna!
İşin traji-komik yanı da asıl ne biliyor musunuz; bu tarz uyaranları, uyarıcıları kaale almayıp ti’ye alarak ‘günah keçisi’ ilan etmek! Bu hassasiyeti gözetip sorumluluğun, hakikatin bilincinde olanları, ‘rahat kaçıran, huzur bozan’ olarak yaftalayarak önlerinde engel görmüşlerdir, bu uyanık, uyuşturucu etkisindeki taife, başka bir marifetleri, maharetleri olarak!.. Bu öyle bir sekerat uyuşturucu/narkoz hali ki ne ayıktırmak mümkün, ne de bu pirincin içindeki beyaz taşları ayıklamak.
Ortada ümit alınacak bir hal ve gidişat da görünmüyor! Takım asabiyeti sürüyor, gittikçe daha da perçinleniyor!
Her ne kadar ve daima bizlerin hata ihtimali ve uyarılma/eleştiri/murakabe/muhasebe ihtiyacımız olsa da bu konudaki bilgimiz, zannı galibimiz çerçevesinde nasihatten, Allah-kitap-resul irtibat ve kopmaz ilişkisi çerçevesinde bilgi/buyruk/beyanlarını hatırlatmaktan tavsiye etmekten başka elden bir şey gelmiyor, ne yazık ki… Şimdilik ve farklı bir süreç gelişmedikçe!
Meşhur haliyle ‘biz(!)’deki günah keçisi ‘şeytan’ olarak öne çıkmaktadır. Avanesi ve ‘öteki’ denilen kesimler (kendi tanımlamamız, betimlememiz değil, son mesajın ve resulün tanıttıkları şekliyle…) de askerleri olarak yedeğinde… Ayriyeten ‘şefaatine güvenilip vesile kılınan, eteğine yapışınca veya grubuna/taifesine katılınca kurtuluşu garanti bilinen kategori ve tabiri caizse Allah’ın dûnunda/peşi sıra/yanında/ast da olsa hiyerarşik bir mertebesi olduğuna inanılanan/kanılan, her türlü yetki ve imtiyazı, kerameti ve himmeti tabilerinden menkul ’kibriya/ekabir/evliya(!)da, ötede görülenlerden/karşılaşacaklarından hayal kırıklığına uğradıklarında (Bu malumat son vahyin sahifelerinde ayan beyan gözler önündedir, bakana, anlayana, işitene, inanana…) ‘günah keçisi’ ilan edilecek ama, ne ‘edenin’ ne ‘edilenin’ yanına kâr kalacak, ne de mazeretleri kabul edilecektir.
Kişinin ‘lehine’ de ‘aleyhine’ de olacak olan burada yapıp ettikleridir. Kimse kimsenin günah yükünü yüklenemeyecek, kimseden bir mazeret kabul edilmeyecektir.
O gün yukarıda sıralanan vehim ve beklentilerle birilerinin, hesapsız kitapsız, sorgusuz sualsiz peşlerine takılıp iradesizce, rüzgar önünde yaprak, gassal elinde meyyit misali oradan oraya savrulan sürü(kle)nen yığınların, kitleyi güd(üley)en seçkin(!) taifenin, her kim olursa olsun, ister siyaseten, ister dini/kurtuluş saikiyle olsun her kişi kendi tercihinin hesabıyla yüzleşecek, bedelini kendisi ödemek zorunda kalacaktır. Bu böyle biline… Bizden tekraren hatırlatması… Bugünden, burada… Artık neyin, kimin hatırını gözetirseniz.
(*) Konuyla ilgili yazımız Ocak 2021, 505 sayılı İktibas dergimizde yayımlanmıştır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *