Modern dünya nizamının sacayaklarından “sekülarizm” damarlara zerk edileli beri artık hiçbir şey eskisi gibi değil, değil mi?! Bizler bazı edinimlere(!), açılan ve bir türlü farklı açılardan daralmayan/kapanmayan alanlara tav olalı beri nelerden vazgeçtiğimizin neleri feda ettiğimizin farkında bile değiliz!
Mustafa Bozacı
“Haddi aşmamak”, “ölçülü olmak”, “hakkı olana bihakkın teslim olmak, hakkı olanı bihakkın teslim etmek”, yönetimden ibadete, siyasetten ticarete, beşeri münasebetlerin her alanında olduğu kadar, “ilahi buyruklar” karşısında da tutarlı, sorumlulukla, emrolunduğu gibi davranmak, duygu, düşünce ve davranışlarda “olması gerekeni, olması gerektiği kadar ve olması gereken yer ve zamanda, olması gerektiği gibi” ifa etmek anlamındaki “adalet” kavramı, “mizan (vasat) iktisad/itidal, doğruluk, hak, pay” gibi kelimelerle anlamdaş olmakla beraber yanlış olarak “eşitlik” kelimesiyle eşanlamlı kullanılarak bir anlam karmaşasına kurban gittiği, içinin boşaltıldığı, yanlış bağlama hamledildiği de olmaktadır.
Adalet “davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek” anlamında olup “düzen, denge, denklik, dürüstlük, tarafsızlık (haktan tarafta), doğru yolu izleme, takvaya yönelme” gibi anlamlarda kullanılmaktadır.
Ahlak, fıkh, hadis alanlarında geçişkenliği, kullanımı olan bir kavramdır. İnfitar 7-8, Tin 4, Şems 7, İsra 29, Furkan 63-67-68, Feth 29, Bakara 143, Nahl 76, Maide 8, Enam 152-115, Araf 159-185, Nur 48-51, Nisa 3, Ali İmran 75, Mü’minun 71, Yunus 54-55, Enbiya 47, Zümer 69, Nisa 129 ayetleri “adalet” kavramının farklı boyutlarına işaret etmekle beraber, İslam düşünürlerinin tamamında farklı terkiplerle sunulan faziletlerden biri mutlaka ve mutlaka “adalet” olmuştur. Ki zıddı olarak da zulüm ve cevr kavramları kullanılmaktadır.
Kur’an’ı Kerim’e göre adaletin ölçüsü ya da kaynağı dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılabileceği gibi adalet de hakka uymakla sağlanır. (Araf 159-181)
Şura 15, Hz. Peygamberin tebliğ vazifesinin ifasındaki sınırları çizerek “adalet” vasfını vurgulamaktadır. Bu manada adalet; başkalarının (özellikle son dönem rasyonalizminin) istek ve dayatmalarından etkilenmeden -kınayanın kınamasından çekinmeden- tutarlı bir şekilde doğruluk ve hakkaniyet/hakka riayet içinde ahlaki kurallar çerçevesinde bütüncül ve tutarlı hareket edebilmektir.
Kavramın bugün tam tersi bir manada kullanılıyor oluşu tam bir paradoks, büyük bir sapmadır. Keza “adalet” olgusu ve kavramı bugün sadece “yasal-kanuni” boyutu öne çıkarılarak (hukuktan bigane), mahkemelerle ve yasalarla/yasamalarla sınırlı ve fakat sözlerinin tevil ve yorumunun üzerinde bir sorumluluğu da bulunmayan, vicdanla cüzdan arasına sıkışmış hakim (kelime kökünden hareketle yine bağlamı dışında kullanılıyor) /yargıç, savcı ve avukat triosunun kapsam ve kullanımına indirgenmiş bulunuyor ne yazık ki…
“Şeriatın kestiği parmak acımaz!” ifadesinde anlamını bulan (Ne yazık ki bu yargı da tam tersi manada algılanmaktadır bugün!) “…kısasın uygulanmasında duygusallığınız tutmasın” vurgusuyla da te’kit edilen hal budur. Keza burada işe koşulan “şahitlik müessesesi” de bu minvalde çok önemli bir bileşkedir.
Oysa kavram, Allah-kul ilişkilerinden/bağlarından, insanlar arası ilişkilere, eşyaya dair uygulama ve tutumlara, siyasetten ticarete, sanattan kültüre, fertten aileye, yönetimden ibadete, hukuktan cemiyet hayatına değin hayatın her an ve alanına renk verecek, düzen ve intizam getirecek, iş ve işleyişi hakkıyla tahakkuk ettirecek, kaosu, zulmü, sömürüyü, suistimalleri bitirecek evsafta, boyutta, nitelik ve önemdedir.
Tevhid akide ve ilkesinden sonra sayılabilecek nitelemelerin de başında gelmektedir kavram, sonrasında emanet, ehliyet/liyakat vb. olarak devam eder ki bunlar, takva ve ahlakı tamamlayan hususlardır…
Evet, bu uzunca serimden sonra düğüme gelelim: Bu değerlendirmemizi “Maide 8’inci ayet bağlamında sürdüreceğiz; “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adaletli olun, bu takvaya daha uygundur. Allah’tan korkun/sakının/ittika edin. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” ayetinin içeriği bu… “Hak, adalet, şahitlik, takva” kavramları ayetin ana kavramları…
Vurgulayacağımız ifade ise “bir topluluğa duyduğunuz kininiz, sizi adaletten ayırmasın” kısmı… Bakınız kişi, topluluk, kavm vs. ne olursa olsun ön yargı, öncesindeki yaşanmışlıklar, genel ahvaller, kavimleri, kişilikleri, yaptıkları ve yapmadıkları vb. hususlarda, esasında belki bir maslahata ve meşruiyet zeminine de bağlanabilecek gerekçeleriniz olsa bile, her hal ve şartta “adaletten ayrılmayın, adaletsizlik yapmayın, adil olun” vurgusu, emri ve ilkesidir öne çıkan… Elbette yapacağımız analizde “haktan ayrılmamak/onu ayakta tutmak, adaletle şahitlik etmek, adil olmak ve takva” vurgularını mihver almamız gerekiyor…
Ayetin bugüne ve bize dair söyledikleri, bu çağa verdiği mesaj —ki bu vurguların zaman ve mekan/zemin üstü/ötesi olduğu aklı selimin kabul edeceği hakikatlerdir— yukarıda serzenişte bulunduğumuz veçhile “adalet” kavramının sadece mahkemelere (o da salt zahiren, sadece yap-boza benzeyen beşeri yargıların, yoruma açık şekilde ifası şeklinde) indirgemiş olduğu realitesinde dahi bu ilkeler gözetilse “adalet” çoktan ve hızlı şekilde tahakkuk etmiş, hayli sorun çok kolay ve herkesi tatmin/ikna edecek boyutta halledilebilmiş, cemiyet hayatında hukuk ve düzen tesis edilmiş olurdu… Yasamanın üst muhtevası ve rengi ayrı tartışma konusu….
Adaletin içinin boşaltıldığı, adliye saraylarındaki simgenin gözünün açıldığı, kılıcın güçlüden yana sallandığı, adaletin, insanoğluna salt isim vehmedildiği zamanlarda meseleyi tek boyutlu ele alıp çözüme ulaşabilmek pek mümkün görünmemektedir. Bu, salt bugünün de sorunu değil, yılların ihmal ve ihlalleri, algı yanılsamaları, hak ve hakikatin göreceli kılınması, onlara sırt dönülmesi, rasyonalizmin tüm zihinleri kirlettiği ve vahiyden koparttığı, çıkarların, tarafgirliğin öne çıktığı vasatlar hayli zamandır devrede olduğundan, damlaya damlaya hem musluklar bozuldu, hem sular kesildi! Yılların tortuları, aklanıp paklanmaz hale geldi handiyse! Öyle ters-yüz oldu ki ilişkiler, bağlar öyle kopartıldı, farklı yerlere bağlandı ki, mümaselet gereği tersi (asla döndürecek) çabaların da aynı yoğunlukta ve aynı cinsten, nitelikli olması gerekmektedir. Nitelikli çabaların nicel olarak da yoğunlaştırılması gerekmektedir.
Burada kritik eşiğin aşılması, ivmenin olanca artması sebebiyle, yapılan hataların bedeli -eskiden olduğu gibi- icracılarının öyle veya böyle, az veya çok aidiyetleri gereği sadece kendilerine değil, hepimize ve doğrudan dine/İslam’a fatura edilmesi ile neticelendiğinden, biz de analizimizi ve eleştirimizi künhüne vakıf olabileceğimiz zaman ve mekanlara, yekdiğerlerimize, aidiyet izhar edenlere yöneltiyoruz. Beraber ıslanıp beraber kuruyamayan ama o kurumuşluktan az veya çok edinimler elde ederek sessizliğe bürünenler, alanlar açıldığı oyalamasıyla avunanlar, kaç dönemdir, bu yolda ve süreçte ortaklık etmektedirler bir muhasebe yapmalıdırlar adilane… Meşruiyet taşımak ve zemin hazırlamak yeterli veri değil midir, sevabına ortaklık kadar, günaha da ortaklıkta… Bir de eleştirileri ta başında reddedip yadsıyarak tezyif, tahfif ve tahkire başvuranlar/başvurmalar o kritik eşiğin aşıldığının da ispatı değil midir? Kritik eşik, adalet kavramında olduğu gibi kavram-kelimelerin aşındırılması, yerlerinden edilmesi sorununa paralel, İslam davasının savsaklanması, sıradanlaşması, algıların gerçekler yerine ikame edilmesidir…
Peşinen söyleyelim ki “bir kinden/rezervden” söz edilebilirse bu, eleştiriyi yapanlardan değil, eleştiriye muhatap kişi, kurum ve yapılardan/gruplardan kaynaklanmaktadır. Sonra zaten adaletsizlikten, adaletin içinin boşaltılmasından şikayet edilir, olumsuz sonuçları hep beraber yaşanırken ne diye yeni bir adaletsizlik peşinde koşulsun! Bir kere ne dedik ”hakka uygunluk, hak şahitlik, adil karşılık” çerçevesinde, ana kriterler, normlar baz alınarak, meseleleri, ahvali, yapılıp edilenleri (ve yapılmayanları) ölçmek biçmek, sözü ve karşı cevabı/tavrı tartmak gerekmektedir.
“Hakka uygunluk” açısından ne yapılıp edilenlerin, ne yapılması gerekirken yapılmayanların, ne de konuşulanların ve konuşulmayanların geçer not alması mümkün değildir! Allah’ın ahkamı, yasama-yargı-yürütmede Allah’ın sınırları, her iş ve işleyişte Allah’ın ve hatırının/hatırlattıklarının birinci sıraya alınmıyor oluşları başka söze hacet bırakmıyor ki! Düşününüz “haram ama yasal” meşhur sözünü, te’vil gerekiyor mu?
Bizler işin ne yanına bakacağız da hüküm vereceğiz? “Bizden” denilerek tavır ve saf belirlenmesi “kinde” eşik aşımı kadar, sevgide/aidiyette de eşik aşımına delalet etmez mi? Kin, ön yargı, zanlar, nasıl peşinen “yergi/adaletsizlik” sebebi olmamak zorundaysa “sevgi/muhabbet/aidiyet” hisleri de peşin ve koşulsuz “itaat/bağlılık/adaletsizlik” sebebi olmamak durumundadır. Aynı safa, aidiyet ve sevgi kulübüne kayıtlı bulunmak, doz aşımıyla sevgi/tutku/aşk/partizanlık körlük ve sağırlığına yol açmamalıdır. Keza tersi de…
Sevgi ve kin/nefret zehirlenmeleri insanı adaletsizliğe sevk eden etmenlerdir. Muhakemeyi, mizanı, itidali köreltir. Süpürüp alıp süpürüp atmak ölçüsüzlüktür. Ölçüsüzlük adaletsizlik doğurur. Ölçü ise “Hak”tan neşet eder. Ön yargıyla, peşin hükümlü olarak tarafgir edasıyla “bizden” mantığı, insanı kör ve sağır eder! Bu ölçüsüzlük yol olur!
Şimdi son yirmi yılın serencamına bakıldığında, herkes meseleye aynı açıdan, aynı ölçü/kriter/kıstasla bakmadığından ortak yargı ve kanaatlere de varılamıyor. Eleştirilere (içten; her iki anlamıyla, içtenlikli/sahici/samimi ve dahili/aynı aidiyetle) kulak verilemiyor ve ders alınıp ona göre bir vizyon/serencam sergilenemiyor. Misyonda (asıl) ortaklık/ayniyet olmayınca vizyonda (usûl) da yansımalar konjonktürel, nabza göre şerbet kabilinden, günü kurtarmaya endeksli, “mış” gibi, ikircikli, maskeli-peruklu-makyajlı oluyor ne yazık ki. Şu da var ki “misyon” tutarlılığı aslı üzerinden olmasa bile, gölgesi, ucundan kenarından kopyası, çok renkliliğe müsait yorumlara endeksli olanlar üzerinden sağlanabilirmiş yaşananlara bakınca ve bu minvalde de yürütülüyormuş bir şekilde! Bu noktada bir “başarıdan”(!) söz etmek mümkün! İşte bu konsensüs “sevgi” üzerinden ister istemez bir gizli, peşin adaletsizlik doğuruyor, görülmek istenmeyen bu… Buna ilaveten aksi beyan, eleştiri ve konumlar da hemencecik “kin/nefret” ve “öteki” üzerinden yaftalanıyor, yapıbozumculukla itham edilip ilave bir adaletsizlik doğuyor. “Onca yıldır yapılıp edilenlerin görülmediği, yok sayıldığı, yapılan fedakarlıkların küçümsendiği, başkalarının değirmenine su taşındığı, düşmanın sevindirildiği, tuzağa düşürüldüğü…’’ gibi söylemlerle ve bunun “kinden/nefretten/kıskançlıktan” kaynaklandığı ve adaletsizlik olduğu, yapılan yapıcı da olsa eleştirilere kulak tıkayıp görmezden gelmek, bir hakka ve hakikate dayanmayıp doğru bir şahitlik de içermediği için -ki aynı zaman ve mekanlarda aynı yaşanmışlıklar içindeyiz- asıl adaletsiz bir yargı ve tutumdur. İşte bu, “kin” ile yaftalanmış “sevgi”den kaynaklanan bir yanlış tavırdır. Bu yargıların ve hükümlerin pek çoğu “bizden” algı ve kaygısından kaynaklanmaktadır. Şunu da eklemek gerekir ki, bu “bizden” kitlesinin yerine “öteki” denilenler aynı ahval içinde bu süreçleri işletmiş olsalar çok daha ağır bir nefretle, kinden kaynaklanan ön yargılarla daha ağır ithamlara muhatap kılınacaktır, müneccim olmaya gerek yok! Ama yok, ‘Yaranmacılık, mevzi kazanma, adam devşirme (müellefei kulup(!) da biçim değiştirdi!) vb. amaçlar için birilerinin feda edilmesi, oportünizm nevinden ve ‘dava için!’ mübah görülebilir! Bunu fetvasını verecek kurumlar, tüzel ve gerçek kişiler de emre amade hazır ve nazırdırlar!’ derseniz, buna da itiraz etmem! Ötekine yaranmak için verilen tavizler ve müdahane sonucu ne ötekilerden dost ve dostluklar oluştu ne de eski dostlarla dost kalınabildi!
Neye şehadet edelim, hangi konuda haklarını teslim edelim? “Hakka” dayanan yasamadan yargıya, yargıdan yürütmeye tüm alanlardaki uygulamalara “ayinesi iştir kişinin” kabilinden işleyişe baktığımızda elimizde “haktan, hakikatten” yana ne kalıyor ki!? “Haram ama yasal” darbı/sui meselini mi, spor toto ile İHL sponsorluğunda içki ve kumarın devlet eliyle işletilmesine, faiz meselesine, liyakat olgusunun, şeffaflık ve hesap verebilir olmanın yadsınmasına, “adaletin” kız-erkek fark etmeksizin sadece isim olarak kullanılır -o da kalmadı ya!- olmasına ve içinin boşaltılmasına, İstanbul Sözleşmesinin gelişine ve gidiyorken geri bıraktıklarına bakalım ve adaletle hüküm verelim haydi, tablo ne, nasıl?! İstatistik verileri ile oynamadan, elimizi kaldıysa vicdanımıza koyarak, Allah’tan sakınarak/O’nu aldatamayacağımız hakikatiyle serencamımıza bakalım?! Olması gerken ne, olan ne?! Kefe’nin bir tarafına koyacağınız maddi unsurları, zerre miskal şerrin tepetaklak edeceğini unutmadan… Kinimiz de yok -ki niye olsun, derdimiz hakikat yolculuğu ise- ve O (cc) zaten yine muhataplığı salık vermektedir, öteki için dahi…
Keza yol, köprü, tünel meselesine bakalım bunları bırakıp. Adalete dair tünelde bir ışık var mı!? Bunlar niye yapılıyor, nasıl yapılıyor, kimler yapıyor, kimin işine yarıyor, garanti geçiş taahhütü, şu son zamanlarda mafyacının son damlayı döktüğü “taşeronluk” sistemi, ihalelerde isme, adrese teslim “hizmet alımları”, “şeffaflık olmaması”, “yandaşlık”, “havuz medya” gibi meselelere bakalım, bu açıdan da adil şahitler olalım, elde avuçta ne kalıyor! Buralardan yapılan eleştiriler bize mi, İslam’a/dine mi yazılıyor? Hakka ve hakikate dayanmayan (hem hükümet edenlerin hem tebaanın tâbi olduğu ve kanaat getirdiği) hükümler hiç kimse için (yasamacılar, börtü böcek dâhil) adalet içermediği gibi “cahiliye hükmü mesabesindedir. Bunun da hükmü verilidir, kayıtlıdır kitabımızda, dinimizde…
Burada hükmedenlerle o hükümlere bile isteye kanaat edip ortak olanlar da ne yazık ki aynı hükmün muhatabıdırlar. İslam ahkamının kaale alınmadığı böylesi vasatlarda “ıslah” çabaları da kadük kalmaya, sisteme hava aldırıp meşruiyet devşirmeye mahkumdur! Kitlenin oyalanmasına hizmet etmekten öte bir işlevi ve anlamı olmayacağı gibi sonuçları da daha girift, tamiri daha zor, daha vahim olacaktır! Yılların hebası gibi, yolların paralellenmesi ve çıkmaz sokaklar ikamesi mukadder olacaktır! “Ekin ve nesil” de bu gidişattan olumsuz etkilenecektir, etkilenmektedir. Din davası ve algısı da… Düşünelim şimdi “adalet” bunun neresinde?! Kim için, ne için, niçin “adalet”? “Ama, fakatlı” ifadeler, “biz/onlar giderse ne olur, kim gelir?” gibi peşin kurulacak cümleler sadra şifa olmamaktadır, hali meşrulaştıran bir kılıf hükmündedir, ve hükümsüzdür! Haydi, “adil olun”, bırakın öteki dediklerinizin ittifakını, içinde tek yekûn olarak yazılıp çizildiğimiz tarafın ittifak olgusuna renk ve dokusuna bakın ve öyle hüküm verin, “hakkı ayakta tutacak şahitler olun!”, hesap kitap var, ahiret akıbet var, unutmayın!
Modern dünya nizamının sacayaklarından “sekülarizm” damarlara zerk edileli beri artık hiçbir şey eskisi gibi değil, değil mi?! Yoksa, her şey toz pembe mi; renkler armonisi, (ideolojik/hakikatin göreceliği vehmi) renginlik zenginlik mi? Bizler bazı edinimlere(!), açılan ve bir türlü farklı açılardan daralmayan/kapanmayan alanlara tav olalı beri nelerden vazgeçtiğimizin neleri feda ettiğimizin farkında bile değiliz! Hani def-i mefasid öncelikli idi, hani iman için önce (La) demek, zulmü, şirki, küfrü, tağutu, batılı reddetmek gerekiyordu?!
Bu arada ‘Devletin imanı adalettir!’ sözünü de es geçmemek gerekiyor! Bu motto gösteriyor ki bahsedilen kritik eşik aşılalı çok olmuş, başka eşiklere yüz sürülmeye başlanmıştır! Bu nasıl bir edilgenlik, ne menem bir müdahanecilik, nasıl bir reaksiyonerlik, nice bir ölçüsüzlüktür! Şişede durduğu gibi durmuyor sözler, duygu ve düşünceler! Bazıları da konulduğu kabın şeklini alacak kadar cıvık ve mai! Nerede sabit ayak, nerede dur durak! Neresinde bu sözün adalet! Faraza devletin dini ‘İslam’ olsa, imanı elbette adalet olacaktır, olmalıdır! Başka yerde o kerameti aramak -maddi açıdan bakılınca görülen göreceli şeylerin de bir lütuf olmadığı ve sistem, ideoloji kaynaklı değil, hükümet etmenin ve onu sürdürmenin bileşkesi olduğu, daha altında ise sömürgeciliğin talan ve arsızlıklarının yattığı unutulmamalıdır- ise istikametsizliğin, müktesebattan habersizliğin bir neticesidir. İslam olmazsa, adalet mi olur/kalır behey şaşkın! Olana ve olmayana bakıp İslam’a laf söylemek ise nasıl bir densizlik, dengesizliktir?! Burada kasıt, yukarıda değinildiği gibi ‘eşitlik’ olarak okunmakta ve fakat yenilen zokanın farkına varılamamaktadır…
Eğriye eğri, doğruya doğru; ‘eğri’ bizdense de eğri, “doğru” başkasından olsa da doğrudur! Bizler doğruluktan ayrılmadan, hakkı ikame edecek adil şahitlerden olmak zorundayız her daim.
Hâsılı ‘adalet’ İslami bir kavramdır; kelime ve kavramlar bağlamlarında, bağlantılarıyla, yerlerinde anlamlı ve değerlidir, değer taşır, değer kazandırır! Bunların değeri bizatihi kendilerinden/kaynağından kaynaklanmaktadır, harici etmenlere ihtiyaç duymazlar. Başka yerlere transfer edilmeleri ise içi boşaltılarak, keyfi çıkarımlara konu kılınarak değil, aslına sadakatle mümkündür.
Bugün kavram, ilgili ayet gereği ‘öteki’ üzerinden bir uyarı, ikaz, hatırlatma içerse de maalesef bugün daha çok müslümanların, müslümanım diyenlerin ilişki, iş ve işlemleri, duruş ve düşünüşleri bağlamında anlaşılmaya, özümsenmeye muhtaçtır. Aslına rucü ettirilemezse, ‘biz’ denilenlerin istikametleri de düzelmeyecektir!
2 Comments
Cftc
12 Ocak 2022, 01:30Harika tespitler
REPLYCftc
12 Ocak 2022, 01:28Çok yerinde tespitler sayın Bozacıoğlu. Zevkle okudum.
REPLY