İslam, Kişi Odaklı Değil, İlke Odaklı Bir Sistemdir

İslam, Kişi Odaklı Değil, İlke Odaklı Bir Sistemdir

Kabul etmek gerekir ki tarihte kimi şahıslar, kuşaklar ve dönemler kutsallaştırılmış, imtiyazlı ve sorgulanamaz hale getirilmiştir. Öyle ki asırlar geçmesine rağmen, o şahıs ve kuşakları sorgulayanlar, şiddetli tepkilere maruz kalmıştır, kalmaktadırlar.

Beşir İslamoğlu / Yörünge Dergi

İslam dediğimiz din, tamamen ilkeler üzerine bina edilmiş bir sistemdir. İnsanlık tarihi boyunca indirilen vahiy, bütünüyle temel ilkeler koyar. Mesela; “sizin Allah’tan başka ilahınız yoktur; o halde sadece O’na kulluk edin” ayeti, bütün insanlık için temel bir ilkedir.

Allah katında ister resuller, ister sıradan insanlar olsun, vahyin belirlediği ilkelere bağlı kaldıkları kadar değerlidirler. Resuller vahye uydukları için Allah katında değerli olmuşlardır. Şayet vahyin belirlediği ilkelere uymamış olsalardı, onların da pek bir değeri olmazdı. Dolayısıyla Kur’an’da istenen ittiba, şahıslara değil, vahyin koyduğu ilkelerdir.

Evet, Allah, şahıslara tabi olmayı değil, vahyin belirlediği ilkelere tabi olmayı istemektedir. Şahıslar bu ilkelere (hakikate) tabi olduğu sürece dinlenir ve uyulur; değilse tabi olunmaz. Resul de vahye uyduğu için ona tabi olma (Resule itaat) istenmiştir. Dolayısıyla Resule tabi olan vahye tabi olmuş olur.

“De ki: Ben, yalnızca bana Rabbimden vahyolunana uyarım. Bu, Rabbinizden olan basiretlerdir; iman edecek bir topluluk için bir hidayet ve bir rahmettir.” (A’râf, 203)

İslam’a göre bir söz, kişilere göre değil, söylenen söze göre değer kazanır veya kaybeder. Kimin söylediği önemli değil, kim söylemiş olursa olsun, “ne söylendi” ona bakılır. En büyük ulema ve en büyük makam da söylemiş olsa, vahyin ilkelerine ters düşüp düşmediğine bakılır ve ona göre değer verilir. Mesela; Din işleri yüksek kurulu, “kıyamet falan tarihte (2082’de) kopacak” diye bir beyanatta bulunsa, asla kabul edilemez; zira bu beyanat, “onun vaktini Allah’tan başka hiç kimse bilemez” temel kuralına aykırı düşer.

Yine; “Muhammed as, halen beden ve ruhuyla hayattadır, gezip dolaşıyor” fikrini Celaleddin Süyuti (ö. 1505) ve benzer görüşlere sahip olanlar da söylemiş olsalar, asla kabul edilmez; zira “her nefis ölümlüdür” temel ilke gereği, o da vefat etmiştir. Vefat eden birinin kıyametten önce dirilmesi yaratılışın ilkelerine aykırıdır.

Yine; “bu yazdıklarım Resulullah’a arz edilmiş ve onun onayı alınarak yazılmıştır” iddiasını “Ruhul Furkan” adlı eserin sahibi ve aynı görüşte olan diğerleri de söylese, asla doğru kabul edilemez; zira Resulullah as vefat etmiştir ve hiç kimseyle görüşme imkanı kalmamıştır. Onun adını kendi emelleri doğrultusunda kullananlar ilim adamı olamazlar.

Hakeza; “ruhları kibrit kutusuna koyup –sorgusuz- meleklerden kaçırırım” diyen biri, “herkesin sorgulanacağı” temel ilkeyi ciddiye almayarak hesap gününü kayırmacılığa dönüştürmüştür.
Diğer taraftan, kim olursa olsun, hangi makamda bulunursa bulunsun, ilkeler esas alınarak, yapılan işin doğru olup olduğuna bakılarak karar verilmelidir. Devlet başkanı veya hukukun başındakiler de olsa, yaptıkları iş, vahyin ve fıtratın ilkelerine aykırı ise kabul edilemez.

Mesela; “adam öldürmek” temel bir ilke olarak suçtur ve fail kim olursa olsun, cezalandırılmalıdır; ancak eğer, cinayeti işleyen kişi, dinsel, tarihsel, toplumsal bir statüden dolayı ayrıcalıklı olabiliyorsa ve dolayısıyla ceza almaktan beri kılınıyorsa, o toplumda adalet ilkesi yerle yeksan olmuş demektir.

Vahyin İlkeleri kişi, toplum, kuşak, dönem ayırımı yapmadan herkes için geçerlidir. Hiçbir kişinin, hiçbir toplumun, hiçbir kuşağın ve dönemin/asrın ayrıcalığı yoktur, olamaz. Vahyin ilkeleri karşısında (Allah katında) herkes “tarağın dişleri” gibi eşittir. Dolayısıyla hiçbir dönem ve hiçbir kuşak tarihteki yer ve konumları itibariyle ayrıcalıklı ve imtiyazlı duruma getirilemez. Bu kuşak, ister Sahabe, ister Tabiun, ister Selçuklu, ister Osmanlı, ister Cumhuriyet dönemi olsun, vahyin ilkelerine ne kadar uygun davranıp davranmadıklarına bakılır ve ona göre değerlendirilir (notu verilir.)

Kabul etmek gerekir ki tarihte kimi şahıslar, kuşaklar ve dönemler kutsallaştırılmış, imtiyazlı ve sorgulanamaz hale getirilmiştir. Öyle ki asırlar geçmesine rağmen, o şahıs ve kuşakları sorgulayanlar, şiddetli tepkilere maruz kalmıştır, kalmaktadırlar. Mesela; “sahabe gökteki yıldız gibidir” varsayımından hareketle, Kur’ani ilkelere aykırı hareket eden (Muaviye vb) sahabiler konumları itibariyle pek eleştirilememiştir. Fatih S. Mehmet, beşikteki kardeşi Ahmed’i, 3. Murat beş tane kardeşini boğdurttuğu halde, kimse onlara “katil” diyememiştir ve Allah’ın hükmü olan kısas uygulanamamıştır.

Kur’ani ilkeleri çiğnemeye sebep teşkil edenlerden biri de “kutsallık” atfetmektir. Bir kişiyi, bir kuşağı ve bir varlığı kutsayanlar, onlardaki yanlışları göremez ve dolayısıyla eleştirmeyi günah sayarlar. Halbuki müminler için kutsal/mübarek olan sadece Allah ve Allah’ın kelamıdır. Müminler, bunlara kayıtsız şartsız iman eder, güvenir ve asla tartışmaya ve eleştiriye tabi tutmazlar; ancak insanların söz ve eylemleri ilkeler bağlamında rahatlıkla eleştirilebilmelidir. Hakikat, ancak yanlışlar görülüp eleştirilerek düzeltilirse ortaya çıkar.

İnsanların yanlışları ilke eksenli değerlendirmediği (sorgulama-eleştiri) yapılmadığı takdirde, zamanla kanıksanacak, geriden gelen kuşakların dinsel ve siyasi kimliklerini olumsuz yönde etkileyerek kültür haline getirecektir. Bu kültür/ahlak neticesinde halk, ilkeli davranmak yerine, otoriter ve güç odakların yanında olacaktır. Evet, Müslüman toplumda vahyin temel ilkeleri gözardı edildiğinde, halk güç odaklarına yakın durmaya, fırsatçılığa, adam kayırmaya, rüşvete önem vererek gayrı ahlaki bir kültüre sahip olacaktır.

Müslüman mukallit olamaz; olmamalıdır. “Benim babam, benim dedem, benim hocam, benim şeyhim, benim bakanım vd. böyle demiştir” diyerek “ön kabul” kurbanı olmamalıdır. Kimden gelirse gelsin, söylenenlerin veya yapılanların mahiyetini ve delilini araştırmalı, ilkelere ve akla ters düşenleri körü körüne savunmamalı, bağlanmamalı ve “uydum kalabalığa” anlayışıyla hareket etmemelidir. İster tarihte yer edinmiş şahıslar, ister kuşaklar ve isterse mezhep ve fırkalar olsun, hiç biri sorgulama ve eleştiri dışında kalamaz. Eğer geçmişten ders çıkartılmak isteniyorsa, ilkeli ve eleştirel bir kültüre sahip olmamız kaçınılmazdır.

Kur’an, atalarının söylediklerini ve yaptıklarını sorgulamayıp körü körüne taklit edenleri eleştirerek şöyle uyarmaktadır: “Onlara, Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, “Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?” (Bakara, 170)

Özetle söylemek gerekir ki İslam, kişi odaklı değil, ilke odaklı bir sistemdir. Her alanda temel ilkeler koyar ve insanların, söylenenleri ve yapılanları taassupla, taklit ederek körü körüne değil, öğrenerek, tahkik ederek, sorgulayarak kabul etmesi istenir. Aksi takdirde ne bu dünyada ne de öte dünyada huzur bulamayız.

Selam ve muhabbetlerimle…

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *