İslam, bir alışkanlık, örf-adet, kültürel bir renk, folklorik bir doku (dersin adı dahi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi!), atalardan varis gelenek, belli ritüellere, özel gün ve gecelere indirgenmiş, genelde “dara düşünce hatırlanan” bir “kutsal nesne” olarak kullanılmaktadır.
Mustafa Bozacı
Evet dostlar, geldik gidiyoruz, konduk göçüyoruz… İnsan tâbi kılındığı bu dünya hayatındaki kulluk vazifesinin ifasında çok farklı etkilere, etkileşimlere açık olarak alıcı-verici yönleriyle, maddi-manevi boyutuyla, duygusal ve mantıki verileriyle “emaneti yüklenmiş”, bu emanetin niceliğinden, nasıllığından, neliğinden hesaba çekileceği gerçeğiyle karşı karşıyadır.
Bu belki bir “dogma” gelebilir. İspatı zor, duygusal yönü ağır ve fakat akla da yatan boyutlarıyla kaçamadığımız bir olgu. Reddedilmesi de neticeyi değiştirmiyor. Neticede “elçiler doğru söylemişler; bize vadedilen, uyarıldığımız hakikatmiş bu” denilecek bir mukadderatla karşı karşıyayız. İşin bu verili kısmı da “insani/duygusal/dogmatik” bir veçheye sahip olmakla beraber, aksinin ispatı da bir deneye, akli izaha, tecrübeye, bilimsel izaha dayanıyor değildir. “Yok” deyince yok olmuyor yani…
İşte bu ön kabulle düşünüldüğünde insan, yaratılmış, bir yaratıcı tarafından belli bir amaç ile yükümlü tutulmuş ve akabinde de süreçten sorguya çekileceği bildirilmiş bir vaziyette canlılar arasında farklı bir konuma yerleştirilmiştir. Vereceği kararla “radiyeten merdiyye” de, “esfeli safilin” de akıbeti olabilir. Meleklerin secdesine de, “kel en’ami bel hüm edallu” derecesine de konu olabilir.
Böylesi bir vasatta insan, başıboş bırakılmamış, fıtratındaki donanım yanında, duyu organları ile teçhiz edilerek vahiy ve risaletle kendisine “yol gösterilmiş”, “yordam öğretilmiş” durumdadır. Bu noktada şikayet edeceği bir konu, mazeret beyan edeceği bir nokta bulunmamaktadır. Doğru yol kendisine kılavuzlukla tanıtılmışken, yanlış yollar, çeldirici ve saptırıcılar da kendisine beyan edilmiştir.
Gel gelelim köprülerin altından çok sular akmış; kum, köpük, çer çöp karışmış, izler/sınırlar kaybolmaya yüz tutmuş, insan yerini, yönünü unutmuş, hedefini şaşırmış durumdadır. At izinin it izine karışması bir tarafa, it izleri (avcısı ile bekçisi) karıştırılarak ve berkitilerek, renkler hercü merci içinde öznelikten nesneliğe, objektiflik/nesnellikten sübjektifliğe, hak ile batıl ayrımının yitirilmesi neticesinde en çok sakınılması gereken “şirk olgusuyla” muhataplık söz konusu olmaktadır. Nefsin heva ve hevesi, şeytan ve avenesinin iğvası ile insanoğlunun isyan ve nisyanı buluşunca “vahiy ve risalet” askıya alınmış bir vaziyette kalmıştır.
Modern ve post-modern dönemler, sözümona insanı kutsalın (onlar/yeni dönemin emperyal mirasçılarının ataları nezdinde, rol kapmış, tekel oluşturmuş kilise ve ruhbanlık) egemenliğinden soyutlayarak, kurtararak yeryüzü cenneti vaat ederken, reddettiğinin yerine (ki insanın perestiş ve tedeyyün ihtiyacı fıtri bir ihtiyaçtır) vahiyden, aşkın olandan yalıtılmış, deneysel aklı ve bilimi yerleştirmiş, kendi kutsal alanını, ritüellerini, heva ve heves dinini hümaniter algı ile kulun kullara kulluk sistemini, kendi rab ve ilahlığını ikame etmiştir. Süreçte burada da bazı rahatsızlıklar, itirazlar belirince “görecelilik” algısı ve hak ve hakikatin (ki bu kavramların orijinalleriyle bir ilgisi irtibatı bulunmamaktadır) çokluğu, “dinsel/ideolojik çoğulculuk/plüralizm) yargısını önce zihinlere, sonra tüm alanlara kazımıştır.
Bu hengâmede “İslam” da kategorize edilmiş, tanımlanmış, kendilerince gömlek biçilmiş, bu gömlek her renk ve dokuya tek tip olarak dayatılmıştır. Ondan sonra onbir gelmiyor, tekrar başa dönülüp o gömleğin imaj maker’lığı, toplum mühendisliği içeriye/içeridekilere havale edilerek kendilerince “uzak tehdit” algısı bertaraf edilmiş, bir taşla iki kuş vurulmuş oluyor….
Delinin kuyuya attığı taş, batılın diktiği, ölçüp biçtiği (kahrolası nasıl da ölçüp biçti!) libas, kimilerince aynıyla alındı, üstüne de güzellemeler yapıldı! Kimileri ufak tefek rötuşlarla, güya terzilik rolü kaparak kodifiye ve modifiye ile uydurmaya, uyduğuna ikna olmaya, alışmaya çalıştı. Alıştı da! Kimileri de işi bağlamından koparıp “hümanizm, insan hakları, özgürlük” gibi söylemler üzerinden rasyonalize etmeye, “hoşgörü, birlikte yaşama, hatta Medine Sözleşmesi bağlamında bir meşruiyete kavuşturma peşinde koştu, koşuyor! Kimilerimiz bunu diyalog zeminine atfederek bir fırsat görme kolaycılığına kapıldı, hala monoloğu göremedi, görmek istemiyor! Kimilerimiz de “terör” yaftası yeme pahasına “bağ ve bağlantıların safiyetini korumak adına” duruşunu bozmadan, akım ve akıntılara kapılmadan, bunun bir fitne fesat unsuru, tuzak olduğunu idrak ile farkındalık oluşturmak, kitleyi uyuşturuculara karşı uyanık kalmak, müteyakkız olmak şeklinde uyararak, hak ve hakikati parçalamadan, bir bütün olarak, kaynağındaki orijinalitesi ile kabullenip ona bağlanarak gereğini gereğince yapma azim ve kararlılığını sürdürmektedirler. Az da olsalar/kalsalar bu öncüler ve takipçileri Allah’ın bir nimeti bilinmelidirler…
Çok şükür ki İslam, bağlılarına bağımlı değil bu konuda… Onun özgünlüğü ve tartışılmaz derecedeki “hayır ve iyilik” kaynağı oluşu kendindendir. Dinin sahibindendir!
Az sayıda da olsa bu bilgi ve bilinç içindeki davasının eri, samimi, adanmış, dininin müslimi ve mü’mini kişiler, dinlerinin ve dolayısıyla yegâne Rablerinin inayet ve istianesi çerçevesinde her halükarda galiptirler, sonuçta kazananlar da bunlar olacaktır.
Bu aşamada, başlıktaki soruyu başta “dindarlarına”, müntesiplerine, aidiyet iddiasındakilere tevcih etme zamanı gelmiştir; ‘İslam’ sizin neyiniz olur? Ya da siz İslam’ın neyi olursunuz?
Durumun farkındayım: İslam denilince anlaşılanın aynı ve tek şey olmadığının… Burada da topu/suçu “ötekine” atmak işin kolay yoludur. Başta sorumluluk ‘bizde’dir. Neye inandığını, bu imanın kendinden neler istediğini, neleri terk etmesini gerektiğini, neye (aslını, usulünü) “evet” neye “hayır” dediğini bilmek, özümsemek, pazarlık konusu kılmadan tamamı üzerinden bir hayat tasavvuru oluşturmak gerekiyor. İnsan önce kendi müktesebatını (üretilmiş ve kültürel olanlar da dahil, kritiği, tashihi yapılarak, eklenenlerin atılıp, eksiltilenlerin yerli yerine ve yerli yerince yerleştirilerek) bilecek, idrak edecek, kalp ile tasdik, dille ikrar ve tüm varlığıyla amil olacak, sonra da karşıtını (diğeri/öteki/muarızı/muhalifi…) iyi bilecek, tanıyacak, onun da “aslını ve usulünü fark edecek… Etmelidir… Etmezse, o sunulan zokanın albenisine (sureti haktan görünmeyi, şeytanın sağdan yanaşması, Allah adına kandırması…) kanmak ve sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaktır. Zira, karşıtı, onu ve dinini ondan daha iyi bilmekte ve tanımaktadır.
Gölgesine değil aslına, bize sunulana, gösterilene değil “dini gönderenin, doğru yerden ve doğru açıyla bakıp görmemizi istediği, gösterdiği şeklide görmemiz gerekene” yönelmeliyiz. Yolda yel değirmenleriyle cebelleşmek işten bile değil! Dahası birbirimize dönmek, kendi kendimizi engellemek, kendi ördüğümüz zindanlara hapsolmak, ötekinin ekmeğine yağ sürmek sonucu çok doğal olarak bizi bulacaktır. Şimdilerde yaşanan da bu değil midir?
Rahmetli Ercümend Özkan’ın “Küfre hasımlığım, İslam’a olan hısımlığımdandır.” sözünde anlamını bulduğu gibi, bu din, yine onun ifadesiyle “kendi iyiliğini istemeyenlerin de iyiliğini istemektir.” İçeriğiyle, kök anlamları itibariyle “esenlik, güvenlik, teslimiyet” ve “barış” pınarıdır. İki söz hısımlık ve hasımlık) arasında var gibi görünen çelişki, te’vil gerektirmeyecek şekilde uyumlu ve örtüşmektedir de… Hasımlık “kişi”den öte kişilik, günahkârdan öte “günah” kavramına yöneliktir. Şirk ve türevleri/yan formları dahil küfür/nankörlükle beraber her türlü masiva, fısk ü fücur içeren duruş, düşünüş ve tutumlaradır karşı oluş, karşı duruş, hasımlık. Zira İslam, “ahiret odaklı” ve bu dünyanın geçici bir imtihan yeri oluşu çerçevesindeki çift dünyalı bakışı, asıl ve ebedi yurdun cennetle neticelenmesi için bu dünyada da o nitelikte, onu hak edecek bir ömür, samimiyet, ihlas, takva, ihsan boyutlu bir duruş, yöneliş, inanış öngörmektedir.
Öteki için İslam bir arkeolojik kazı, mühendislik nesnesi, “i”sine bile tahammül edilemeyecek (bakmayın çoğulculuk, özgürlük, demokrasi teranelerine…) “terör” ile yaftalanacak, karikatürize edilecek, istendiği şekilde formatlanacak, kolu kanadı yolunup tesviye hatta tasfiye/izale edilecek bir “asıl tehdit”, tek potansiyel güçtür. Onlar da biliyorlar ki bu güç, onun müntesiplerinden değil, mahza kendinden, aşkın olan kaynağından dolayıdır. Diğerleri için ise İslam, gücünü tahakkuk ettirme oranına göre bir hami, zimmet akdiyle sığınılacak liman, antlaşmalarla şekillenecek bir ilişki sebebidir. Ama bu antlaşmalara sadakatsizlik de her zaman diğerlerinden gelmiştir. İslam, ahde her daim riayeti öngörmekte, bozma şartını, ilk adımın diğerlerinden gelmesine bağlamaktadır. İlk iki aşamadan İslam’a karşı bir hasımlık, en azından nankörlük/küfr söz konusudur.
Pekiyi, İslam’a hısımlık iddiasındakilerin durumu nedir? “İç güveysinden hallice” demenin ötesinde, elle tutulur, gözle görülür bir ışık, umut, muştu var mı? Ne yazık ki ufak tefek parıltıların dışında dört başı mamur bir iz ve işaret ne yazık ki çok uzağımızda! Yani, yine bu umut ve ışık, dinin/İslam’ın kendisinde mündemiç… Müntesiplerinde henüz bir keramet yok!
İslam bir alışkanlık, örf-adet, kültürel bir renk, folklorik bir doku (dersin adı dahi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi!), atalardan varis gelenek, belli ritüellere, özel gün ve gecelere indirgenmiş, genelde “dara düşünce hatırlanan” bir “kutsal nesne” olarak kullanılmaktadır. Adeta kimliklerden bir kimlik, bir ulusun bağlarından (dil, tarih, vatan, bayrak…) puzzle’ın bir parçası, sosyal dokunun, “varlığı dert, yokluğu yara” mesabesinde, olsa da olur olmasa da kabilinden bir vetire halinde, müntesiplerinin elinde deve mi kuş mu olduğu belli olmayan bir evsafta, duygu-vicdan ve bireysel algılara indirgenmiş, yaptırımı umursanmayan, Bektaşi mantığıyla yaklaşılan, konjonktürel ve önümüze sunulan gündemlere bağımlı kılınan trendlere bağlanmış durumdadır.
Düşünün böylesi dostları olanın, düşmana ihtiyacı olur mu? Herkes içinde bulunduğu durum ve sahip olduğu bakış açılarını tutum ve davranış ediniyor. O rolü ifa ediyor. Üzerinde yeterli ve sahih bilgi edinilmeden gerçekleştirilmesi, bu rollerin hakkı verilse de “asla ve usule” uygun olmamaktan dolayı ellerin boş kalması ihtimali hep vardır. “Müflis tüccar” metaforu ve “kendini doğru yolda zanneden yanlış yoldakiler”, “Allah’ ve mü’minleri aldattığını zannedip kendileri aldananlar” vurguları bize bu gerçeği hatırlatmaktadır.
Bir kategori yapılır ya; “İslamcılar, İslamcı geçinenler, İslamdan/İslamcılardan geçinenler” diye, bu üçlü vurgu her kavram için kullanılabilir bir ölçüttür, kıstastır. Herkes kimseyi kandırmadan, kandırdığını zannetse de asıl kandırdığının kendisi olacağını bilerek (Zira Allah’ı kandırmak asla ve kat’a mümkün değildir!) ölçsün, biçsin, kendisi hangi kategoriye giriyor karar versin! Şunu da bilsin ki, tercihinin neticesi de umduğu, beklediği, zannettiği gibi değil, değişmez kaide gereği adil karşılık, mümaselet içinde uygun tecziye olacaktır! (Tecziyenin nötr anlamı, çift yönlülüğü itibara alınarak…)
İslam, teslim olduğunuz, her buyruğundan, ilkesinden, emir ve yasağından emin olduğunuz (emin olmayıp kazma, kaşıma ve kazıma ameliyesindekiler, kendi hesapları bir tarafa, zemine zarar verme, akılları çelme sorumluluklarını da hesaba katmalıdırlar!), bunu kalp ile tasdikten sonra ikrar ve if’al ettiğiniz, buna uygun bir akıbetle karşılaşacağınızın farkında olduğunuz, hayatın her an ve alanına renk veren, tanımlayan, sınırlar ve sorumluluklar koyan; ortaklık, parçalanma, eklektiklik, bir kısmına inanıp bir kısmına inanmama gibi pazarlık konusu olmayan bir din ise buna uygun bir duruş, düşünüş ve yaşayış içinde olma zorunluluğunuz var demektir. Lamı cimi, aması fakatı yok! Burada “hata, ihmal ve ihlallerin” olabilirliği, mümkünlüğü, “ibaha alanının genişliği” de söz konusudur. Tövbe de bu meyanda “mü’min, müslim” için öngörülen bir fırsat, telafi imkânıdır.
İslam, mü’mini ve müslimi için yüceler yücesinden gelen bir davet/teklif, icap edilmesi ve cevaplanması (tasdik, ikrar ve amle) gereken bir buyruk, hayatımızı şekillendirecek ilkeler bütünü, doğru yolu ve aydınlığı kılavuzlayan ‘urvetül vüska’, kendisiyle kurtuluşa ereceğimiz hak yol, insanlığın her iki dünyada da tek saadet sebebi (Aksi görüntüler İslam’ın kendinden değil, operasyonlara tâbi kılınmış ve ne yazık ki muarızlarınca tanımlanıp müntesiplerince içselleştirilmiş yansımalarından kaynaklanmaktadır!) alternatifsiz hak ve hakikatin kendisidir.
Hülasa; İslam’ın muarızları, karşıtları kendi karanlıklarını/zulümatlarını insanlara dayatmak suretiyle yeryüzünü ifsat eden, emniyetleri (5E) hiçe sayan, hasımlıklarını açıkça veya entrikalarla (hard/sopa veya soft/havuç) sergileyen, kalpler kör değilse bunların alametleri her yerde ayan beyan görülebilen bir ‘hasımlıkta’, tutumda, işte/işletiştedirler.
Ancak asıl sıkıntı ve sorun, bir ‘iddia’ ile müntesiplik, aidiyet beyan edenlerin ‘hısımlık’ tezahürlerindeki müphemlik, fluluk, çok renklilik, bulanıklık, ikirciklik, konjonktürel tavırlar (zemheride, pastırma sıcaklarında, normal zamanlarda farklı faklı), tutarsızlıklar, muarızına fırsat sunan, ondan rol çalan edilgenlikler; bilgi, teslimiyet ve temsiliyet, liyakat ve samimiyet noktasındaki eksiklikler ve buna paralel aşırılık ve fazlalıklardır…
Ahiri kelam, herkes kendi konumuna baksın, yer ve yönelimini doğru tesbit, teşhis ve tedavi için doğru süreçlere dahil olarak, el ve omuz vererek belirlesin, safını seçsin, ‘ne yardan, ne serden vazgeç(e)meyen ikirciklikten kurtulsun, başkalarını ve özellikle Allah’ı kandırabileceği zehabından uzaklaşsın, neler için ne bedeller ödediğini ve buna değip değmediğinin hesabını yapıp karar versin; tamam mı devam mı?! Hasım mı hısım mı ilan etsin, dost düşman bilsin! Buna göre bir kimlik kuşanıp kişilik taşısın! Yakışanı yapsın!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *