Geleneğin otoritesi, geleneğin kutsallaştırılan yorumu, Müslüman halkları resmi gerçekliğin sınırları içerisine hapsettiği için, Müslüman halklar hakiki gerçekliğe nüfuz yeteneği kazanamıyor, bu nedenle de, sahte-yalan hayatları içselleştirerek hayatlarını sürdürüyor.
Atasoy Müftüoğlu
İslam toplumları ve kültürleri, gönüllü köleliğin konformizmini içselleştirerek, bu konformizmi dokunulmaz ve kutsal bir geleneğe dönüştürdükleri için, modern dünya sisteminin ideolojik ve ırkçı kurgulara, keyfiliklere dayalı, paradigmatik iktidarı adına sürdürülegelen entelektüel haçlı seferleri karşısında utanç verici bir acz ve çaresizlik sergiliyor. İslam toplumlarında, resmi gerçeklikler yanlış bilinç temelinde toplumsallaştırıldığı/kurumsallaştırıldığı için, halklar, yanlış bilincin nesnesi haline getirilerek şeyleştiriliyor ve hakiki gerçekliğin dünyasından uzaklaştırılıyor.
Müslüman halklar günümüzde de, yanlış bilinç yoluyla çok ağır, çok yönlü ve sistematik bir mistifikasyona (aldatma) tâbi tutuluyor. Uyumcu kitleler, gündelik politik popülist dilin ve gerçekliğin mahiyetini sorgulayamıyor, sorgulama ihtiyacı duymuyor. Bugünün, gündelik-politik-popülist gerçekliği, niteliksel değerleri-ilkeleri-yoğunlukları-fikirleri ve anlamları hiç bir şekilde dikkate almıyor. Gündelik politik popülist gerçekliğin dünyasıyla bütünleşen halklar-toplumlar-kültürler, merkezi sorunlarla-merkezi anlamlarla-merkezi sorumluluklarla ilgilenmiyor. Din’i ve politik popülizm uyuşturucularına maruz kalan halklar, bu durumdan rahatsız olmadıkları için, İslami anlamda özgürlüğe istihkak kazanamıyor.
İslam toplumları ve kültürleri, özgürlüğü, sadece, resmi gerçekliğin özgürlüğü ile, hamaset özgürlüğü ile eşitledikleri için, kapitalıst küreselleşmenin vazgeçilemez bir parçası olduklarını farkedemiyor. Kapitalist küreselleşme yoluyla insani yanını kaybeden bir dünya, inani sorunlara teknik/bürokratik cevaplar vermeye çalışıyor. Modern zamanlar boyunca ve bugün, galiplerin-güçlülerin özgürlükleri; zayıfların-güçsüzlerin-mağlupların sömürgeleştirilmeleriyle sonuçlandı. Bu çarpık, tek yanlı, ırkçı özgürlük anlayışına göre modern tarih boyunca ve bugün, birkaç kişiyi öldürenler “terörist”, yüzbinleri-milyonları öldürenler, masum halkları mülksüzleştirenler, muhacerete zorlayanlar, masum halkların ülkelerini yakıp yıkanlar, modern/uygar/özgürlükçü olarak anılıyor. İslam karşıtlığı söz konusu olduğunda; liberal aydınlanma değerleriyle Marksist-sosyalist değerler arasında ideolojik bir akrabalık kurulabiliyor.
Pragmatik bir uygarlık, küresel tahakküm projesi adına ahlaki ve kültürel göreliliği meşrulaştırdığı için, güçlü olan herkesin “haklı”lık iddiasında bulunabildiği bir dünya oluşturdu. Bu gayrıinsani ve gayriahlaki meşruiyete dayanılarak, Filistin ve Gazze büyük bir toplama kampına dönüştürülmüştü. Bugün de, aynı şekilde, otoriter kapitalizm, kapitalist sosyalizm yoluyla ideolojik anlamda Batı’ya katılan Çin, Müslüman Uygurlar için toplama kampları oluşturuyor. Hangi dünya görüşüne bağlı olurlarsa olsunlar, otoriter/totaliter güç sahipleri, bütün tasarrufları ile ilgili olarak “haklı” ve “ahlaki” bir gerekçe bulmak zorunda olmadıklarına inanıyor.
Konformist bir toplumsal-kültürel bünye, hiç bir şekilde yoğun-derin-bilinçli bir farkındalık, kapsamlı bir farkındalık oluşturamıyor. Yanlış bilinci toplumsallaştıran politik popülizmler, din’i popülizmler, sistematik olarak patolojik iyimserlikler ürettikleri halde, toplama kamplarında sürekli olağanüstü hale, olağanüstü haksızlıklara/adaletsizliklere maruz kalan Müslüman haklarla ilgili olarak, bu halkların özgürleştirilmeleriyle ilgili olarak hiç bir iyi şey yapamıyor, hiç bir irade ortaya koyamıyor. İçerisinde bulunduğumuz dönemde, Taliban-İşid-Kaide gibi örgütlerin aşırılıklarından-bağnazlıklarından hareketle, İslam’ın kendisine yöneltilen ağır-haksız suçlamalarla ilgili olarak, İslami bütün ve bütünlük adına konuşan, konuşabilen entelektüel bir kadroya sahip bulunmuyoruz.
Taliban-İşid-Kaide yorum ve uygulamalarından yola çıkılarak, emperyalist strateji adına ve Avrupa çıkarları için icat edilen kavramlar aracılığıyla, İslam ve Müslümanlar bir kez daha Orta Çağ’a gönderiliyor, Orta Çağ konusu haline getiriliyor. İslami entelektüel/kültürel hayat, ilahiyat hayatı konformizmlerle, patolojik iyimserliklerle malûl olduğu, insani/ahlaki evrenselciliği İslami anlamda temsil ve tecrübe eden bir dil/söylem/kültür oluşturamadığı için, emperyalizmi ve sömürgeciliği evrenselleştiren barbar bir gerçekliğe katlanıyor. Evrensel iyiliği ve barışı yok eden sömürgeciliklerle bir türlü hesaplaşamıyor.
Günümüz toplumlarında, Türkiye’de de, yakından takip edilebileceği üzere, “şanlı tarih” ve “şanlı bugün” propoganda söylemi ve gösterişçi muhafazakarlık tarafından belirlenen resmi gerçekliği temsil eden çevreler, Batılı emperyalist yorumun egemenliğini istikrarsızlaştırabilecek, tartışma konusu yapabilecek, tek bir İslami düşünüre/filozofa/bilgeye sahip olmadığımızı hatırlamalılar. Bütün dünyaya bir virüs gibi yayılan emperyalist yorumun egemenliği sebebiyle, Müslüman halklara ve kültürlere halen nesneler gibi bakılabiliyor, bu halklar ve kültürler nesneler gibi incelemeye tâbi tutulabiliyor.
İslam dünyası toplumları olarak, ufkun görünmediği bir yerde bulunduğumuz halde bu durumu itirafa cesaret edemiyor, “şanlı tarih”-“şanlı bugün” sloganlarına tutunmaya çalışıyoruz. İslami bütünü-büünlüğü evrensel anlamda temsil için çok büyük niteliklere, çok büyük yeteneklere, çok büyük ufuklara, çok büyük sorumluluklara ve birikime ihtiyaç duyulduğu halde, milliyetçilikler için bu tür niteliklere hiç bir şekilde ihtiyaç duyulmuyor. Bilindiği üzere, her milliyetçilik hamaset sloganlarıyla temsil edilebiliyor. Hiç bir milliyetçilik ve ırkçılık başkalarına karşı ahlaki sorumluluk taşımıyor.
İslam toplumlarında, Türkiye’de de, içerisinde yaşayarak gördüğümüz üzere, popülizmin/oportünizmin ve hamasetin yükselişi ile birlikte, entelektüel/estetik/hikemi incelik, yoğunluk, yöneliş ve duyarlılık bütünüyle terk edildi. Büyük düşünürlerin yerini, büyük demagoglar; büyük fikirlerin yerini, büyük spekülasyonlar, komplo teorileri; büyük etkilerin yerini büyük edilgenlikler ve büyük çürüme aldı. Bütün bu nedenlerledir ki, hayatımızdan bütün somut anlamlar-ilkeler-değerler-tercihler ve tarzlar birer birer çekiliyor. Popülist politik dilin/söylemin kaba-bayağı saldırılarına maruz kaldığı için, entelektüel/estetik/hikemi üretkenliklere yabancılaşan toplumlarımızda bugün, İslami zihin-ruh ve düşünce dünyamız büyük bir taşlaşmayla karşı karşıya gelmiş bulunuyor.
İslam toplumlarında taklit’i meşrulaştıran bir gelenek aracılığıyla, akılsızlık ve düşüncesizlik de meşrulaştırıldı. Taklit, insanın kendisini gerçekleştirmekten ve kendisi olmaktan vazgeçerek, din’i ya da politik karizmatik figürlere bağımlılığa mahkûm olmalarıyla sonuçlanıyor. Bugün, geleneği eleştirel anlamda okumadığımız, yorumlamadığımız ve temsil etmediğimiz için, ölümcül edilgenliklerle bütünleşerek yaşamaya devam ediyoruz. Geleneğin otoritesi, geleneğin kutsallaştırılan yorumu, Müslüman halkları resmi gerçekliğin sınırları içerisine hapsettiği için, Müslüman halklar hakiki gerçekliğe nüfuz yeteneği kazanamıyor, bu nedenle de, sahte-yalan hayatları içselleştirerek hayatlarını sürdürüyor. Günümüz İslam toplumlarında resmi gerçeklik, hamaset söylemi, şanlı tarih söylemi aracılığıyla, toplumların-halkların ancak, duygusal ihtiyaçlarına cevap verebiliyor. Toplumların duygusal ihtiyaçlarına cevap vermek için, ahlaki-entelektüel sorumluluk almak gerekmiyor. Toplumlarımızda hamaset ve popülizmin ölçüsüz yükselişi, düşüncenin/bilincin/niteliğin ve zihni etkinliklerin/üretkenliklerin ölçüsüz düşüşüne işaret ediyor. Günümüzde, İslam toplumlarının pragmatik tercihler ve pragmatik değişim dışında hiç bir “kutsalları” yok. Bu durum İslam toplumlarının İslam’a nasıl, hangi ölçüde yabancılaştıklarını gösterir.
Yapısal edilgenliklerle malûl bulunan toplumlar, İslami anlamda bir özgüven içerisinde bulunmadıkları için, her durumda, bu edilgenliğin somut bir tezahürü olarak kimi dönemlerde seküler, kimi dönemlerde ise muhafazakar kurtarıcılar beklerler, icat ederler, icat ettikleri bu kurtarıcılara duygusal anlamda bağlanırlar. Derin edilgenlikler/yapısal edilgenlikler; derin kirlilikler ve derin istismarlar için elverişli bir ortam oluşturur. Sözünü ettiğimiz toplumlar, sahte kurtarıcılara bağlanarak, ahlaki ve zihinsel bir konformizmi/rahatlığı seçerek, varoluşsal sorumluluklar almaktan imtina ederler. Bu durum, her ülkede, her zaman, yalnızca siyasal iktidarların işine yarar.
İslam dünyası toplumlarının/kültürlerinin her tür bağımlılığa ilişkin, statükoya bağımlılık, konformizme bağımlılık, her tür otoriteye bağımlılık vb. gibi konularda öteden beri sergileyegeldiği, tartışılmaz kıldığı bir bağlılık-bağlanma sorunu olduğunu belirtmek hayati önemi olan bir konudur. Bu nedenledir ki, toplumlarımızda konformizm eleştirel zihinlere hayat hakkı tanımıyor. Konformist gelenekler halkların zihinsel gelişmelerini engelliyor. Eleştirel zihinlere hayat hakkı tanımayan toplumlar/kültürler karşı karşıya bulundukları-biriktirdikleri tarihsel yenilgilerle/bozgunlarla, yıkımlarla/teslimiyetçiliklerle, kaybettikleri bağımsızlıklarla ilgili, kapsamlı/derin/çok boyutlu çözümlemeler/sorgulamalar yapamıyor.
Kutsal alanın/inançların/ilgilerin/tercihlerin/pratiklerin; duygusal alana/inançlara//ilgilere/tercihlere ve pratiklere indirgendiği günden bu yana, İslam toplumları yapısal bir kırılganlık/belirsizlik/istikrarsızlık içerisinde bulunuyor. Bu yapısal kırılganlık/belirsizlik sebebiyle, İslam toplumlarında, her durumda, itaatkarlık bir “fıtrat” haline gelmiştir. Taklit’in sorgulanamaz bir gelenek halini aldığı toplumlarımızda, bugün, hiç bir şekilde bireysel bağımsızlık ve bağımsız düşünce gelişmiyor. Politik sloganların-klişelerin ve propoganda dilinin hakim olduğu toplumlarımızda, Türkiye’de de müşahade edilebileceği üzere, hiç bir şekilde bir tefekkür etkinliğinden söz edilemiyor. Tefekkür’den yoksun bireyler ve toplumlar, her durumda kolaylıkla resmi gerçekliğe dahil edilebiliyor, resmi gerçeklik tarafından şeyleştirilebiliyor. Her nitelikli çaba ve yoğunluğun, tefekkür zemininde yükselebileceğini hatırlamak gerekiyor.
Yapısal bir kırılganlık içerisinde bulunan İslam toplumları, bu kırılganlık sebebiyle, parçalanmış bir akıl/zihin/ruh dünyasına mahkûm edildikleri için, İslami bütünün ve bütünlüğün ifadesi olamıyor. İslam dünyasında, İslami bütünü ve bütünlüğü temsil eden, entelektüel/bilimsel/felsefi, bir çevre/okul/ekol/kadro/akım vb. bulunmadığı için, İslam ile, kendilerini İslam’a nispet eden İslami grupların keyfi ve aşırı yorumlarını, İslam tarihi ile Müslüman hanedanların/ailelerin/kabilelerin/mezheplerin vb. etnik merkezli yorumlarını da birbirine karıştırmamak gerekiyor.
İslami varoluşun sorumluluğunun farkında olan güçlü zihinler, her şeyden önce, fıtri farklılık ve çokluğu bir bütünlük bilincine kavuşturmakla yükümlüdürler. Sözünü ettiğimiz güçlü zihinler, derinlikli-çok ufuklu kadrolar, bugün, İslam toplumlarının maruz kaldıkları tek boyutlu (pozitivist) epistemolojinin sınırlarını-otoritesini aşarak, çok boyutlu İslami epistemolojinin ufkunu açabilmelidir. Bunun için, yeni anlam, yeni bilinç, yeni eylem alanları açmak gerekir. İslami epistemoloji alanının özgürleşmesi için, ideolojik kurgu ürünü antropolojilerin ve oryantalist yorumların dokunulmazlıklarının kaldırılabilmesi gerekir.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *