Artık her birimizin kendi kabulleri, ötekiyle, bir başka insanla mutabakat oluşturmaya, paylaşmaya hiç elverişli olmayan, mümkün olduğunca olmaması gereken inançları, “eşsiz tecrübeleri” var.
Latif Değer
Modern insan, son beş yüz yıllık yeni anlama, anlamlandırma, yaşama, akletme biçimlerinin genel adı olan “aydınlanma”nın güçlü, zayıf, çeşitli düzeylerde etkilerini taşıyarak yaşayan bir varlık.
Allah eksenli tüm anlama ve yaşama biçimlerinden kopuk olarak yeni bir kendini kutsayıcı, hümanist, kendi merkezli akledişlerin bireyi durumuna evrilen bu insan modeli, içinde yaşadığı evren ve tabiata olduğu kadar kendi türünden olanlara da olabildiğince hasım ve yabancı algılar geliştirmeye pek müsait bir tasavvur geliştirdi. Öyle ki şairin “Herkes ayrı baş olunca benlik tanrılık olmuştur.” dediği gibi Allah ve onun çerçevesini çizdiği “hakikat” merkezli düşünceden kopan bu yeni bireyin önce kendi türünden her varlıkta bulunan “akıl” eksenli bir hakikat inşa etmesi de çok sürmemiş ve bu “modern” durum pek kısa sayılacak bir zamanda “herkesin kendi aklı, duyguları, hisleri ekseninde” geliştirip inandığı ve peşinden gittiği yeni bir “hakikat” çerçevesi oluşturmuştur.
Bu “yeni hakikat” her baş adedince anlama, doğruya, iyiye, önemliye karşılık gelmekte ve hiç kimsenin aklı, doğrusu, gerçeği, değeri, inanışı bir başkası için bir önem ve geçerlilik arz etmemektedir artık.
Bu yeni durum “çölde kırk vakit beyhude gezinme”ye kendini mahkum etmiş yeni bireylerden oluşan, yeni, başka belki de tarihte bu ölçüde benzeri görülmemiş bir insanlık durumu oluşturmaktadır.
Yeni insanın kendinden başka hakikat, deneyim, bilgi, bilinç tanımayan benliği her başka gerçeğe olabildiğince şüpheli, tereddütlü, mümkün olabilecek ortak doğrulara belki onay veren ancak bu ortaklığı fark ettiğinde bile kekremsi bir itiraz dürtüsüyle aslında kabule yakın olduğu söz konusu gerçekliğe bile karşı tutum geliştirebilecek bir hissiyata büyük bir yatkınlık geliştirmiştir.
Artık her birimizin kendi kabulleri, ötekiyle, bir başka insanla mutabakat oluşturmaya, paylaşmaya hiç elverişli olmayan, mümkün olduğunca olmaması gereken inançları, “eşsiz tecrübeleri” var. Bu anlama ve algılama biçiminin sonucuydu belki de “modernite”nin “salih kul” modeli olan “birey” tanımı. O kadar birey ki her şeyiyle biricik olsun. Hiçbir etkiye, katkıya, nasihate, tavsiyeye açık ve yatkın olmasın. Her birimizin gerçeği, doğrusu o kadar “biz” ve “bizim” olsun, o kadar şahsi, bireysel olsun ki varlığımız, kimliğimiz onlar olsun, biz onlardan ibaret olalım, bu yüzden de onlar da öz varlığımız ölçüsünde eleştirilemez, dokunulamaz, yanlışlanamaz olsun.
Bu “birey”lik ve bireysellik bir taraftan da her türlü dolaylı etkiye, yönlendirmeye, dönüştürmeye, manipülasyona açık. Yeter ki doğrudan bizim sandığımızla, herhangi bir kabulümüzle yüzleşmeye maruz bırakmasın bizi. Gösterilsin, anlatılsın, izletilsin, sunulsun ve biz “seçelim” ki mutlu olabilelim; doğrudan bir sorgulamaya, eleştiriye, değerlendirmeye, kritiğe tabi tutulmayalım; “elbette”, “haklısın”, “olabilir”, “yeniden düşünelim/düşüneyim” demeyelim.
Bir taraftan onca badireler, asırlar, devirler, tecrübeler altüst oluşlar, yıkımlar, yeniden inşalar yaşayan tarih, insan, insanlık ve düşünce, kavrayış, algı ve anlamlar bir taraftan da hep orada, o sabit noktada “dimdik” duran ve her daim bizi kendine tabi kılan “benlik”in ebedi tesirinin sesi: “Niye ben değil?”
Selam ve dua ile…
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *