SİSTEM-İÇİ / SİSTEM-DIŞI MÜCADELE

SİSTEM-İÇİ / SİSTEM-DIŞI MÜCADELE

Sistem, belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere örgütlenmiş “ilkeler bütünü”, manzume; siyasal sistem ise, bir devletin siyasal hayatını belirleyen kurumların, güçlerin ve değerlerin uyumlu bir örgütlenmesidir.

Bu kavramı bütün boyutlarıyla anlatabilmek, insanımızın zihnindeki şüpheleri giderebilmek için öncelikle “Sistem nedir?” sorusuna cevap bulmamız gerekir. Sistem tanımından hareketle asıl kavramı, çoğu zaman stratejik önemi yeterince kavranamayan ya da içinde bulunulan pozisyonları meşru göstermek adına bir takım karışıklıklara maruz bırakılarak kamuoyuna sunmakta yarar umulan ‘sistem-içi’ kavramını anlamaya çalışacağız. Yanı sıra, ‘sistem-içi’ mücadelenin stratejik önemini, değişen dünya şartlarına paralel olarak yeniden yapılanma sürecine giren Türkiye’deki gelişmelerle bağlantılarını, Müslümanların siyasi ve itikadi duruşlarıyla ilintisini analiz etmeye gayret edeceğiz.

Sistem terimi, Büyük Larousse’ta şöyle tanımlanmaktadır: (Fr. systema, lat. systema, yun. systema) 1. Bilimsel bir bütün ya da başlı başına bir öğreti oluşturacak biçimde birbirine bağlı olarak örgütlenmiş ‘ilkeler bütünü’, dizge, manzume: Astronomik sistem, Felsefi sistem, Toplumsal sistem, Siyasi sistem. 2. Birimlere dayalı bir işleyişi olan bir bütünün içinde birbirleriyle olan ilişkileri açısından ele alınan öğeler bütünü: Güneş sistemi. 3. Belirli bir işlevi yerine getirmeyi amaçlayan işlemler, örgütlenmiş ya da kurumsallaşmış uygulamalar bütünü: Eğitim sistemi, savunma sistemi. 4. Bir sonuca varmak için uygulanan yöntem; yol: Sanığın kendini savunma sistemi. 5. Değişik öğelerden oluşan ve belirli bir işlevi yerine getiren düzenek, düzen: Aydınlatma sistemi. 6. Toplumsal düzen. 7. İktisadi Sistem: Bir bütün oluşturan iktisadi öğreti (liberal sistem, sosyalist sistem v.b.): bir ekonomiyi tümüyle belirleyen az ya da çok geniş kapsamlı iktisadi bütün (Sovyet sistemi, Amerikan sistemi); ya da ekonominin az ya da çok tutarlı bir bölümü. (Tarım destekleme fiyatları sistemi vb). Siyasî sistem: Bir devletin siyasal hayatını belirleyen kurumların, güçlerin ve değerlerin tümü.

Bu vesileyle sistem ile yakın anlam ilişkisi olan ve çoğu zaman birbirine karıştırılan rejim kavramını da dikkatlere sunmakta yarar umuyoruz.

Rejim (Fr. Regime): 1. Örgütlenme tarzını, iktidarın kullanım biçimini belirleyen uygulamalar, yöntemler ve kurumlar bütünü: Askerî rejim, Başbakanlık rejimi, Parlamenter rejim v.b. 2. Bir şeyin ya da bir kişinin bir kuruma bağlanma biçimini belirleyen yasal düzenlemeler bütünü: infaz rejimi, gümrük rejimi. 3. Sağlığı korumaya ya da yeniden kazanmaya yönelik besinlerle ilgili tıbbi önlemlerin tümü: süt rejimi, tuzsuz rejimde olmak gibi. 4. Besin alımında kısıtlamalara uymak: rejime girmek. 5. Bir olayın oluşma biçimi: yağış rejimi. (Büyük Larousse).

Kısaca sistem, belirli bir amacı gerçekleştirmek üzere örgütlenmiş “ilkeler bütünü”, manzume; siyasal sistem ise, bir devletin siyasal hayatını belirleyen kurumların, güçlerin ve değerlerin uyumlu bir örgütlenmesidir. Bu bağlamda Türkiye’deki sistemin ne olup olmadığı çok önemlidir.

Bir kere Türkiye’de anayasa dâhil tüm hukuki metinlerde çok net ifadelerin, kıstasların, düzenlemelerin bulunmadığını, özellikle Türkiye’nin özel şartları bağlamında ele alınan konularda tam bir keyfiliğin söz konusu olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Sisteme hâkim olan ve toplumla, toplumun değerleriyle bağlantısı sınırlı olan seçkinci, topluma tepeden bakan kurucu kadroların büyük bir kesimi, “Türkiye’nin özel şartları” gerekçesiyle “laiklik” tanımı başta olmak üzere “irtica”, “milletin hâkimiyeti”, “milliyetçilik”, “Atatürk ilke ve inkılâpları” gibi kavramları özellikle subjektif ve keyfi bir şekilde tanımlamışlar, bu durumu sorgulayan sistem-içi güçlere dahi şüpheyle bakmışlardır. Böylelikle başlangıçtaki otoriter ve totaliter yapı, değişen şartlara paralel olarak zamanla yumuşama durumunda kalsa da söz konusu muğlâk tanımlanmış kavramlar üzerinden daima “iç düşman” üretilebilmiş, böylece oligarşik yapının devamı sağlanabilmiştir. Yani oligarşik yapının amaç ve çıkarlarına uygun siyasi, ideolojik ve “hukuki”(!) bir dil her zaman oluşturulabilmiştir. Silahlı gücü ve dış odakları da arkasına alan bu kesimler, kendi çıkarlarına aykırı gördükleri düşünceleri, programları ve önerileri “anti-laik”, “mürteci”, “vatan haini”, “kökü dışarıda unsurlar”, “Cumhuriyetin temel esaslarını yıkmaya çalışanlar” olarak nitelemişler ve mahkûm etmeyi başarmışlardır. Bu çerçevede, kendi içlerinden çıkan ve değişen dünya koşullarına paralel olarak sistemde değişiklikler yapmak isteyenleri bile benzer argümanlarla mahkûm etmişler, hatta siyasi cinayetler işlemekten çekinmemişlerdir. Ne zaman ki iki kutuplu dünya siyasal sistemi yıkılıp yeni bir dünya dengesine doğru yol alınmaya başlandı ve Türkiye’nin küresel sistem içindeki konum ve misyonunda radikal değişimler meydana geldi, o zaman işler değişmiştir. Bahse konu oligarşik yapı önce dış desteğini kaybetmiş, sonra da dış ve iç dinamiklerin zorladığı sistem-içi iktidar ve rant mücadelesinde giderek güç kaybetmeye başlamıştır.

Cumhuriyet kadrolarını iki temel siyasi çizgi olarak değerlendirmek mümkündür. Ama unutmamalıyız ki bu iki siyasi çizginin Cumhuriyet’in temel felsefesi, hedefleri ve ilkeleri konusunda herhangi bir ihtilafları söz konusu değildir. Batılılaşmak, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak konusunda birbirleriyle yarışları ve sistem-içi güç ve çıkar mücadeleleri hep devam etmektedir. Bunlardan birincisi jakoben, tepeden inmeci, yukarıdan aşağıya bir modernleşmeyle amaca ulaşacağına inanırken, ikincisi, evrilmeci, ılımlı, halkı sürece dahil etmenin ve halkın değerleriyle mümkün olduğunca çatışmamanın gereğine inanan bir yaklaşımı temsil etmektedir. Cumhuriyet’in kuruluş döneminin dış şartları birinci anlayışa sahip kadroların hâkim olmaları sonucunu doğurmuşsa da, bu iki siyasi çizgi arasındaki sistem-içi mücadele devam etmiştir. Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi -Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve bunların çizgisinde siyaset yapan partilerin mücadeleleri, bugün de bu temel siyasi çizgileri temsil eden partiler, kuruluşlar statükocular -değişimciler- olarak mücadelelerini devam ettirmektedirler.

Bu tespiti yaptıktan sonra, sistem-içi mücadelede asıl belirleyici husus olarak karşımıza çıkan söz konusu siyasi anlayışların İslam’a yaklaşımları ve bununla bağlantılı laiklik anlayışlarının ortaya konulması gerekir.

Bilindiği üzere kadim Yunan, eski Roma ve Hıristiyanlık senteziyle ortaya çıkan ve seküler bir temelde yükselen Batı medeniyetinin İslam ile tarihi problemi bulunmaktadır. Yaşadığı aydınlanma süreci sonunda başat bir güç haline gelen Batı, kendi varlığını, Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki hâkimiyetini sürdürebilmek için İslam ile hesaplaşmanın bir zorunluluk olduğunun farkındadır. Bunun için, ya İslam’ı yok etmek ya da korunmuş yegâne ilahi kaynağa sahip olan Müslümanları ana kaynaktan uzaklaştırarak, Batılı değerlerle uyumlu bir din algısı inşa ederek onları kontrol etmek durumundadır. Kendilerini İslam ile tavsif eden geniş bir kitlenin şaşkınlığı ve ne yapacağını bilmezliğinden de yararlanarak buna cüret etmektedirler.

Batı ve batıcıların hayati öneme sahip bu stratejilerinin görülmesi ve bunun arka planındaki batının genlerine işlemiş, felsefelerine nüfuz etmiş olan farklı bir tecrübenin sonucu ortaya çıkan “din” algısını göz ardı etmememiz gerekmektedir. Öyle ki bu gerçekliği dikkate almadan batıyı, batılı değerleri esas alan sistemleri anlamaya çalışmak, onlarla ilgili çıkarımlarda bulunmak yanlış olacaktır. Zira bugün başat konumda bulunan güçler bilmektedirler ki başta hukuk ve toplum alanları olmak üzere ontolojik, epistemolojik, vd. hayata dair alanlarda insanlığa teklifi olan yegâne din (ideolojik beklentilere de cevap veren) İslam’dır. Bu nedenle İslam, dün olduğu gibi bugün de egemen güçler için potansiyel bir tehlike, alternatif bir medeniyettir. Bu bağlamda Müslümanların yaşadıkları coğrafyadaki Batılılaşma projelerinin kendine özgü şartları vardır. Bu projelerin “ideolojik savaş” boyutu hep ön planda olmuştur. Dolayısıyla egemen güçler buralardaki ideolojik mücadelelere kayıtsız kalmazlar. Aynı zamanda sistem-içi güç ve çıkar mücadelesinin seyrini de gelecekleri ve güvenlikleri açısından önemserler; stratejik boyutta müdahale ederler. Bu durum, Türkiye’deki sistem-içi mücadelenin ta başından bu yana net bir şekilde görülebilir. Zaten stratejik önemi dolayısıyla Türkiye dünyadaki değişimlere ve dış etkilere çok daha duyarlıdır.

Doğal olarak Türkiye’deki siyasal sistemin ideolojik sınırlarını belirleme çabamızda karşımıza üç önemli başlığın çıktığını görebiliriz. Bunlar, verili sistemin tehdit değerlendirmesindeki sıralamaya göre İslam, Sosyalizm ve Milliyetçilik (daha doğrusu Türk Milliyetçiliğinin bilinçli ve/veya bilinçsiz olarak tetikleyip derinleştirdiği Kürt Milliyetçiliği). Dünya görüşü itibarıyla Batının düşünsel temellerine yabancı olmayan, reaksiyoner bir çıkışı yansıtan sosyalizm Türkiye Cumhuriyeti için konjonktürel olarak bir tehdit oluşturmuş gibi gösterilse de artık bir tehdit olarak algılanmamaktadır. Ulus devlet projesinin bir gereği olarak Osmanlı kültür zemininden bir “ulus” oluşturma çabaları Cumhuriyet’in başını çok ağrıtmıştır. Bunda İslam dini ile Batının yaşadığı tecrübedeki din olgusunu birbirine karıştırmaları ve geleneksel boyutlarıyla da olsa toplumu küçümsemelerinin rolü büyük olmuştur. Her ne kadar Batılılaşma hedefine kilitlenmiş olan bir sistemin İslam ile karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olsa da, Müslümanlarla çatışmada asıl öne çıkan boyut laik Türkiye Cumhuriyeti’nin seçtiği modernleşme yöntemi olmuştur. Zira kendilerini Müslüman olarak tavsif eden insanımızın büyük çoğunluğunun Batılılaşmanın ne olduğu konusundaki yüzeysel yaklaşımları, İslam algıları konusunda kendilerine hâkim olan tarihsel birikimler, bidat ve hurafeler, en önemlisi de ana kaynaktan uzaklaşmışlık, sistemin İslam ile çatışmasındaki zemini görmeyi engellemektedir. Kuruluş felsefesiyle, ideolojisiyle, ilkeleri ve değerleriyle sistemi topyekûn değerlendirmek ve ona göre bir duruş sergilemek yerine, sistem-içi taraflardan biri hasım olarak görülmüş, en az diğeri kadar tehlikeli olan ama kullandığı ılımlı yaklaşım ve sinsi “ideolojik savaş” yöntemi nedeniyle birincisi kadar iyi tanıyamadıkları taraf ile yakın durmuşlardır. Bu henüz İslamî bilincin milliyetçi-muhafazakâr düzeyi aşamadığı dönemde böyle olduğu gibi, maalesef bugün de konjonktürel fırtınalarla benzer eğilimlere şahit olmaktayız.

Cumhuriyet tarihi boyunca sistem-içi mücadelenin taraflarından biri haklı olarak hedefe yerleştirilirken diğeri sanki aynı siyasal sistemin ideolojik özelliklerine sahip değilmiş gibi hep ıskalanmıştır. Oysa sistem-içi mücadelenin taraflarını birbirinden ayıran unsur, modernleşmede tercih ettikleri yöntemdir, yaklaşımdır. Birincisi jakoben/devrimci, baskıcı, tepeden inmeci, seçkinci bir geleneği temsil edip, kaba araçlarla amacına ulaşmayı öngörürken diğeri daha ılımlı bir yaklaşımı, Anglo-sakson geleneği temsil etmektedir; dolayısıyla ikincisinin kullandığı araçlar da daha sofistike, daha aldatıcı ve çeldirici olmuştur.

Batı düşüncesinin ana ekseninde yer alan seküler mantık, özünde skolastik düşüncenin karşısında yer almasına rağmen, Türkiye’deki jakoben geleneği takip eden Batıcı kadrolar, uzun bir dönem sekülerlik adına kendilerine değişmez doğrular belirlemişler, laikliğin bir yorumunu, sistem için tehlike gördükleri İslam’ın karşısına adeta alternatif bir din gibi yerleştirmişlerdir. Buna karşın, Anglo-sakson geleneği takip eden ılımlı laikler ise buna, batılı değerler, modern referanslarla karşı çıkmışlar, tarihsel modernist okumalarla sözde evrensel değerlerle uyumlu bir din anlayışını temsil etmelerine rağmen, İslam’ı doğru algılayamayan insanlar (halk) nezdinde hep tercih edilmişlerdir.

Türkiye’deki siyasal sistem içinde laiklik anlayışının farklı versiyonlarının dini/İslam’ı algılama ve kendi bakış açıları çerçevesinde onu tehdit olmaktan çıkarma mücadelelerinde farklı yöntemler kullandıklarını belirtmiştik. Konunun daha net anlaşılabilmesi için bazı hususların altını çizmek gerekmektedir.

Bir kere her iki anlayış da İslam’ı seküler bir zemine oturtmayı, farklı okumalarla yeniden yorumlamayı stratejik önemde görmektedirler. Ancak birincisi (jakoben/devrimci anlayışı benimseyen laikler), seçtiği yöntemin doğal bir sonucu olarak daha ötekileştirici, buyurgan bir dille bunu yapmaya çalışırken ikincisi (Anglo-sakson geleneği takip edenler, ılımlı laikler), çoğu zaman halkın içinden devşirdikleri aktörlerle daha ılımlı, sistemi tehdit etmediğini düşündükleri boyutlarda daha liberal bir tavır takınmaktadırlar. Kullandıkları bu ılımlı dil ise insanımızı aldatmaktadır. Bu aldatmada, (jakobenlere göre “din istismarı”nda) birinci anlayışın da çok önemli bir etken olduğunu gözden kaçırmamak lazımdır. Asıl gözden kaçırılmaması gereken husus ise her iki laiklik yorumu ve/veya modernleşme tarzında İslam’ı seküler bir yoruma tabi tutma zorunluluğudur. Birincisinde İslam’a/Müslümanlara yönelik “ideolojik savaş” boyutu eğitim kurumlarıyla, kültürel faaliyetlerle, tören ve söylemlerle üstü kapalı yürütülüp, onları sindirme, baskı altında tutma görünür durumda iken, ikincisi hem birinci kesimin ötekileştirici, sindirici tavrının avantajlarıyla hem de aldatıcı yaklaşımıyla karşımıza çıkmaktadır. Ve söz konusu avantajların sağladığı imkânlarla “ideolojik savaş”ı çok daha planlı, programlı entelektüel faaliyetlerle sürdürmektedir. Tarihsel, modernist okumalarla Müslümanların değerlerini sözde evrensel değerlerle (demokrasi, insan hakları, serbest piyasa…) telif etme/uyumlulaştırma, sonuç itibariyle diğerlerinin zorlandıkları seküler temelde yeni bir “din” inşa etme yolunda öne çıkmaktadırlar. Reel şartların aldatıcı cazibesi de bunlara yardımcı olmaktadır.

En vahim olanı da, İslam ile hiçbir alakası olmayan modernist değerler üzerine inşa edilmeye çalışılan bu din algısını sadece ılımlı laiklerin, sağcıların, liberallerin savunmamalarıdır. Giderek yaygınlaşan bir şekilde devşirilmiş siyasi aktörler, entelektüeller, kanaat önderleri ve cemaat liderleri de bu projenin parçası haline gelmektedirler. Son dönemde bunlara, İslam’ın yeniden iktidar olmasını muhal gören ya da bunun kendi ömürleri içinde gerçekleşemeyeceği vehmine kapılanlar da dâhil olmuşlardır. Bu kesimler de küresel ölçekli “ılımlı İslam” projesinin değirmenine su taşımaya devam etmekte, “ikbal beklentileriyle ideolojik/dini kaygılarını telif” kaygan zemininde sürüklenmektedirler.

Peki, durum bu kadar net olmasına rağmen kendilerini İslam ile tavsif eden çevrelerin mevcut pozisyonlarını, sistem-içi mücadelede “taraf” olmalarını nasıl değerlendirmek gerekir.

Bunların büyük bir kesiminin sahih, net, Kur’an merkezli bir din algısına sahip olmadığını hemen belirtmemiz gerekir. Kur’an algısı, peygamber telakkisi ve İslamî mücadelede yöntem konularında belirli bir düzeyde olduğu kabul edilenler de maalesef, içinde yaşadıkları cahili sistemi ya tanımamakta ya da reaksiyoner, telifçi yaklaşımlarla hareket alanlarını genişlettikleri vehmine kapılmaktadırlar.

Birileri değişen dünya ve bölge koşullarına paralel olarak yenilenen küresel güçlerin temel politikalarıyla uyumlu bir ideolojiyle, sistemi yenileme sürecinde etkin roller üstlenmektedir. Bu bağlamda liberal demokratlar ve sosyal demokratlarla birlikte yoğun bir entelektüel çaba gösteren neo-nurcular/Gülen cemaati, hızla demokratikleşmeye çalışan sistemin vazgeçemediği sistem-içi odaklardan biri haline gelmiş bulunmaktadır. Öyle ki Abant Toplantılarında (Abant Konsilinde) Allah’ın dininin yeniden yorumlanması ve sözde evrensel değerlerle uyumlu hale getirilmesi hususunda ciddi çabalar göstermişlerdir. Bu ve benzeri açık sapmalara karşı tavır alması beklenilen bazı kesimler ise bunlara sessiz kalmakla yetinmeyip, zamanla sistem-içi mücadelede birlikte hareket etmekte bir mahsur görmemektedirler.

Geçmişte kavramların önemine vurgu yapan ve kavramları iki ana gruba ayırmak gerektiğini, bunlardan ideolojik olanlarının kesinlikle içi boşaltılıp yeniden tanımlanarak farklı değerler sisteminin kullanımına sunulamayacağını, ama teknik kavramlar için bunu söylemenin doğru olmayacağını açık ve net ifadelerle ortaya koyanların bugün geldikleri çizgi sistem-içi mücadelede stratejik yanlışların vahametini göstermesi bakımından önemlidir. Kendi halini sorgulamak, mücadele çizgisindeki çelişkileri en azından değer verdiği insanlara izah etmek durumunda olanlar, bunun yerine, Müslüman alimleri, aydınları sistem-içi mücadeleyi eleştirdikleri için kafa karışıklığıyla suçlayabilmektedirler. Bunu da ciddi bir gerekçeye dayandırmak yerine, onların Özal’a bakışlarındaki şaşılığa(!) dayandırmaları ne kadar manidardır. Özal’ın İslamizasyon politikalarını, Müslümanların değerleriyle sözde evrensel değerleri telif etmedeki önemli yerini ıskalayarak bunu yapabilmektedirler.

Tevhidî duruşlarıyla ve mücadelelerindeki etkinlikleriyle önemsenmesi gereken bir başka kesim de, sistem-içi mücadele stratejik yanlışının bir uzantısı olarak belki birçok taraftarını, yol arkadaşlarını şaşırtmakta, onların da ciddi tereddütler yaşamasına neden olmaktadır. Bunlar, “zalimle olan mücadeleyi geleceğe ertelememek” adına cahili sistemin taraftarlarından birine savaş açarken, İslam’a ve Müslümanlara karşı “ideolojik savaş” açan diğerleriyle konjonktürel yakınlık içinde bulunmaktadırlar. Zulmün değişik versiyonlarını temsil eden sistem-içi unsurların her ikisine de tavır almak yerine, “demokratik sekülerlik”/“dini özgürlükçülük” anlayışındakilerin daha sinsi, donanımlı, toplumu aldatıcı ikiyüzlü yaklaşımlarını “kötünün iyisi” olarak değerlendirebilmektedir. Bu yanlış değerlendirmenin doğal bir uzantısı olarak ‘ak’ ile ‘kara’ birbirine karışmaktadır: “ …Tümünü değiştirmeyi düşündüğümüz siyasi parti, vakıf, dernek vb. kullanılması imkânlı olan araçlarını bilinçli olarak kullanmaktan kaçınsak bile, aynı sistemin okul, basın, adres, ufak işletme, fabrika, resmi daire ve pazardaki tezgâh gibi diğer araçlarına mahkum olduğumuzu hatırlamamız gerekir.” Tırnak içinde verdiğimiz bu ifadeden anlaşılacağı gibi, bu kesimlerde kafa karışıklığı devam etmektedir. Zira başta siyasi parti olmak üzere sistemin temel felsefesini, sabitelerini, ilkelerini ve değerlerini içselleştirmiş, daha doğrusu, içselleştirmesi fonksiyonu gereği zorunlu olan ve cahili-küfür sistemini işletmeye talip araçlarla, kullanılması tartışılabilecek veya iradi tercihimiz sonucu olmayan ve ideolojik hadareti ve niteliği farklı olanların aynı çerçevede anılması bir hata değilse, başka bir amaca yönelik bir kasta mukarin gözükmektedir. Zaten bu doğrultudaki sıkıntılarını, İslamî mücadelede sitem-içi araçları kullanabilmek için bir yeterliliğe sahip olmak gereğiyle kendileri de ifade etmektedirler. Yeterliliğin ise, “fikrî ve metodolojik niteliği, istişari birlikteliği, dayanışmayı, iş bölümü ve fedakarlığı…” gerektirdiğini belirtmek gereği duymaktadırlar.

Burada sistem-içi mücadeleyi meşrulaştırmak isteyenlerin büyük bir kısmının öne çıkardığı Hz. Yusuf kıssasıyla ilgili kısa bir değerlendirme yapmak, sistem-içi kavramının anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

Gerçekten Kur’an’daki tüm kıssalarda olduğu gibi Hz. Yusuf’un kıssasında da bizler için önemli dersler, günümüze taşıyabileceğimiz emsalsiz örneklikler söz konusudur. Zira, Kur’an bütünlüğü içinde, yaşadığı hayatı anlamaya ve müslümanca yaşamaya çalışan Hz. Yusuf’un, içinde bulunduğu namüsait ortama rağmen nasıl İslamî kimliğini zedeleyecek herhangi bir söz, fiil ve davranışta bulunmaktan ısrarla kaçındığını, örnek bir duruş sergilediğini görmemek mümkün değildir. O, heva ve hevesine, reel şartların aldatıcı cazibesine karşı bir mücadelenin sabırla nasıl verilebileceğinin ve bunun İslamî mücadeledeki stratejik öneminin, yaşanmış diğer örnekliklerle aynı yönelişin izleriyle, vahyin denetiminde en zor şartlarda bile nasıl doğru çizgiden sapmamak gerektiği ile en güzel örneklerden olduğunu unutmamalıyız…

Hiç unutmamamız gereken bir husus daha var. Tüm peygamberler ve özellikle son Peygamberimizin, kendilerini çepeçevre saran egemen sistem karşısındaki tutumlarının çerçevesini belirleyen vahiydir. Bu örneklikler bizler için de stratejik işaret taşları, en güzel örnekliklerdir. Nitekim peygamberimiz ilk ayetlerle birlikte, hitap ettiği toplumu ve cahili sistemi tevhidi ilkelere çağırmış ve cahili sistemi felsefesi, ilkeleri, değerleriyle kökten reddeden bu duruşunu, mücadelesi boyunca hep korumuştur. Tevhidi ilkelerin açıkça ve tavizsizce beyanı, egemen güçlerin itikadî eleştirisi ve reddi, Allah’ın hükümleriyle hükmetmeyenlere itaat edilmeyeceği ilahi emrine tavizsizce uyması bizler için en güzel örnekliktir. Bu uzlaşmaz net tavır, onların cahili sistemin hâkim olduğu bir yapıda yaşamalarına, egemen sistemin bazı imkân ve geleneksel kurumlarından yararlanmalarına (bir pazarlık, itikadi bir uzlaşma dayatmaları olmaksızın) engel olmamıştır. Çünkü bu imkân ve geleneksel kurumlardan istifade etmede herhangi bir taviz, inancı konusunda herhangi bir pazarlık söz konusu bile olmamış, değişik vesilelerle bu yönde gelen teklifler, vahyin kılavuzluğunda tereddütsüz reddedilmiştir. Egemen sistemin imkân ve kurumlarından yararlanma, bahis konusu toplumun kendi aralarındaki güç ve üstünlük mücadelesinin ortaya çıkardığı bir durumdur. Soy bağı ve akrabalık asabiyetinin o toplumda oluşturduğu koruma ve yardımlaşmalardır. Himaye etme, eman verme müessesesiyle temin edilen imkânlar ve tebliğ maksadıyla panayırların kullanılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Keza “ilaf” denilen, Mekke yöneticileri ile komşu devletler arasında akdedilmiş ticari anlaşmalardan yararlanan Müslümanlar alışverişlerini sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla bu uygulamalar, günümüzdeki hak ile batılı (sözde özgürlük adına, adalet adına, hareket alanını genişletme adına, cuntacı-vesayetçi oligarşik düzenin geriletilmesi adına) birbirine karıştıranların ve/veya bu tür süreçlere taraf olanların, sessiz kalanların arkasına sığınacakları örnekler kesinlikle değildir. Bazı maslahatları gerekçe göstererek sistem-içi duruşlarını meşrulaştırmak isteyenlerin; küfre ve şirke bağlılık sözleri verenlerin ve bunlarla aralarına mesafe koymayı bile çıkarlarına, stratejilerine uygun görmeyenlerin sarılacakları, tutunacakları örnekler olması düşünülemez.

Kısacası, “sistem-içi” derken, “sistem-içi mücadele” derken neyi anlatmak istediğimiz açıktır, nettir. Çeşitli mülahazalarla konuyu bulanıklaştırmanın, başka düzlemlere taşımanın gereği yoktur. Burada bahse konu olan, iradi olarak, bir strateji ve taktik gereği veya başka bir mülahazayla cahili-küfür sisteminin, egemen güçlerin ideolojik çerçevesinde, temel düşünce ve ilkelerini, değerlerini kabul ederek bazı imkânlar elde etmek, dahası söz konusu sistemin işletilmesine/yönetilmesine talip olmaktır. Bu, ilkesel ve temel düşünceler çerçevesinde ele alınması gereken bir konudur. Bunu basit düzeylere indirgeyerek, “zaten bu sistemin içinde yaşamıyor muyuz.”, “nüfus cüzdanı kullanmıyor muyuz.”, “bu sistemin okullarına gitmiyor muyuz.” demagojileriyle kendi sistem-içi pozisyonlarımızı meşrulaştırmaya kalkamayız. Sistem-içi mücadele niyetlerimiz konusundaki tereddütlerimizi bu sığ gerekçelerle aşma yolunu tercih edemeyiz. Kur’an’ın bizleri yönlendirdiği yol, en güzel örnekliklerle beraber karşımızda durmaktadır.

Özellikle Müslümanların yaşadığı coğrafyaya yönelik “yeni nesil” bir zihinsel kuşatmayı amaçlayan ve bu projeler çerçevesinde “ideolojik” olarak “model ülke” misyonu yüklenilen bir sistemde yaşıyorsak…

Hiç düşünmez miyiz? Akletmez miyiz? İbret almaz mıyız?

İKTİBAS

(Not: Bu kavram ilk olarak 2010 yılı eylül ayında, 381 numaralı sayımızda yayımlanmıştır.)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *