İslam dünyası toplumları-kültürleri karşı karşıya bulundukları derin özgüven kaybı ve entelektüel özgüven krizi sebebiyle, tarihsel yüzleşmeler/hesaplaşmalar yapamıyor, İslam’ın evrensel imkanlarını harekete geçiremiyor. Konformist körlüğe son verebilmek için, yeni bakış açılarına ihtiyacımız var.
Atasoy Müftüoğlu
İslam dünyası toplumları; din’i ve politik popülizm uyuşturucularına maruz kalmaya başladıkları, bu uyuşturucuları içselleştirerek etkili bir geleneğe dönüştürdükleri tarihten itibaren, İslami varoluşa, İslami dünya görüşüne, hayat ve siyaset tarzına yabancılaştılar. Din’i ve politik popülizm uyuşturucularının etkili bir geleneğe dönüşmesiyle birlikte, İslam özgürleştirici misyonunu kaybetti. Bu misyonun kaybedildiği günden bu yana, İslam toplumları radikal seçenekler ve gelecek projeleri üzerinde konuşmuyor, çalışmıyor, komplocu fantezilerle ilgileniyor.
İslam’ın özgürleştirici misyonunu kaybettikleri için, zihinsel anlamda köleleştirilen İslam toplumlarında, din’i ya da politik karizmatik proje figürler din aracılığıyla kutsallaştırıldılar ve her tür eleştiri-sorgulamadan muaf tutuldular. Her tür eleştiri-sorgulamadan muaf tutulan din’i ya da politik karizmatik figürler bu muafiyetten sonuna kadar yararlandılar ve kendi ihtirasları doğrultusunda her tür emperyalizmle uzlaşmaya, bu emperyalizmlerin hizmetine girmeye kadar büyük ihanetler sergilediler.
Günümüzde, İslam toplumlarında, halen, tayin edici olan karizmatik lider kültü’ne bağlılık, kitlesel bir gönüllü kulluk, yeni bir putperestlik durumu oluşturuyor. Gönüllü kulluğun etkili bir geleneğe dönüştüğü toplumlarda, hiç bir şekilde İslami bir özgürleşmenin mümkün olmayacağı her nasılsa hiç düşünülmüyor. Günümüz İslam toplumlarında, karizmatik/popülist/otoriter lider figürlerinin, kendilerine hayran mutlak narsistler halinde, kendilerine özgü çok tuhaf ve patolojik bir gerçeklik oluşturduklarını görmek gerekiyor.
İslam dünyası ülkelerinde, ulus-devlet çıkarları adına, İslami bütün anlamların/değerlerin/amaçların/ilkelerin feda edilmesiyle birlikte çok büyük kırılmalar yaşandı. Her şey ulus-devlet adına feda edilince, Müslümanlar olarak dünyaya ve insanlığa söyleyebileceğimiz bir şey kalmadı. İslam toplumları/kültürleri özgürleştirici İslam algısını terk ederek, köleleştirici gelenek algısını seçtikleri günden bu yana İslami anlamda varoluşsal meseleleri, büyük meseleleri hiç konuşmuyor. Büyük meseleleri, bütün boyutlarıyla konuşabileceğimiz, analiz edebileceğimiz nitelikli bir kamuoyumuz yok. Müslümanlar olarak, bilinçli olarak seçmediğimiz ve maruz bırakıldığımız karmaşık/çelişkili hayatlar yaşıyor, ahlaki açıdan hiç bir şekilde haklılaştırılamayacak tercihlerde bulunabiliyoruz. Müslümanlar kendi varoluşlarını, dünya görüşlerini, hayat/siyaset tarzlarını kendileri tanımlayamıyor, somutlaştıramıyor. Geleneksel algılar yoluyla köleleştirilen aziz İslam ailesi, kendilerine eşya gibi davranılan Filistinliler, Afganistanlılar, Irak’lılar, Suriyeliler, Doğu Türkistanlılar, Keşmirliler vb. ile ilgili olarak İslami bir irade ortaya koyamıyor.
Dünyaya/tarihe/olaylara, biz Müslümanları eşya gibi görenlerin gözleriyle bakmaya devam edebiliyoruz. Bu alçaltıcı/yıkıcı gerçekliği kamusal yalanlarla, resmi yalanlarla örtbas etmeye çalışıyoruz. Toplumlarımızda somut olarak yaşanmayan, tecrübe edilmeyen inançlar ve düşünceler, ahlaki felaketler karşısında tutunamıyor, direnemiyor, bu felaketlerle acımasız bir biçimde yüzleşemiyor. Bugün, bizler, Müslümanlar olarak, anlaşılması ve anlatılması imkansız bayağı/kirli bir gerçeklikle sınanıyoruz. Açıkça itiraf etmek gerekirse, karşı karşıya bulunduğumuz çok boyutlu bayağılıklarla, ahlaki felaketlerle bütünleşen bu gerçeklik, hiç bir sosyolojik ve psikolojik analizin yorumlayamayacağı, çözümleyemeyeceği çok vahim bir noktaya gelmiş bulunuyor.
Toplumlarımızda, köleleştirici geleneksel algılar/zihniyet sebebiyle, İslami bütün ve bütünlük çerçevesi, çok derin, çok boyutlu bir deformasyona uğradı. İslami bütün ve bütünlük çerçevesi her alanda biçimsizleştirildi, istikrarsızlaştırıldı, marjinalleştirildi ve her durumda manipüle edilebilir bir çizgiye getirildi. Maruz bırakıldığımız köleleştirici deformasyon sebebiyle, bugün, Müslümanlar olarak hakiki gerçekliğe nüfuz yeteneğimizi bütünüyle kaybetmiş bulunuyoruz. Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra, Nato’nun da dağılması beklenirken, Nato’nun varlığını sürdürebilmesi için “İslami tehdit” fikri temel bir gerekçe oluşturdu. Bugün, resmi gerçekliğe maruz bırakılarak bilinçleri kısıtlanan, bilinçleri tatil edilen Müslüman partizan kitleler, İslami mücadeleyi etkisiz kılmak üzere yapılandırılan Nato üyeliğini çok büyük bir mazhariyet gibi algılayabiliyor. Hangi konuda olursa olsun, çıkara dayalı görme ve algılama biçimleri büyük bir bilinç körlüğüne neden olabiliyor. Çıkara dayalı görme ve algılama biçimlerine mahkûm olanlar, çıkar alanları, çıkar ilişkileri ve çıkar dünyaları dışında hiç bir gerçekliği doğru göremiyor. Bağımsızlıklarını tamamlayamayan, edilgenlikle bütünleşen, şimdiki zaman için içerik üretemeyen toplumlar ve kültürler, popülist-ideolojik ve ırkçı yalanlarla hesaplaşamazlar. Edilgen bir bünye İslami bütünü temsil edemez. Bugün, İslami bütünü, İslami bütünle ilgili varoluşsal/büyük meseleleri dünya gündemine, insanlık gündemine kazandırabilecek entelektüel kadrolara, bilimsel kadrolara ve İslami varoluşa, dünya görüşüne, hayat tarzına özgürlük kazandırabilecek bağımsız bir ontolojiye sahip olmadığımız için, ontolojik ve epistemolojik emperyalizm tarafından dayatılan kavramlarla ilgili yüzleşmeler yapılamıyor. Bu nedenledir ki, aziz İslam, pratik ilgi/bilgi konusu olmaktan çok, teorik ilgi/bilgi konusu olmaya devam ediyor. Modern-seküler kavramsal çerçeveye ihtiyaç duymadan, İslam-siyaset ilişkisini konuşamıyor, yorumlayamıyoruz.
Toplumlarımız, bugünün dünyasında bayat bir romantizm ve bayat bir nostalji tarafından kuşatılmış bulunuyor. Bayat bir romantizm ve nostalji, çok güçsüz/etkisiz/edilgen fikirlerle bütünleştiğimizi gösterir. Bilinci kapalı olan toplumlar, ahlaki yabancılaşmaları, ahlaki felaketleri teşhis edemezler. Bugün bilinci kapalı olan toplumlarda, bütün aidiyetler birer birer çözülüyor. Genç kuşaklar referansları olmayan, bir referans sistemine ihtiyaç duymayan kuşaklar haline geliyor. Genç kuşaklar gelecekten korkuyor. Gelecekten korkan kuşaklar için, partizan/popülist propoganda dili hiç bir şey ifade etmiyor. İnançları, onurları, özgürlükleri, entelektüel bağımsızlıkları için mücadele eden kuşakların yerini, bugün, çıkarları, kâr’ları ve iktidarları için mücadele eden, karakter ve kişilik sorunları olan kuşaklar alıyor. Köleleştirici ahlak, para/çıkar/iktidar ihtirasları karşısında hiç bir biçimde direnemiyor. Ahlaki kaygıların yerini çıkar kaygıları, onurlu hayatların yerini kâr’lı ve paralı hayatlar alıyor.
İnsanlığın dünyası günümüzde, ya yeryüzünün kirlenmesine/yıkımına neden olan modern/ideolojik/ırkçı safsatalar, ya da, İslami bilincin-bütünlüğün keyfi ve bencil yorumlarla yıkımına/kirlenmesine neden olan geleneksel safsatalar doğrultusunda savruluyor, sürükleniyor ve tükeniyor. Siyasal ahlak’tan, siyasal kültür ve bilgelikten yoksun bir dünyada, ideolojik ve ırkçı siyaset, çıkar ve tahakküm siyasetleri bir türlü aşılamıyor. Siyasal ahlak ve bilgelikten yoksun bir dünyada yaşadığımız için, teknoloji çılgınlığı, dijital kültürün-dijital teknolojinin otoriter iktidarı ve bu iktidar doğrultusunda üretilen gerçeklikler hiç bir şekilde kontrol edilemiyor, insani/vicdani/ahlaki bir dünya oluşturulamıyor. Bugünün dünyasını ideolojik/ekonomik/politik çıkarlar belirlediği için, karşılıklı saygı ve anlayış kültürü temelinde ortak bir gelecek tasavvuru gündeme getirilemiyor.
İslam dünyası toplumları-kültürleri karşı karşıya bulundukları derin özgüven kaybı ve entelektüel özgüven krizi sebebiyle, tarihsel yüzleşmeler/hesaplaşmalar yapamıyor, İslam’ın evrensel imkanlarını harekete geçiremiyor. İslam’ın evrensel imkanlarını harekete geçirebilmek için, her tür aşırılıktan, aşırı yorumdan, basit/bayağı/bencil güncelliklerden, bayat romantizmler ve nostaljilerden uzaklaşmak gerekiyor. Konformist körlüğe son verebilmek için, yeni bakış açılarına ihtiyacımız var. İslam’ın evrensel imkanlarını, vizyonunu, misyonunu harekete geçirebilmek için, varoluşun, hayatın, dünyanın, insanlığın, tarihin, bilginin, siyasetin anlamını bir bütünlük içerisinde açıklayarak somutlaştıran, İslami bir ontolojiyi inşa etmek hayati önem arzeden bir konudur. Jeopolitik gerilimler içerisinde bulunan günümüz dünyasında, İslam toplumlarının-kültürlerinin içerisinde bulunduğu düşünsel-entelektüel ufuk-çerçeve-tahayyül, yirmibirinci yüzyıl için umut vadeden yeni bir şey önermiyor, üretmiyor.
İslam toplumlarında, her durumda, bir şekilde gündemde tutulan “devletin bekası” söylemi aracılığıyla her toplum homojenleştiriliyor, “beka” söylemi temelinde propoganda-manipülasyon klişelerine mahkûm ediliyor. Sözünü ettiğimiz homojenleştirme ve mahkûmiyet sebebiyle ilgili toplumlar, gerçek özgürlüklerden, özgürlük taleplerinden vazgeçiyor. Toplumlarımızda, Türkiye’de de, içerisinde yaşayarak müşahede edilebileceği üzere, kötülükler, ahlaki felaketler alenileşiyor, normalleşiyor, sıradanlaşıyor. Çıkarlarını kaybetmemek için, haysiyetlerini kaybetmeyi göze alan bir zihniyet büyük çürümeyi derinleştiriyor. Hayatın içerisinde her şey, bütün din’i ilgiler, hayırseverlikler, politik kazançlar adına büyük bir gösteri konusu yapılabiliyor. Fuhşiyat ve münkerat “magazin” maskesi altında sergilenebiliyor, normalleştirilebiliyor, meşrulaştırılabiliyor.
İçerisinde bulunduğumuz dönemde, Türkiye’de tecrübe edildiği üzere, kendilerini “muhafazakâr” olarak tanımlayan kesimler, sahip oldukları iktidar ayrıcalıklarını/hazlarını kaybetmemek için, Makyavelist bir muhafazakârlıkla, Makyavelist bir dindarlık icat ederek, bütün ufukları karartan yıkıcı/kirli bir gelenek oluşturdular. Makyavelist muhafazakârlıklar ve dindarlıklar, bir anlam sistemi doğrultusunda yaşatılması gereken bütün idealleri-tercihleri-ilkeleri yok ederek, ortak anlamlara, ilkelere geçit vermeyen, narsist ihtirasların yükselişine neden oldu. Bu durum, içerisinde yaşadığımız toplumda, ahlaki ve entelektüel bağımsızlığa sahip ahlaki otorite veya otoritelerin bulunmadığına işaret eder.
Aziz ve mükerrem İslam’ın, ulus-devlet, iktidar, etnik köken ve mezhep çıkarları doğrultusunda yorumlanması, parçalara ayrılması, bütünlüğün gücünü/etkisini kaybetmesi, araçsallaştırılması, istismar edilmesi, İslam ailesini kapsayabilecek şekilde etkin içerik üretemeyecek duruma gelmesi, resmi gerçekliğe meşruiyet ve kutsallık kazandıran kullanışlı bir araç rolüne indirgenmesi; ahlaki/kültürel/siyasal felaketler/kötülükler karşısında ahlaki bir körlük’le malûl bulunduğumuzu gösterir. Bu felaketlerin sıradanlaşması, sıradanlığın hakimiyeti Müslümanlar olarak, hepimizin, hakiki gerçekliğe, varoluşsal tercihlere/yapılara/ilkelere hangi ölçüde yabancılaştığımızı gösterir. Bir toplumun, hangi gerekçeye dayalı olursa olsun, resmi gerçekliğin ufkuna/gündemine ve klişelerine hapsedilmesi, hapsedilebilmesi; bu topluma dayatılan klişelerin/gündemin sorgulanamaması, ilgili toplumun analitik düşünce alanını bütünüyle terk etmiş olduğu anlamına gelir. Resmi gerçekliğin klişelerine/gündemine dokunulmazlık kazandırmak, bu gerçekliği içselleştirmek, bir fanatizm biçimidir. Her fanatizm, aynı zamanda bir narsizmle karşı karşıya bulunduğumuzu ihtar eder. Fanatizmle narsizmi içselleştirebilen toplumlar, kültürel-niteliksel hassasiyetlere/kaygılara ve inceliklere ihtiyaç duymazlar.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *