Radikal bir zihinsel değişim yaşamadığımız, bu gelenek ve alışkanlıkları böylece sürdürdüğümüz takdirde, düşünce-kültür-ilahiyat hayatımız kıyamet saatinde de Kur’an’ı nasıl anlamalıyız konusunu tartışıyor olacaklar.
Atasoy Müftüoğlu
Aziz İslam’ı, İslam’a özgü bir bütünlük içerisinde temsil liyakatine/idrakine/iradesine sahip olmadıkları, İslam’ı, kimi soyut-sembolik-folklorik parçalar halinde temsil ettikleri halde, kendilerini İslam’a nisbet eden, toplumlar halklar; ulus-devletler aracılığıyla dini popülizm ve politik popülizm uyuşturucuları tarafından bilinçdışına (gelenek-görenek-hamaset-menkıbe-efsane-konformizm) mahkûm edilmek suretiyle akılsızlaştırıldıkları, düşüncesizleştirildikleri ve aptallaştırıldıkları için, hayatın ve tarihin içerisinde her alanda mutlak bir körlük, mutlak bir edilgenlik ve mutlak bir teslimiyetçiliği hayat tarzı haline getirdiler. Mutlak körlük, edilgenlik ve teslimiyetçilik içerisinde bulunan bireyler/toplumlar ve halklar hiç bir şekilde ve hiç bir zaman varoluşsal/nihai/hayati tercihlerde bulunamazlar. Sözünü ettiğimiz toplumlar içeriden akılsızlaştırıldıkları, düşüncesizleştirildikleri ve aptallaştırıldıkları için, dışarıdan da, kolonyalist düşünce tarafından baskılanabilir/kısıtlanabilir/yönlendirilebilir ve kontrol edilebilir hale getirildiler. Bu toplumlar, kendilerini İslam’a nisbet ettikleri halde, ulus-devletler bu toplumlara hegemonik etnik/milli kimlikler dayattılar.
Ataerkil-ırkçı-üstünlükçü yaklaşımlarıyla iftihar eden toplumlar/kültürler, hiç bir zaman kendilerini sorgulayamazlar. Bu nedenle de, her zaman ciddi patolojiler biriktirirler. Hem içeriden ve hem de dışarıdan dayatılan ideolojik/popülist/otoriter dil-söylem aracılığıyla, İslam/Müslümanlar her durumda savunmasız bırakılabiliyor. Bu toplumlarda temel kavramlar/referanslar/ilkeler/idealler maalesef araçsallaştırılarak kirletilebiliyor, çarpıtılabiliyor ve İslam manevi gerçeklik alanına sürgün edilebiliyor. Bugün, kendilerini İslam’a nisbet eden ulus-devletler, halklar arasında siyasal bir birlik-bütünlük olmadığı gibi, etnik rekabetler, mezhepçi rekabetler, ulus-devlet çıkarları vb. gibi nedenlerle, manevi/kültürel/ahlaki bir bütünlük ve dayanışma bile yok. Bütün bu nedenlerle, Siyonist sömürgeciliğin Filistin’e yönelik, Kudüs’e yönelik barbarca saldırıları, soykırıma varan cinayetleri karşısında, bu ülkeler hiç bir caydırıcılığı ve yaptırım iradesi olmayan, şimdiye kadar binlerce/yüzbinlerce kez tekrar edilegelen, İsrail’in hiç bir şekilde dikkate almadığı, soyut-klişe kınama metinlerini tekrar etmeye devam ediyor. İsrail, Filistin ve Kudüs’ün şahsında hem İslam’a, hem de Müslüman halklara küstahça meydan okuduğu, okumaya devam ettiği, devam edeceği halde, kendilerini İslam’a nisbet eden ulus-devletler, içerisinde yaşadıkları mutlak körlük, mutlak edilgenlik ve mutlak teslimiyetçilik sebebiyle hiç bir şekilde siyasal-fiziki bir irade ortaya koyamıyor. Filistin’in, aziz Kudüs’ün tarumar edilen hukukunu, emperyalizmin şekillendirdiği kavramların/kurumların ve zihin dünyasının himayesi altında konuşabiliyoruz. Vicdani ve ahlaki sorumsuzlukla maruf ve malûl modern-seküler uygarlık her zaman İslam’a karşı sömürgeci barbarlıklar üretiyor, üretebiliyor. Modern Avrupamerkezci “insan hakları” dili ve söyleminin hiç bir şekilde masum-meşru olmadığını bilmek-anlamak gerekiyor.
Gerçekliği bütün boyutlarıyla göremeyen toplumlar/halklar/siyasetler, sahte umutlarla oyalanırlar.
Maruz kaldığımız mutlak edilgenlik ve teslimiyetçilik nedeniyle, bugün, İslami referanslarla/paradigmalarla uluslararası siyasete katılmak, etkili olmak hiç bir biçimde mümkün olamıyor. Siyasal anlamda uluslararası İslami bir kamuoyu bilinci-dayanışması da yok. Ancak, duygusal tepkilerle, duygusal gösterilerle sınırlı duygusal/şiirsel bir dayanışmadan da söz edilebilir. İslami temel kavramların/referansların toplumsal/siyasal/ekonomik hayatımızda hiç bir somut karşılığı yok. Bugünün dünyasında, siyasal Hıristiyanlık, siyasal Yahudilik, siyasal Niduizm, siyasal sol her şartta mümkün ve meşru iken, meşru sayılabilirken; her nasılsa, siyasal İslam’dan hiç bir şekilde söz edilemiyor. Siyasal İslam kavramı küresel bağlamda terörize edilebiliyor. Bağımsız siyasal kimliğe sahip olmayan toplumların/kültürlerin hiç’liğe mahkûm olacaklarını kaydetmek gerekiyor.
Ölçülü/adil/dengeli/ahlaki bir gerçekçilik temelinde bir dış politika yaklaşımını temsil etmek gerekirken, Türkiye’de, içerisinde yaşayarak gördüğümüz üzere, romantik/nostaljik ve ütopik bir dış politika yaklaşımı bütün dayanışma imkanlarını bütünüyle yok ettiği gibi, hem bölgesel-hem de küresel bir itibarsızlığa yol açtı. Bugünün dünyasında, küresel sorunlarla ilgili, insanlık sorunlarıyla ilgili, ilgi/yankı uyandırabilecek, çözümlemeler-analizler yapabilecek, entelektüel otoritesi olan tek bir Müslüman düşünür, tek bir Müslüman politik lider yok. Toplumlarımızda, din’i ya da politik karizmatik figürlerin her zaman eşsiz olağanüstülüklere sahip olduklarına inanılıyor, bu sebeple de, bu figürler bir ideale dönüştürülüyor. Gerçeklik algılarımızı ya bu figürler, ya da, bugün olduğu gibi, ulus-devlet ve iktidar çıkarları biçimlendiriyor. Bu nedenle, küresel/tarihsel gerçeklik hakkında, hiç bir zaman gerçek görüşlere sahip olamıyoruz. Gerçek koşulları görememek, gerçek koşulların bilgisine sahip olamamak gibi yapısal problemlerimiz-zaaflarımız var. Taklit ve tekrara dayalı konformist kültürler insanı ve toplumu sabitleyerek, tekdüzeliği sistematik bir biçimde tahkim etmeye çalışıyor. Tahkim edilen tekdüzelikler hiç bir şekilde, eleştirel/analitik/yeni/farklı içerik üretimine izin vermiyor.
Nostaljik bir geçmiş ve nostaljik bir tarih yaklaşımını kurumsallaştırdığımız-toplumsallaştırdığımız için, yeni-ortak-etkili-derinlikli-kuşatıcı-kapsayıcı entelektüel bir dil/ortam/çevre/kadro ve kavramsallaştırma üretemiyoruz. Toplumlarımızda, Türkiye’de de düşünce-kültür-ilahiyat hayatı yüzlerce yıldır, Kur’an’ı nasıl anlamalıyıza ilişkin ikna edici bir cevap bulamadığı için, aziz Kur’an’ı, bir dünya görüşü, bir hayat-medeniyet tarzı olarak nasıl tecrübe edebileceğimizi hiç bir şekilde gündemine alamıyor. Radikal bir zihinsel değişim yaşamadığımız, bu gelenek ve alışkanlıkları böylece sürdürdüğümüz takdirde, düşünce-kültür-ilahiyat hayatımız kıyamet saatinde de Kur’an’ı nasıl anlamalıyız konusunu tartışıyor olacaklar. Eğer bir toplumda kitleler-milyonlar, bir mafya şefinin açıklamalarını, iktidar-mafya ilişkilerini büyük bir ilgi ve heyecanla takip ediyorsa, o toplumda niteliksel anlamda, hiç bir zaman hiç bir iyi şey umut edilemez. Bir toplumun sağcı-muhafazakar-popülist-faşist mafya şeflerine duyduğu ilginin, ilgili toplumların akılsızlaştırılmaları, düşüncesizleştirilmeleri ve aptallaştırılmalarıyla yakın bir ilgisi olduğunu hatırlamak gerekir. Hangi toplumda olursa olsun, medeniyet, medeniyet fikri-tasavvuru-pratiği, farklılıkların birliği ile başlar. Medeni toplum, fikir ayrılığı özgürlüğüyle, eleştirel duruş özgürlüğüyle temayüz eder. Hangi nedenlerle olursa olsun ötekileştirme, marjinalleştirme, yalnızlaştırma, kategorize etme, muhalif unsurlarla konuşmak-müzakere etmek yerine, onları tahkir ve tezyif söylemi barbarlıkla ilgilidir. Özgün, bağımsız, nitelikli, kapsayıcı, kuşatıcı bir içerik-kültür üretemeyen bir toplum medeniyet tahayyülünden söz edemez. Bugün, toplumlarımızda, içerisinde yaşadığımız toplumda da, kültürel kutuplaşma-kamplaşma-karşıtlık ve parçalanma her geçen gün derinleşiyor. Taşralı partizanlıklar entelektüel/ahlaki körlüğe neden olduğu için, bu kutuplaşmaların neden olabileceği vahim sonuçlar üzerinde hiç düşünülmüyor. Bu konular etrafında radikal sorgulamalar yapılması gerekirken, hiç bir şey yapılmıyor. Bu kutuplaşmalar/kamplaşmalar karşısında kayıtsızlığı seçmek, ahlaki bir felç durumuna işaret eder. Entelektüel körlük sebebiyle bugün sözünü ettiğimiz kutuplaşmalarla ilgili olarak çözümlemeler yapmak üzere, sesini/bilincini/muhalefetini yükseltebilecek, somutlaştırabilecek kamusal entelektüel kadrolarımız yok.
Sessiz kalarak kötülükleri paylaşmaya devam edemeyiz. Hangi gerekçeyle olursa olsun, dışlayıcı-aşağılayıcı her tavır-dil-girişim-uygulama adaletsizlikle sonuçlanır. Ahlaki kötülükleri kanıksayan, içselleştiren bir toplum ve siyaset tarzı için iyi bir gelecek düşünülemez. Siyonist emperyalizmin sistematik kötülüklerine/barbarlığına karşı, fiziksel anlamda direnişi, fiziksel güçle direnişi hayata geçirebilmek için, önce, modern-seküler dünyanın-düzenin yapısal ırkçı özellikleriyle hesaplaşabilmek, İslami anlamda, entelektüel/felsefi/kültürel gücün otoritesini yeniden tesis etmek, bu otorite ve meşruiyet temelinde ümmet çapında bir dayanışma ufku-zemini-alanı açmak gerekir. Bunun için İslami aklı-düşünceyi-iradeyi kötürümleştiren etnik-mezhepçi ırkçı-konformist bağnazlıkları aşan entelektüel/ahlaki bir mücadeleye ihtiyacımız olduğu açıktır. Entelektüel mücadele miadını doldurmuş eski yaklaşımlarla sürdürülemez. Pragmatik anlamda, ihtiyaç duyulduğunda kimi zaman İslamcı-ümmetçi, kimi zaman milliyetçi-ırkçı, kimi zaman seküler-Batıcı, kimi zaman sağcı-muhafazakar ve her zaman oportünist tercihlerde bulunan siyasal hareketlerin-iktidarların asla varoluşsal değerleri-dava’ları-idealleri olamaz. Bu tür hareketlerle-iktidarlarla entelektüel bağımsızlık mücadelesi verilemez.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *