Müslümanlar 14 asırdır dünya üzerinde varlar. Ama hiçbir dönemde bu kadar sıradanlaşmamışlardı. Hiçbir dönem daha yoktur ki bu kadim toplum bu kadar silik, aciz ve geleceksiz olsun.
Ahmet Ferhat Öksüz
Bazı şeyleri anlamakta inanın zorlanıyoruz. Meselâ bu kadar Müslümanın nasıl olur da birlikte hareket edememesi meselesi gibi. Dünya üzerinde sayıları milyarları geçen büyük bir kitleden bahsediyoruz. Dünyanın her yerinde irili ufaklı da olsa varlar. Ama varlıkları sadece bedenden ibaret olsa gerek. Yoksa bu kadar etkisizliğin, tepkisizliğin başka hiçbir açıklaması olamaz. İnsan hayret içerisine düşüyor. Gerçekten acı bir durum. Bu kadar çok olup bu kadar etkisiz olabilmek, katlanılası bir durum değil, inanın. Bu katlanılmaz durum içerimizde büyük ve hiç kapanmayan bir yara olarak hâlâ taptaze. Kabuk tutacağı da yok üstelik. Kezâ ufukta böyle bir şey görünmüyor. Ne acı!
Müslümanlar 14 asırdır dünya üzerinde varlar. Ama hiçbir dönemde bu kadar sıradanlaşmamışlardı. Hiçbir dönem daha yoktur ki bu kadim toplum bu kadar silik, aciz ve geleceksiz olsun. Narkoz almış bir beden gibi başına gelen hiçbir şeyin farkında değiller. Bütün varlıkları, toprakları, kişilikleri, namus ve haysiyetleri hakaret altında. Ama karşı vermek şöyle dursun kıpırdanacak halleri yok. Bütün bir hareket kabiliyetleri dumura uğramış durumda. Bu yetmezmiş gibi bir de paramparça bir haldeler. En ufak bir şeyden tefrika çıkarabilecek bir kafa yapısına sahipler. Başkalarına karşı merhametli oldukları kadar kendilerine karşı oldukça merhametsiz ve zalimler. Birbilerine karşı bu kadar zalim olan bir toplumun gelecek adına ümitvar bir sözü olabilir mi? Elbette olamaz. Bir kere an itibariyle Müslüman toplumlarında geleceğe yönelik ümitvar olabilmemiz adına cılız da olsa bir ışık yok. Ayrıca Müslümanlara harp ilan eden, onların uyanmasını istemeyen toplumların çökmesi gibi bir şey de yok. Kendimizi kandırmayalım. Biz bu asılsız avuntularla sadece ve sadece kendimizi kandırabiliriz. Acı da olsa gerçekler çok ayrı telden çalıyor. Bizim umurumuzda bile değil. Umumi olarak İslam toplumunda vuku bulan bu hissizliğin birçok nedeni var elbette. Mezhepçilik, hizipçilik, ırkçılık, aşırı miliyetçi hareketler, umursamazlık, tembellik, vs. gibi meselenin altında yatan birçok kötü neden var. Bırakın koca bir İslam ümmetini, ülkelerimizde, şehirlerimizde, köylerimizde ve hatta evlerimizin içinde bile bunun sürüyle örneği mevcut ne yazık ki. Bizi birleştirici birçok nokta var ama biz ısrarla bizi tefrikaya düşürecek onlarca nedeni kendi elimizle icat edebiliyor ve bunlara sıkı sıkıya, tabiri caizse ölümüne sarılıyoruz. Meselâ birbirimizi çok çabuk ve çok kolay bir şekilde aklımıza gelebilecek her şekilde ve nedenle suçlayabiliyor ve yine birbirimizin hatalarını örtmek yerine cezalandırmak adına bir o kadar da zalimce davranabiliyoruz. Hüsn-ü zan yerini çoktan su-i zana bırakmış durumda. Bu normal bir ruh halinin yapabileceği işler değil. Bunu ancak fanatikleşmiş, kendinden geçmiş ruhlar yapabilir. Bizim olanı öteki olarak görme gibi değişik ve akıldışı bir hevesimiz var bir kere. Bunu bir türlü aşamıyoruz. Şefkat, kalplerimizi terkedeli çok olmuş. Neden böyleyiz, bu haldeyiz, hiç kendimize sual ediyor muyuz? Üstelik bunları kendimize soracak yüzümüz ve cesaretimiz var mı? Hangi yüzle soracağız orası da meçhul. Ama sormalıyız, sorabilmeliyiz. Başka çaremiz yok. Çünkü bizim bizden başka gidecek bir yerimiz, tutacak bir dalımız yok. Neden anlamamakta ısrar ediyoruz? Bizi buna iten sebepler ne? Neden illâ bir öteki illâ bir veya birçok düşman yaratmak zorundayız? Yorulmadık mı her gün ölmekten?
Şu an mübarek Ramazan ayı içerisindeyiz. Sözde rahmet, merhamet ve mağfiret ayı! Ama biz bunun neresindeyiz? Hiçbir yerinde. Değişen ne var içerimizde. Acı ama gerçek, gene hiçbir şey. Sizlere sizi mutlu edecek, sizi avutacak, deyim yerindeyse narkozlayacak sözler söylemek isterdim ama ben sizin düşmanınız değil dostunuzum. Ki dost acı söyler. Bu ayda bile birbirimizden bihaberiz. Bu ayda bile yüreğimizde birbirimize ve bütün insanlığa karşı olan kinimiz, nefretimiz, cehaletimiz bitmiyor. Bir türlü dinmek bilmiyor. Bunun sanki bir sonu yokmuş gibi geliyor artık bizlere. Televizyonları açıyoruz. Sürüyle dinî program var. Ancak ne yazık ki hocalarımızın dilinde samimiyet yok. Hemen hemen hepsi asıl sorunlardan uzak sunî konular üzerinde duruyor. Kimsenin suya sabuna dokunduğu yok. Kanayan yaralarımızdan bahseden hoca sayısı bir elin parmağını geçmiyor. Onları da dinlemek istemiyoruz. Çünkü bir kere alışmışız yalan dolana. Gerçek işimize gelmiyor. Her Ramazan olduğu gibi bu Ramazanda da cevaplanan sorular belli; “sakız orucu bozar mı?” minvalinde çocukların bile güleceği sorular etrafında şekillen bir Ramazan programı kuşağı var ne yazık ki. Peki bizim asıl soru ve sorunlarımız bu mudur? Bizim tek sıkıntımız bundan ibaret midir? İnanın üzülmemek, yeise düşmemek elde değil. Her ne kadar bir Müslüman yeise düşmemeli de olsa. Bugün üstad Mehmet Akif’i daha iyi anlayabiliyoruz. O bunu bir asır önceden görmüş ve kaleme almıştı. Safahat’ının özünde bu parçalanmışlığın onda bıraktığı derin teessürü hissetmemek mümkün değil. Acı olan da üzerinden bir asır geçmiş olmasına rağmen hiçbir şeyin değişmemesi ve hatta daha da kötüye gitmesi. Burası çok ama çok acı biz Müslümanlar adına.
Söylemlerimiz ve eylemlerimiz arasında dağlar kadar fark var. Gerçi söylemlerimiz dahi günden güne küfleşiyor. İçi boşalıyor her şeyin. Sorumluluğumuzun farkında değiliz. Sürekli edilgeniz. Başka olayların, gündemlerin tesiri altındayız. Gündemimizi başkaları belirliyor. Konuştuğumuz şeyler, okuduğumuz şeyler, dinlediğimiz şeyler büyük ölçüde bizim değil. Herhangi özgün bir fikre sahip değiliz. Bir kere her şeyden evvel düşünmekten korkuyoruz. Bununla beraber düşünene karşı en ufak bir saygımız ve tahammülümüz yok. Yeni olan, güzel olan her şeye karşı önyargılı ve öfkeliyiz. Tıpkı bir yarasanın gün ışığından korktuğu gibi biz de bütün bunlardan korkuyoruz. Tembellik, bir kimlik halinde arka cebimizde duruyor. Bir şeylere şöyle derinlemesine kafa yorduğumuz yok. Tek eğlencemiz televizyon, magazin ve bilimum dedikodu! Futbol, diziler, vs. birer afyon gibi hücrelerimizi esir almış. Bir futbol takımının yahut bir futbolcunun hayatını bildiğimiz kadar kendi gerçeklerimizi, sorunlarımızı bilmiyoruz. Bir boşvermişlik hissidir, almış gidiyor.
Bugün İslâm toplumu Batı ve Doğu kaynaklı birçok fikrin, hissiyatın tesiri altında. Bu tesir dinden politikaya kadar bütün sosyolojimize hakim durumda ne yazık ki. Gençlerin arasında bizler her ne kadar inkâr etmeye meyilliysek de deizm başta olmak üzere birçok ithal düşünce kol geziyor. Bunu kabul edip çare bulmak yerine inkâr etmek bize daha kolay geliyor. Gençler bir toplumun geleceğidir. Peki, İslâm toplumları gelecekleri meçhule giderken ne yapıyor? Sadece ve sadece izliyor, izlemekle yetiniyor. Bunun harici sebepleri olduğu kadar dahili sebepleri de var. Hatta dahili meseleler daha fazla ve girift. Bir kere gençler, İslâm toplumlarının şu anki yaşantısından hiç hoşnut değil. Onları cezbedecek yaşantılara sahip olmak şöyle dursun onları daha da iğrendirecek derecede yaşantılara sahibiz çünkü. Gençler İslâm’ın bu olduğunu düşünüp ne yazık ki uzaklaşıyorlar. Ayrıca bizler onların sorunlarını anlamak istemiyor ve sordukları soruları cevapsız bırakıyoruz. Çünkü söylecek bir sözümüz yok. Bilimde, teknikte, sanatta, edebiyatta ne yapıyoruz ki neyi vadedelim! Tamamen dünyevi zevklere, maddiyata tapmış bir toplumun gençlere verebileceği ne olabilir? Bütün suçu, sorumluluğu gençlere yüklemek en kolayı. Peki biz onların geleceği için ne yapıyoruz? Yaptığımız tek şey suçlamak. Bundan başka bir numaramız yok. Bu nedenle gençlere kızmaya da hakkımız yok.
Bütün bu yaşadığımız süreçler bizi kendimize getirmeli. İçinde bulunduğumuz şu mübarek Ramazan’ı fırsat bilmeli ve uyanışımıza vesile kılmalıyız. Bu kadar uyku yetmedi mi? Yüreğimizin yanmaktan kül olduğu yetmedi mi? İçimizde beslediğimiz kinin, nefretin ve yaşadığımız cehaletin bir nihayeti yok mu? Hâlâ mı uslanmadık? Hâlâ mı aşığız celladımıza? Ölmekten yorulmadık mı? Yenilmekten bıkmadık mı? Birbirimize uzak ve tuzak olmaktan daha da utanmıyor muyuz? Bakın, o güzel o mutlu yarınlar bizi beklemekten yoruldu. Ama biz hala yorulmadık onları bekletmekten ne yazık ki! Bu Ramazan Bayramı başka bir bayram olmalı, olmak zorunda. Gelin bu bayram; uyanışın, dirilişin, bir ve beraber olmanın muştusu, bayramı, dibacesi olsun. Birbirimize zahmet değil rahmet, hayal kırıklığı değil umut olmanın vakti geldi geçiyor. Her Müslüman büyük bir sorumluluğun adı ve neferidir. İşte bu anlayışla hareket etmesi gerekir. Bu hassasiyetle yarına bakmalı ve bu azimle yarını inşa etmeliyiz. Kuraklaşmış gönüllerimizi bir gül bahçesine çevirmeliyiz. Her gelen gün yeni bir umut bahşetmeli hepimize. Bu coğrafya artık ağıtların değil zafer, barış ve kardeşlik türkülerinin hasat edildiği bir cennet olmalı. Fırat ve Dicle’den kan değil ferahlık akmalı. Nil’den gözyaşı değil zerafet akmalı. Kütüphanelerimiz, okullarımız cehalet değil ilim üretmeli. Çoğalmalıyız ama nicelikle değil nitelikle. Çoğalan yalnızlık ve yanlışlık değil güzellik ve umut olmalı. Gelin bu bayramın bayram olduğunun farkına varalım. Ki bayram bile farkına varmalı kendisinin müminlerin bayramı olduğuna. Haydi kıyama, bayramlar bayram ola!
(İktibas, Mayıs 2020)
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *