Çağın insanı için “Yardım eder misin?” cümlesini duymak vebalıyı görmekle aynı anlama geliyor. İnsanlar nerede yardım isteyen birini görse oradan hızla uzaklaşıyor. Halbuki keşke farkına varabilsek yardım isteyenden uzaklaşmak kendimizden ulaşmakla eş değer…
Ozan Demiralp/Star-Açık Görüş
Her çağın bir vebası var. Bu çağın vebası da belli ki paylaşamamak. İhtiyacı olana zamanımızı, selamımızı, gülüşümüzü, ekmeğimizi, sevgimizi, elimizi gönülden verememek, virüs gibi hücrelerimize yayılmıyor da ne yapıyor?
Geçen yıl bu zamanları bir hatırlayalım. Son elli yılın en kötü felaketiyle, bir salgınla karşı karşıya kaldığımız ve savunmasız yakalandığımız o ilk 1-2 aylık süreç… Önceleri “Bize nasılsa gelmez!” derken, ilk vaka haberini dehşetle izlediğimiz o ilk günler… Pandemi, sürüntü, filyasyon ve sürü bağışıklığı gibi hayatımıza giren “bir sürü” yeni kavramla da tanıştığımız günler… Sokağa çıkma kısıtlamalarını ilk tecrübe ettiğimiz, sürü psikolojisi ile market arabası ellerimizde son hızla raflarda ne varsa kapma yarışına girdiğimiz o garip günler… Yoksun kalma korkusuyla tıka basa doldurduğumuz market arabalarını adeta Nuh’un Gemisi’ne çeviriyorduk. Sahi o günlerde marketten aldığınız o makarnalar hala duruyor mu?
Tüketmeye alışmıştık
O kadar alışmış, alıştırılmıştık ki almaya ve tüketmeye bir an korktuk alıştığımız kadarını tüketemeyeceğimize. Aç kalmaktan korkmadık, alıştığımızı tüketemeyeceğimizden korktuk!
Hz. İbrahim’in o çok bildik kıssasını hatırlayalım; hani rüyasında oğlu İsmail’i kurban etmesi emredilmiş Hz. İbrahim’in kıssasını… Hz. İbrahim ve oğlu İsmail bu imtihan olan emri, kabullenme içinde yerine getirirken onlara gönderilen kurbanlık bir armağandır. Bu yaşanandan sonra, gönülden vermenin önemi insanoğluna ders olmuştur. Sahi duruyor mu bir önceki Kurban Bayramı’nda kestiğiniz kurbandan 1-2 parça et derin dondurucunuzda? Hani fakirle paylaşacaktık onu, hani canından can gitmesi imtihandı da canından can giden canından vazgeçerse armağanla ödüllendirilecekti? Vermenin matematiğinde kurban kesen akrabaların, komşuların karşılıklı birbirlerine et ikramı mıydı kurban?
Hız problemi
Asıl soru şu: Bu işler matematikle mi oluyordu? Maalesef ki hem matematik hem de hız problemlerinden sınıfta kaldığımız günlerin içindeyiz. Yoksa siz de mi alışveriş arabanızı hızlı sürmeye alıştınız? Durun biraz, durun, yavaşlayın… Sadece spor salonlarında değil iş yerlerinde de arttırdık nabız sayımızı ve nabzı arttırmayı marifet sayıyor günün çalışma alışkanlıkları tıpkı tüketimin alıştırdığı gibi…
Ruhun sesini duymak
Hani komşu komşunun külüne muhtaçtı da mutfakta yükselen kokuyu komşu duymuştur diyerek bir kap yemek de ona götürmekti bizim alışkanlığımız. Peki nasıl geldik o alışveriş arabasına dolduklarımızla yaptığımız her yemeği sosyal medya komşuları ile paylaşma alışkanlığına? Yanlış anladık galiba, fren arabayı değil nefsi durdurmalıydı! Eyvah ki eyvah… Görmüyor muyuz? Kolumuzdan saydığımız nabzımızın sesi kalbimizin sesini bastırıyor… Aynı apartmanı paylaştığımız komşunun sesini, aynı evi paylaştığımız çocuğumuzun sesini, o ne ki aynı bedeni paylaştığımız ruhumuzun sesini duyamaz haldeyiz… Sesi duyamamak bir kenara artık anımızı, ekmeğimizi paylaşamıyoruz kimselerle. Çünkü sürü bağışıklığına ulaştık, alıştık tüketmeye, alıştık paylaşmamaya… “Her çağın bir vebası var” derler. Bu çağın vebası da belli ki paylaşamamak. İhtiyacı olana zamanımızı, selamımızı, gülüşümüzü, ekmeğimizi, sevgimizi, saygımızı ve elimizi gönülden verememek virüs gibi hücrelerimize yayılmıyor da ne yapıyor?
Salgın öncesi çocuklarımızın girişimcilik, iletişim, eleştirel düşünme, esneklik ve uyum gibi 21. yüzyıl becerilerini kazanmalarını hedeflerken yetişkinler olarak da hızın ve bencilliğin sürükleyişi ile 21. yüzyıl ideolojilerine çoktan geçiş yapmıştık. Salgın öncesinde de “Boşverizm, halsizim, gıybetizm, saygısizm, sevgisizm, yılgınizm, rekabetizm, duyarsizm, cehaletizm ve herşeyibilirizm” ideolojilerinin bazen hepsine, bazen de birkaçına sahip olarak zaten koşuyorduk oradan oraya, hem de tek başımıza… Biliyoruz ki insanların baktıkları aynı gördükleri farklı, okudukları aynı anladıkları farklı, duydukları aynı işittikleri farklı, yürüdükleri aynı vardıkları farklı ve nefes aldıkları aynı yaşadıkları farklı olsa da öyle bir dünya ki bu herkesi aynı şekilde görmesi, anlaması, işitmesi, varması ve yaşaması için zorluyor. Bu sosyal sürü bağışıklığı değildir de nedir? Öyle konfor odaklı ki yaşam şartlarımız artık ne zorlanmayı, ne çile çekmeyi ne de çile kapısında beklemeyi seviyoruz. Belli ki 21. yüzyılın takvimine, becerilerine ve ideolojilerine göre “bir lokma bir hırkadan” uzaklaşalı çok zaman oldu.
Üç parça ekmek
Eski zamanlardan bir gün kölenin sahibi öğlen arasında kölesine üç parça ekmek verir. Kölenin yanına her halinden aç olduğu belli olan zayıf bir köpek gelir. Önce bir parça ekmeği sonra ikincisini en sonda da elinde kalan tek parça ekmeği köpeğe veren köleyi kenarda izleyen adam tarlaya gelip “Bütün yemeğini verdin, sen ne yiyeceksin?” dediğinde, köle “Oruç tutarım” der. Adam, kölenin sahibine gider ve tarlayı içinde gördüğü köle ile satın alır, köleyi azat edip tarlayı da ona hediye eder. Düşünelim bakalım daha cömert olan, aç olduğu halde karşılık beklemeden üç parça ekmeğini köpekle paylaşan köle midir yoksa köleyi azad edip tarlayı köleye hediye eden adam mı? Elbette ki üç parça kuru ekmekte gizli olan cömertlik, tarlalara sığmayan maldakinden fazladır. Çağın vebası içimizi kemirse de paylaşmayı malın miktarı ile değil gönülden verilen ile değerlendirmek esastır.
Paylaşmak zihnin erdemi
Paylaşmak zihnin erdemidir. Bugün hiçbirimiz o market arabasını hızla iterken elbette ki bu erdeme ulaşamıyoruz. Bir soru daha: Pet shoplardan, sahiplenmek için değil sahip olmak için aldığınız, kendinize yakışan, sosyal medyadan paylaşabileceğiniz cinsteki evcil hayvanınız yiyor mu o üç parça ekmeği? Umuyorum ki evinizde halen durduğunu temenni ettiğim kedileri/köpekleri beslemeyi kendi karnınızı doyurmanın sonrasına bırakmıyorsunuzdur. İhtiyacı olan insan da olsa hayvan da olsa kendimizden önce ona uzatıyorsak ekmeği ne mutlu ki ihtiyaç sahibine itfaiye görevi görüyoruz demektir. Yangın çıktığını görenler ellerindeki işi bitirip de yangına aheste gitmezler. Paylaşmak da her ihtiyacı yangın sayıp koşarak su taşımaktır. Yangına en fazla su taşıyanlar evin sahibinden daha fazla kova ile eve koşan cömertlerdir. 21. yüzyıl ideolojileri ise yangında ev sahibinin taşıdığı kovayı matematik içinde saydırıp da kendi taşıdığının az olmasının hesabını yaptırıyor günün insanına. Yahu zor günler yaşamıyor muyuz? Yangın yok mu? Hani o zaman elimizdeki kovalar? Aynı apartmandaki komşusuna bir tas çorba götürmeyen insanoğlunun yangında kova ile o eve su taşımasını beklesek de mi söndürsek söndürsek de mi beklesek? İhtiyacın sesi az gelir, dikkat kesilmek gerekir. Yangının çıkışı çığlıkla değil dumanla fark edilmelidir ki erken müdahale edilebilsin. Çağın insanı için “Yardım eder misin?” cümlesini duymak vebalıyı görmekle aynı anlama geliyor. İnsanlar nerede yardım isteyen birini görse oradan hızla uzaklaşıyor. Halbuki keşke farkına varabilsek yardım isteyenden uzaklaşmak kendimizden ulaşmakla eş değer… Veba almış başını gidiyor, derin dondurucularda saklanan et parçasından ne farkı kalmış sürü bağışıklığı edinmiş kalplerimizin?
Hepimiz biliyoruz ki bu sorunlar ne matematik ne de hız problemleri ile çözülecek. Bu sorunlar hesapla değil hesapsızlıkla, hızla değil durarak, sürü bağışıklığı ile değil gönül bağı ile, 21. yüzyıl ideolojileri ile değil vicdanla, istiflenen makarna ile değil paylaşılan bir tas çorba ile, satın alınan değil sahiplenilen kedi ile, saklanan et parçası ile değil üç parça ekmekle çözülecek… Sahi o günlerde marketten aldığınız o makarnalar hala duruyor mu?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *