Dünya bir kararın eşiğindedir. O da şudur: Tüm insanlığın Filistin’de diri diri yakılmasına ya müsaade edilecek ya da edilmeyecek. Bu karar sadece devletlere veya diğer örgütlere bırakılamaz. Tüm mesele budur!
Doç. Dr. İsmail Şahin (Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi)/Star-Açık Görüş
Ünlü Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı sosyal medyada yaptığı bir paylaşımında, “Kudüs’ten Türk bayrağı 400 sene sonra indirildi. O günden beri hiç kimsenin Ortadoğu’ya daha iyi bir düzen getirdiğini söylemek mümkün değil” ifadesini kullanmıştır. Ortaylı’nın bu tespiti oldukça önemlidir ve bu yargıya katılmamak mümkün değildir.
Batı’nın sömürge aracı
Ortadoğu’ya ilişkin çarpıcı bir başka tespit de Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORSAM) Başkanı Prof. Dr. Ahmet Uysal tarafından yapılmıştır. Uysal, “İsrail bölgede Batı’nın sömürge aracıdır” dedikten sonra, “Filistin içinde Kudüs ve Mescidi Aksa olmasaydı bile, Batı sömürgesini garantilemek için yine burasını işgal ederdi. Hatta daha önce Yahudiler buralarda yaşamasaydı bile bu durum değişmezdi. Bölgede başka bir İsrail kurulurdu” sözlerini kullanıyor. Bu nedenle Batı ülkelerinin İsrail’e destek verdiğini savunan Uysal’a göre, İsrail küresel Batı hegemonyasının bir parçasıdır ve uluslararası toplumda artan İsrail eleştirileri mevcut durumu çok fazla değiştirmez. Diğer taraftan Dış Politika Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Hüseyin Bağcı, Filistin’de bir çözüme ulaşılabilmenin asli koşulu olarak, ABD’nin İsrail politikasını değiştirmesini ve bu bağlamda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki veto yetkisini İsrail lehine kullanmaması gerektiğini ileri sürüyor.
Tarihe kabaca bir göz atıldığında, Filistin’de yaşayan Arapların yaklaşık yüz yıldır, yaşam alanlarının mütemadiyen daraldığı görülmektedir. İsrail 1948 yılında kurulmuş olsa da sorun daha eskidir. Ayrıca sorunu sadece emperyalizmle ilişkilendirmek, ihtilafın bütününü anlamak bakımından eksik olabilir.
Toprak ve inanç
Bir defa bu meselenin kökeninde toprak ve inanç vardır. Yahudi inancına göre Filistin toprakları Yahudilere aittir ve bu hak Tanrı tarafından yalnızca kendilerine verilmiştir. Bu inanıştan ötürü, 19. yüzyılın sonlarından itibaren önce küçük gruplar halinde, ardından da kitlesel bir şekilde başta Avrupa olmak üzere dünyanın birçok yerinde yaşayan Yahudilerin Filistin’e göç etmeye başladıkları görülüyor. Bu, bitmeyen bir göçtür ve halen devam etmektedir. Filistin’e yönelik artan göçler, bu topraklardaki toplumsal düzeni altüst ettiği gibi Filistin’de din ve etnik köken bakımından büyük değişikliklere yol açmıştır. Basında sıklıkla ifade edilen, “Yahudi yerleşimciler” ifadesi bu göç hareketlerinin bir sonucu olarak doğmuştur. 1990’lı yıllarda İsrail nüfusunun neredeyse yarıya yakınının Filistin dışında doğmuş olması, meselenin kapsamlı bir şekilde anlaşılabilmesine dair bir fikir verebilir.
İsrail’in çözümden anladığı…
Dünyanın farklı ülkelerinden göç edip İsrail’e gelen bu Yahudi yerleşimcilere mülk sağlamak, İsrail hükümetinin en temel vazifesidir. Yahudi göçleri sonucu Filistin topraklarında kurulan İsrail’in en temel politikası, bir bütün olarak Filistin’de Yahudi nüfusunu artırmaktır. Bunu yapabilmesinin iki yolu bulunuyor: Ya Yahudi göçlerini artıracak ya da Filistin’deki Arapların sayısını azaltacak. İsrail’in uzun yıllardan beri her iki yöntemi de birlikte uyguladığı görülüyor. Yani bir taraftan Filistin topraklarında yaşayan Arapları göçe zorlarken, diğer taraftan uluslararası Siyonist teşkilâtlar aracılığıyla İsrail dışındaki Yahudilerin İsrail’e göçünü teşvik ediyor. İsrail hükümetlerinin Filistin’de çözümden anladıkları, bu toprakları Arapsızlaştırmak ve tamamıyla Yahudileştirmektir.
Artık şunu açıkça kabul etmek gerekiyor. İsrail’in siyasi ve dini anlayışında Filistinlilere yaşam hakkı yoktur. Filistinlilere yaşam hakkı tanımadığı gibi onların tarihi ve mülkiyet haklarını da tanımayan bir İsrail söz konusudur. İsrail’in dini referanslı siyasi bilinci, bu devletin sınırlarının ve yüzölçümünün 1948 yılından bu yana genişlemesine neden oluyor. Dolayısıyla İsrail siyaseti, Filistin üzerindeki mülkiyet hakkı, gücün kullanılışı ile onun kontrolü arasındaki ilişkiyi gösterir bir nitelik arz eder. Aynı zamanda İsrail siyasetinin felsefi temelleri oldukça problemlidir.
Uluslararası hukuka zıt
Öncelikle, İsrail’in 1948 yılından itibaren izlediği siyaset uluslararası hukukla taban tabana zıttır. Bu bağlamda Filistinlileri hedef alan tüm gayrimeşru ve gayri yasal eylemlerin meşruiyet kaynağının Yahudi inancı olması bir hayli ilginçtir. Oysa tüm hukuki sözleşmelere dayanak oluşturan evrensel hukuk kaidelerine göre, yaşama hakkından, özgürlük hakkından ve mülkiyet hakkından daha yüksek bir hukukun varlığı söz konusu değildir. Oysa İsrail rejiminin Filistinlilere karşı bu üstün hukuku referans almak yerine kendi inancını referans alması ve bu doğrultuda Filistinlilerin yaşam ve mülkiyet haklarına tecavüz etmesi, medeni bir dünya için kabul veya tolere edilebilir bir durum değildir. Daha açık bir ifadeyle, Yahudi inancı üstün bir hak ve yetki inşa edemez. İsrail’in, temel insan hakları metinlerine riayet etmek yerine kendi dini metinlerine uymayı tercih etmesi, Filistin’deki çatışmanın ana nedenlerinden biridir. Bundan dolayı İsrail ile Filistinliler arasında hukuk önünde eşitlik bir türlü sağlanamamaktadır. Bir hayli ilginç olan nokta ise seküler Batılı devletlerin bu noktada İsrail’e destek vermesidir. Bu desteği ardına alan İsrail’in Filistinlilerin hukuki ve insani haklarından yararlanmasını önlemeye veya zayıflatmaya çabaladığı anlaşılmaktadır.
Uluslararası hukuka göre devletin sorumluluğu bakımından önde gelen davranışlardan birisi de uluslararası suçlara ilişkindir. Bu tür uluslararası suçların başında apartheid gelmektedir. Irksal ayrımcılığı savunan bu ideolojiye göre beyaz ırk diğer ırklardan üstündür. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde 1948-1994 yılları arasında resmi devlet politikası olarak uygulanan bu sistemin, İsrail tarafından Filistinlilere uygulandığı söylenmektedir. Her ne kadar yasallaştırılan bir apartheid rejimi söz konusu olmasa da fiiliyatta bu sistemin uygulandığı görülmektedir. İsrail’in kuruluşundan sonra uzunca bir süre, Arap komşularıyla çatışma içerisinde olması, Filistinlilere yönelik hukuk tanımaz faaliyetlerine meşruiyet kazandırmaz. Kaldı ki İsrail’in Arap komşularıyla ilişkilerini normalleştirdiği bir dönemde bile Filistin politikasında en ufak bir değişikliğe gitmemesi, Tel Aviv’in hangi ilkeleri referans aldığını işaret etmesi bakımından oldukça önemlidir.
BM kararları etkisiz
İsrail’in işgaller suretiyle topraklarını genişletmesinin uluslararası hukuki bir sonuç doğurmayacağını belirten, BM tarafından alınmış birçok karar mevcuttur. Fakat bu kararların hiçbiri İsrail’in yayılmacı ve saldırgan politikalarını önlemeye tek başına yetmiyor. Peki neden? Bunun cevabı oldukça basittir. İsrail’in BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ile kurduğu yakın ilişkilerdir. Başta ABD olmak üzere daimi üyelerin neredeyse tamamına yakını İsrail’in Filistin siyasetini açık veya gizli bir şekilde desteklemektedir. Diğer yandan da Avrupa Birliği, Arap Birliği, Afrika Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi örgütlerin Filistin meselesindeki pasif tutumudur. Her iki vaziyetin varlığı şüphesiz İsrail’in güç ve apartheid politikasını cesaretlendiren uluslararası bir ortamın oluşmasına imkân tanımaktadır.
Şimdi durup bir soluklanalım ve düşünelim! Filistinliler Birleşmiş Milletler gibi küresel barış ve güvenliği korumakla görevli bir kurumla iş birliği yapamıyor, uluslararası barış ve adaletin çalışması için uluslararası hukuku işletemiyor ve de diğer uluslararası örgütlerden destek sağlayamıyor. Peki Filistinliler neden bunları yapamıyor? Haksız oldukları için mi, zayıf oldukları için mi, yoksa yeterli çabayı ortaya koyamadıkları için mi? Akıl, somut delillerden hazzeder ve ağırlıkla onlara biat eder. Yaklaşık yetmiş yıldır şekillenen Filistin haritası karşısında ciltler dolusu belge okumaya akıl ihtiyaç duyar mı? Ortada hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde devam eden Filistinlileri haritadan silme niyetini okuyamayacak kadar kör müyüz?
Çatışmacı yaklaşım
İsrail dünyanın gözünün içine baka baka Filistin topraklarını işgal ediyor ve ardından bu topraklara kendi halkını yerleştiriyor. Uluslararası hukuka göre, hiçbir durum veya şartta herhangi bir devlet başka bir ülkenin topraklarını işgal edemez ve bu topraklara kendi sivil halkını yerleştiremez. İsrail’de yaşayan Yahudilerle yapılan sokak röportajlarında veya İsrail yanlısı Yahudilerin paylaşımlarında, “Filistin’in Araplara değil Yahudilere ait bir toprak parçası” olduğu dillendiriliyor. Hatta bazıları Filistinliler için en doğru çözümün diğer Arap ülkelerine göç etmek olduğunu ileri sürüyor. Bu fikirde olanların gerekçeleri irdelendiğinde, arkasında yine kendi inançlarına referansta bulunmaları dikkat çekicidir. Öyle anlaşılıyor ki yayılmacı İsrail siyaseti de benzer inançtan beslenmektedir. O halde bu inancın önermeleri, dünyadaki tüm hukukların üstündedir. Bu tehlikeli, işgalci ve bir o kadar çatışmacı bir yaklaşımdır.
Hal böyleyken İsrail nasıl durdurulacak? Ya da hangi güç İsrail’in yayılmacı politikalarını yatıştıracak? Her şeyden evvel, sağduyulu ve evrensel insan haklarını önceleyen Yahudilerin, İsrail’e tepkilerini daha sert bir şekilde ortaya koymaları gerekiyor. Zira İsrail’in hukuk ve sınır tanımaz siyaset anlayışı, dünya genelindeki Yahudilerin can ve mal güvenliğine zarar verebilir. Muhakkak bu tip planlar ve kurgular yapan odaklar vardır. Bunlara hiçbir surette fırsat verilmemelidir. Diğer taraftan, İsrail’i haksız gören tüm devletler, kurumlar ve toplumlar, BM nezdinde düzenli ve organize bir şekilde baskı yapmalıdır. Şurası çok açıktır ki kusurlu ve haksız olan, İsrail’in dayandığı siyasi temeldir. Ve bu yaklaşım sadece Filistinlilere değil aynı zamanda masum İsraillilere de zarar veriyor. Küresel medya, kuruluşlar ve aktörler İsrail rejimini destekleyebilir. Ancak uluslararası toplum, sosyal medya mecralarında boy göstermektedir. Sosyal medyanın gücü ihmal edilmemeli. Devletlerden ziyade toplumlara odaklanılmalı ve meselenin insani boyutu ırk, din, kültür ve ideoloji ayrımı yapılmaksızın tüm insanlara ulaştırılmalıdır. Özellikle Amerika ve Avrupa kamuoyunu etkileyecek sosyal medya içerikleri düzenli olarak üretilmelidir. Bir defaya mahsus, sistemsiz hareketlerin başarılı olma şansı azdır. O yüzden İsrail’in hukuk dışı eylemleri ve bunlar karşısında ortaya çıkan tüm acı tablo bilinçli, sistemli ve sürdürülebilir bir biçimde yürütülmelidir.
Avrupa’dan öğrendiler
Bugün toplama veya mülteci kamplarında hayatlarını sürdüren Yahudilerden bahsetmek mümkün değildir. Dünyadaki tüm Yahudileri Filistin’e toplamak ve bunu yapabilmek için bu toprakları peyderpey işgal etmenin ne hukuki ne de ahlaki yönü vardır. Kaldı ki Filistinliler sadece kendi ülkelerinin dışında değil aynı zamanda kendi topraklarında da mülteci kampı koşullarında hayatlarını sürdürmek mecburiyetindedir. İsrail’in, ırkçı, soykırımcı, faşist emperyalist Avrupa’dan öğrendiklerini Filistinlilere uygulamaya kalkması ise tarihin fiyaskosudur. Sonuç olarak dünya bir kararın eşiğindedir. O da şudur: Tüm insanlığın Filistin’de diri diri yakılmasına ya müsaade edilecek ya da edilmeyecek. Bu karar sadece devletlere veya diğer örgütlere bırakılamaz. Tüm mesele budur!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *