Ortadoğu’da yeni bir dönem mi başlıyor?

Ortadoğu’da yeni bir dönem mi başlıyor?

Türkiye ile Mısır, Türkiye ile Suudi Arabistan, Suudi Arabistan ile İran arasındaki söylem yumuşamaları ve görüşmelerin başlaması Ortadoğu’da yeni bir dönemin habercisi olarak değerlendirmek mümkün.

Cengiz Tomar / AA

Son haftalarda Ortadoğu’da yıllardır görmediğimiz düzeyde umut verici söylemlere şahit oluyoruz. 2012’de Mısır’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in adayı olarak demokratik yollarla seçilen Muhammed Mursi hem Körfez’in hem de ABD’nin destek verdiği karşı devrimciler tarafından ertesi sene görevden alınarak hapsedilmiş ve buna mukabil gerçekleştirilen halk protestolarında çok sayıda Mısırlı öldürülmüştü. Tabiatıyla Mısır’daki askerî yönetim, Arap Baharının ilham kaynaklarından biri olan ve askerî darbelerden kendisi de çok çeken Türkiye’nin gazabını celp etmişti. Fakat son zamanlarda, dünya ve bölge konjonktüründe meydana gelen değişikliklere de bağlı olarak, iki ülke arasındaki söylemin yumuşamasını ve yetkililer arasında görüşmelerin başlamasını Ortadoğu’da yeni bir dönemin habercisi olarak değerlendirmek mümkün. Tabii buna Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın İran’la ilgili söylemlerini ve bunun İranlı yetkililer tarafından olumlu karşılanmasını da eklemek gerek. Şayet eyleme dönüştürülebilirse bu söylemler, bölgede uzun yıllardır süren yangının söndürülmesi hususunda etkili olabilir.

​​​​​​​Bilindiği üzere Ortadoğu’da elân dört pivot devlet mevcut: Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve İran. Türkiye Suudi Arabistan ve İran’ın aksine petrol ve doğalgaz gibi kaynaklara sahip olmamasına rağmen, gelişmişlik düzeyi, ekonomisi, teknolojisi, nüfusu, demokrasisi ve ordusu ile bu devletler arasında en güçlüsü. Genel manada Türkiye’yi Sünnî ve mutedil bir aktör şeklinde tanımlamak mümkün, bu dört pivot ülke arasında. Mısır ise Arap bloğu içinde bulunan diğer bir Sünnî mutedil bir ülke olarak tanımlanabilir. Nüfusu, ordusu ve gelişmiş kültürüyle Arap dünyasının beynini ve askerî gücünü temsil ediyor. Bu nedenle Ortadoğu’da “Mısırsız savaş, Suriyesiz barış olmaz” denir. Suudi Arabistan Körfez’i de arkasına alarak Arap dünyasında maddi gücü ve Sünnilik içinde Selefî mezhebî doktrinini temsil ediyor; Mekke ve Medine’ye hâkim olması da bir başka avantajı. Tabii bir de Fars etnisitesini ve Şia’yı temsil eden İran bulunuyor.

Önce istihbarat teşkilatları arasında başlayan Türkiye-Mısır görüşmeleri Ramazan diplomasisi çerçevesinde iki dışişleri bakanının telefon görüşmesiyle olumlu bir yöne evrilmiş durumda. Türk dışişleri heyetinin 5-6 Mayıs’ta Mısır’ı ziyaretiyle ve akabinde gerçekleşecek bakan düzeyindeki görüşmelerle iki ülke arasında normalleşme adımları atılacak. Zira ilişkilerin normalleşmesi hem iki ülke ve hem de bölge açısından hayati önemi haiz. Türkiye ile ilişkileri soğuk olduğundan, Mısır Yunanistan’la yaptığı münhasır ekonomik bölge (MEB) anlaşmasıyla Akdeniz’de 5 bin kilometrekarelik bir alanı kaybetti. Türkiye’nin Libya’daki etkinliği de Libya’nın sınır komşusu Mısır’ı doğrudan etkiliyor. Türkiye’deki Mısırlı muhalif gruplar ve basın yayın organları meselesi de Mısır açısından mühim noktalar.

Türkiye açısından da Mısır’ın önemi bir hayli büyük. Tarih boyunca iyi ilişkiler sürdüren iki büyük devlet Arap Baharı sürecinde ters düşmüştü. Bunun akabinde Donald Trump döneminde hem İran’a hem de Türkiye’ye karşı bir güney cephesi kurulmuştu. Bazı Körfez ülkelerine Mısır’ın da katılmasıyla oluşturulan bu ekibin bir de İran ve Türkiye karşıtı baş destekçisi İsrail ayağı bulunmaktaydı. Doğu Akdeniz’de bu cepheye Türkiye karşıtı Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) de katılmıştı. Şayet Türkiye-Mısır ilişkileri normalleşirse bu cephenin en önemli ayağı olan Mısır devreden çıkacağından, Trump sonrası zaten zayıflamış bulunan Türkiye karşıtı güney cephesi tamamen dağılmış olacak.

Özellikle Cemal Kaşıkçı cinayeti nedeniyle epey gerilen Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri son günlerde yumuşama emaresi gösterse de, ajanslara düşen Suudi Arabistan’ın Türk okullarını kapatma kararı, bu yumuşamanın gerçekleşmesinin çok da kolay olmadığını gösteriyor. Ancak Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın son günlerde yaptığı ve ülkenin geleceğini belirleyecek politikaları açıkladığı mülakatlarda dikkat çekici söylem değişiklikleri göze çarpıyor. Özellikle 1979 İran devriminden beri İran’ın Şiî nüfuzunun yayılması ve devrim ihracı gibi mezhep tabanlı dış politikalarına Suudi Arabistan’ın da aynı sertlikte mezhep tabanlı cevap vermesi sadece Ortadoğu’da istikrasızlığı artırmakla kalmadı, bütün dünyada zaten mevcut olan İslamofobiyi daha da derinleştirdi. El-Kaide, DEAŞ, Haşdi Şabi gibi örgütler ile Usame bin Ladin, Eymen ez-Zevahiri, Ebubekir el-Bağdadi ve Kasım Süleymani gibi son yıllarda çok duyduğumuz isimler, aslında büyük oranda İran-Suudi Arabistan çatışmasının komplikasyonlarıydı. Yemen’deki savaş da iki ülke arasındaki nüfuz mücadelesinin müşahhas bir örneğidir.

Diğer taraftan ABD ve Rusya gibi emperyal güçler ile İsrail gibi bölge ülkeleri de bu çatışmayı alabildiğince destekleyip körükleyerek hem bütün taraflara silah sattılar hem de bu çatışmaları bölgedeki emellerini gerçekleştirmekte bir manivela olarak kullandılar. Bu çatışmadan en büyük zararı ise Ortadoğu ve İslam halkları gördü ve hâlâ görüyor.

Bu açıdan Veliaht Prensin açıklamaları dikkat çekici. Artık aşırılıkla yüzleşmelerinin gerektiğinin altını çizen Muhammed bin Selman “Sadece 1979 yılında olduğumuz yere dönüyoruz. Dünyaya, tüm dinlere, tüm geleneklere ve halklara karşı açık bir mutedil İslam sunuyoruz” ve “Radikalizmi hemen bugün yok edeceğiz” ifadelerini kullandı. Şayet söylemde kalmaz ve dediklerini kuvveden fiile geçirebilirse bu, temelli bir politika değişikliğine gidilebileceğini gösteriyor. Ama radikallerden kastedilen muhaliflerse, bu da üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta. Bunu zaman gösterecek.

Prensin mülakatındaki “İran’ın zor durumda olmasını istemiyoruz; tam tersine İran’ın büyümesini ve ortak çıkarlarımız olmasını istiyoruz. Bölge ve dünyada büyüme ve gelişmeyi teşvik etmek için bizim İran’da, İran’ın da bizim topraklarımızda karşılıklı menfaatleri olmasını arzu ediyoruz” şeklindeki ifadeler câlib-i dikkattir. Bu açıklamalarda Trump’ın gidip yerine daha ziyade Rusya ve Çin’i temerküz etmek isteyen Biden’ın gelmesinin rolü büyük. Veliaht Prensin aynı söyleşide ABD ile ülkesi arasında yüzde doksan fikir birliği olduğunu söylemesi de, artık İran’la mücadelenin ABD liderliğinde farklı bir yöntemle sürdürüleceği veya Suudi Arabistan’ın artık İran’la aşırı Sünnî akımları destekleyerek mücadele etmeyeceği anlamına gelebilir. Bu da bütün dünya ve Ortadoğu açısından çok önemli bir gelişme ve şayet gerçekleşirse bölgede mevcut yangının söndürülmesine yardımcı olur.

Fakat Veliaht Prens bin Selman’ın “İran’la olan sorunumuz nükleer programı, bazı bölge ülkelerinde kanuna aykırı davranan milisleri desteklemesi ve balistik füze programı gibi konulardaki olumsuz davranışlarında ortaya çıkıyor” şeklindeki ihtirazî kaydı bir anlamda İran’a da sorumluluklar yüklüyor. En azından şimdilik, İran’ın böyle bir niyeti olmadığına göre, bu yakınlaşma hususunda kısa vadede bir gelişmenin sağlanmasının zor olduğunu gösteriyor. Ama en azından Veliaht Prens’in mutedil İslam’a atıf yaparak aşırılıkla mücadele edeceğinin sinyallerini vermesi, şayet uygulanırsa, çok önemli bir gelişme.

Bölgede İsrail’in kurulmasıyla başlayan ve on yıllardır dört pivot ülkenin anlaşamaması sonucunda çıkan sorunlar, bir de emperyal dış güçlerin katılımıyla, tam manasıyla Arap saçına dönmüş durumda. Tek çözüm, öncelikle bu dört pivot ülkenin, yani Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan ve İran’ın kendi aralarında en azından asgarî müştereklerde anlaşması. Bu olmadığı sürece, dış güçlerin bölge sorunlarını kendi emelleri doğrultusunda (bundan önce olduğu gibi) kullanacakları hususunda hiçbir şüpheye mahal yok.

[Prof. Dr. Cengiz Tomar Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Rektör Vekili olarak görev yapmaktadır]

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *