“İlahiyat adı değiştirilecekse İslâmî gelenek, tarihsel birikim, kurumsallık, zamanın ruhu ve çağın meydan okumaları hesaba katılıp bilimsel bir yaklaşımla değerlendirilerek yapılmalıdır.”
İlahiyat ismine takılıp kalmak
Prof. Dr. Muhammet Şevki Aydın / Star-Açık Görüş
Bugünkü yüksek din öğretimi yapan fakülteler, İlahiyat veya İslâmî ilimler gibi farklı adlar taşımaktadırlar. Bu fakültelerin temelini, 1900 yılında Darulfünun’un bünyesinde açılan Ulum-u Aliye-i Diniyye şubesi (dört yıllık) oluşturmaktadır. Darulfünun, Osmanlı eğitim sisteminde çağdaşlaşma yönünde köklü bir zihniyet dönüşümünü imlemektedir. Bir türlü ıslah edilemeyen medresenin yapamadığını Darulfünun’un yapması beklenmekteydi. Dışlanan medrese, elbette Darulfünun’a iyi gözle bakmamıştır. Haliyle bu kurumun vücut bulması, sancılı olmuştur. Toplumun önemli bir kesimi tarafından onun varlığının meşruiyeti sorgulanmıştır.
Darülfünun’un binası 1863 yılında içinde ders vermeye hazır hale gelince, ilmî konferanslar verilmeye başlandı. Bu ilk deneme, bir yıl devam ettikten sonra muhafazakâr çevrelerden gelen baskılar ve devlet işlerinin aksadığı gerekçesiyle sonlandırıldı. Darülfünun, 1869 yılında, Divanyolu’nda yaptırılan binada (bugünkü Basın Müzesi binası) yeniden açıldı. Resmi açılış, 20 Şubat 1870’de hükümet üyelerinin katıldığı bir törenle gerçekleşti. Ertesi sene Ramazan ayında yine geceleri halka açık konferanslar verildi. 1872’de okul tatil edildi.
Sadece Galatasaraylılar
Darülfünun üçüncü defa 1874 yılında “Darülfünun-u Sultani” adıyla, Galatasaray Sultanisi’nin içinde açıldı. Türkçe ders verecek kimse bulunamadığından öğrenim dili Fransızca oldu ve bu nedenle yalnız Galatasaray Sultanisi mezunlarının devam edebileceği bir yer haline geldi. Okul tasarruf gerekçeleri ve fen kısmına öğrenci bulma sorunu nedeniyle önce Hukuk ve Mühendislik şubesi; son olarak 1880-81 yılında Edebiyat bölümü kapatıldı. Darülfünun, II. Abdülhamid’in isteğiyle Maarif Nazırı Zühtü Paşa tarafından “Darülfünun-u Şahane” adıyla 1900 yılında dördüncü kez yeniden açıldı. Darulfünun-u Şahane’nin ismi, 1909’da “Darülfünun-u Osmanî”, 1912’de “İstanbul Darülfünunu” oldu. 1933’te üniversite adını aldı. Darulfünun hakkında yaptığım bu noktalamalar, kurumun toplumda yer etme sancılarına ve onun bünyesinde yer verilen Ulum-u Aliye-i Diniyye şubesinin kaderini etkileyen faktörlere işaret ediyor.
Darulfünün’da daha önce açılması, medresenin varlığı gerekçesiyle engellenmiş olan (E. İhsanoğlu, “Darulfünun Tarihçesine Giriş”, Belleten,1990) Ulum-u Aliye-i Diniyye şubesinin açılması (1900), diğer ilim alanlarından sonra din alanının da medreselilerin elinden alınması anlamına geliyordu. Bilim ve çağdaşlaşma adına medreseden ümidini kesenlerin, açılışına önayak oldukları bu birimden Medreseliler ve onların destekçisi olan geniş muhafazakâr kitle, rahatsızlık duymuş; bu şubenin açılışı, bazı kesimlerin uykusunu kaçırmış, toplumsal gerilime yol açmıştır. Bu rahatsızlık, söz konusu fakültenin daha doğarken meşruiyetinin sorgulanmasına neden olmuştur. Nitekim, toplumdaki reaksiyoner kesimler, ıslah edilen medreselerin bu alanda ihtiyacı karşılayacağını ileri sürerek söz konusu şubenin 1919’da kapatılmasını sağlamıştır.
Bu kurumun yakasını hiç bırakmayan meşruiyet sorunu, onun devamı olan İlahiyat Fakültesi ile varlığını sürdürmüştür. Cumhuriyet döneminde 1924’de İstanbul Darulfünun’da açılan İlahiyat Fakültesi hem inkılaplar ve çağdaşlık adına hem de din adına kuşkuyla karşılanmış; selefi olan kurumun meşruiyet sorununu devralmıştır. Nitekim, 1933’te kapatılması, din adına toplumun muhafazakâr kesimlerinin olumsuz tepkisine yol açmadığı gibi, bir azınlık istisna tutulursa çağdaşlık ve inkılaplar adına da olumlu karşılanmıştır. 1949’da yeniden, ama Ankara Üniversitesi bünyesinde açılan İlahiyat Fakültesi de, aynı kesimlerin reaksiyoner tutumuyla karşılaşmıştır. Aradan bunca zaman geçmesine ve sık sık değişikliklere maruz bırakılmasına rağmen bu itibar sorunu, geçmişe göre hafiflemiş olsa da, hâla sürmektedir.
Bu kurumların itibar sorununun çözülememesinin nedenlerini öncelikle, kuruluşundan şimdiye kadar bilimsellikten uzak politik ve ideolojik yaklaşımlarla veya kişisel heveslerle sık sık değişikliklere maruz kalmasında aramak gerekir. Bilimsel ön hazırlıklara dayandırılamadığından dolayı, hızlı ve yeterince olgunlaştırılmamış öneriler üzerinden çeşitli düzenlemeler yapılarak adeta yaz boz tahtasına dönüştürülmüş olan bu kurumlar, bir türlü istikrar içinde gelişme imkanına kavuşamamıştır.
Geçmişteki tecrübeler
Bu durumun daha iyi anlaşılması için bazı örnekler üzerinden yürümekte yarar var. Sık sık değişikliğe uğrayan unsurlarından biri bu yüksek din öğretiminin ismidir. 1900 yılındaki ismi, 1911’de değiştirilip Ulum-u Şeriyye olmuştur. 1919’da kapatılan bu birim, 1924’de İstanbul Darulfünunu bünyesinde İlahiyat Fakültesi adıyla açılmıştır. 1933’te kapanan fakülte, aynı adla 1949’da Ankara Üniversitesi’nde açılmıştır. İlahiyat’ı din adına beğenmeyenler, “İslâm Akademisi” gibi farklı isme sahip yeni yüksek öğretim kurumu açılması için mücadele başlatmışlardır. Onların gayretiyle 1959’da İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü açılmış daha sonraki yıllarda sayıları sekiz olmuştur. Bu iki kurumu da beğenmeyenler, 1971’de İslâmî İlimler Fakültesi’ni kurmuşlardır. Çok ilginçtir; on yıllık ömrü olan bu fakültenin, eğitim-öğretim ve eğitim kadrolarının insicamı bakımından diğerlerinden çok da iyi olduğu söylenememektedir. Yüksek din öğretimi yapan bu üç kurumun mezunları, istisnalar bir tarafa genelde birbirine öteki nazarıyla bakabilmiş; her biri kendi kurumunun üstünlüğünü iddia ederek kendini diğerlerinden daha iyi biçimde konumlandırma kuruntusuna kaptırabilmişlerdir. 1982’de bunların hepsi, İlahiyat fakültesi adı altında birleştirilmiştir. 2007’den sonra kurumun ismine takılıp kalma psikozu yeniden depreşivermiş; ilahiyat fakültelerine ilaveten İslami İlimler, Dini İlimler, İslam ve Din Bilimleri gibi farklı isimlerle yeni fakülteler açılmıştır. Bu kurumların sorunlarını ve yetersizliklerini, isimlerini değiştirerek çözebilmeye kalkışma kolaycılığı gücünü koruduğunu göstermiştir. Geçmiş tecrübelerden pek ders alınmadığı aşikâr. İşe yaramadığı deneyimlerle sabit olmasına rağmen, bu anlayış adeta bir gelenek hüviyeti kazanmış biçimde varlığını sürdürmektedir (bk. M.Ş.Aydın, Cumhuriyet Döneminde Din Eğitimi Öğretmeni Yetiştirme ve İstihdamı, DEM yayınları).
Bu fakültelerin ilahiyatlardan mahiyetçe farkları ayrıca değerlendirilmelidir. Ancak, şu kadarını belirtelim: Bu farklı isimlere sahip fakültelerin, ilahiyatlardan nitelikçe daha iyi oldukları değil, aksine daha yetersiz kaldıkları yönünde genel bir kanaat bulunmaktadır. Meselenin en önemli boyutu, İlahiyat adını beğenmeyenlerin, bu kavramın içeriğini bilimsel bir yaklaşımla analiz etmiş olmamalarıdır. İlahiyat kelimesinin “ilahlar” anlamına geldiğini söyleyecek kadar alakasız laflar edenlere rastlanmaktadır. Sanıyorum, İlahiyat Fakültesini açan iradenin o dönemdeki yanlış din politikalarının toplumda oluşturduğu güvensizlik psikolojisinin, bu isme karşı olumsuz yaklaşmaya hatırı sayılır etkisinden söz edilebilir.
Kelam ve felsefe geleneği
İlahiyat kelimesi hakkında herhangi bir savunmaya kalkışmadan sadece düşünmenin önünü açma adına şu kadarını hatırlatmakla yetinelim: İslâm düşünce tarihinde ilahiyat kavramı, özellikle kelam ve felsefe geleneğinde kullanılmış temel kavramlardandır ve Batı’daki teolojinin tam karşılığı değildir. Mesela, Cüveynî, Teftazanî, Cürcanî, Taşköprizâde gibi alimlerin yazdıkları eserlerde ilahiyat bölümleri yer almaktadır ve İbn Sina’nın felsefî külliyatından birinin adı, el-İlahiyyât’tır. Fahrettin Razî’nin el-Mebahisu’l-Meşrikiyye fî İlmi’l-İlahiyyât adlı eseri bulunmaktadır. Öte yandan İslâmî İlimler adı, her şeyden önce İslâm’ın bütün ilimlere bütüncül yaklaşımı öngören tevhîdî bakışına aykırıdır. İslâm, Kur’an’ın ve kainatın birlikte okunup anlaşılmasını öngörür. Kur’an’ın ayetleriyle birlikte evrendeki ayetleri de (her varlık, olay ve olgu da ayet sayılmaktadır) okumak ve bunların bilgilerini bütünleştirmek emredilmektedir. İslâmî ilimler adlandırması, İslâmî gelenekle de bağdaşmamaktadır. İslam tarihinde “İslâm” ile nitelendirilen bir eğitim kurumu yoktur (Ezher, Nizamiye, Karaviyyîn vs.). İlk asırlarda Müslümanlar, “İslâmî ilimler”, “dinî ilimler” gibi kavramları kullanmamışlardır. Hatta hiçbir ilmi, “İslâm” kelimesiyle nitelememişlerdir. el-Fıkhu’l-İslâmî gibi İslâm sıfatı eklenerek yapılan adlandırmalar, modern döneme aittir. Daha sonraki asırlarda yapılan ilim tasniflerinde “dinî ilimler” şeklinde adlandırma ortaya çıkmıştır; ama bu da, bugünkü anlamda bir seküler ayrımı işaret etmemekteydi. Mesela medrese, din eğitimi kurumu değil, genel eğitim kurumuydu. Bugün İslâmî ilimler denilerek, İslâm’ın ilimlere tevhîdî (bütüncül) bakışına ters bir tutum takınılmış olmaktadır. Günümüzde İlimlerin İslâmîleştirilmesini savunanlar, Müslümanların müstakil olarak “İlahiyat” veya “Şeriat” fakülteleri açmalarının, bizzat İslâm’ın ilimlere ve bilgiye bütüncül yaklaşımıyla çeliştiğini söylemektedirler (bk. M.Ş.Aydın, Din Eğitimi Bilimi, 4. bs. Kimlik Yayınları, Kayseri, 2021, s. 30 vd.)
Netice olarak İlahiyat adı değiştirilecekse İslâmî gelenek, tarihsel birikim, kurumsallık, zamanın ruhu ve çağın meydan okumaları hesaba katılıp bilimsel bir yaklaşımla değerlendirilerek yapılmalıdır. Hele, kurumsal değişim ve gelişimi sağlamanın, isim değiştirmekle mümkün olmadığı unutulmamalıdır.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *