Eğer ahlak siyasetin özü ve ruhu değilse, amacı değilse, yozlaşmak kaderimizdir. Şu dünyada ahlakı kılıf olarak kullanmaktan daha tehlikeli bir şey yoktur.
Ahlak konusunu kaleme alan Mücahit Gültekin, Milli Gazete’de “Nereyi korumalı?” başlıklı bugünkü yazısında “Surdaki asıl gedik, tabir-i caizse aşil topuğumuz neresi?” sorusunun yanıtını aradı.
Gültekin şu değerlendirmeyi yaptı:
İkinci Dünya Savaşı’nda Alman mühendisler, müttefik kuvvetlerin uçaksavarlarından uçaklarını nasıl koruyacaklarının yolunu/yöntemini araştırıyordu. Giden uçaklar pek çok mermi deliğiyle geri dönüyordu. Bunun için istatistik uzmanı Abraham Wald’a danıştılar. Wald, mermi yarası almış uçakları inceledi ve mermi deliklerinin olmadığı yerleri korumalarını istedi. Yetkililer şaşırdılar. Wald dalga mı geçiyordu, yoksa kafayı mı yemişti? Delik olan yerleri değil de, sağlam yerleri korumak da neyin nesiydi?
Wald, bazı uçakların gittikten sonra geri dönmediğini ve “ölümcül” yerlerinden vurulduğunu varsaymıştı. Buna karşı geri dönenler, ölümcül olmayan yerlerinden vurulan uçaklardı. Mühendisler, bu varsayım doğrultusunda hareket edip uçakların mermi yarası almayan bölgelerindeki zırhı daha da kalınlaştırdılar. Gerçekten de uçaklar daha iyi korunmuş, geri dönmeyen uçak sayısı azalmıştı.
Agrawal, Gans ve Goldfarb’ın yazdığı “Geleceği Gören Makineler” kitabında bu olayı okuyunca Hz. Ali’nin Sıffin Savaşı’ndaki tavrı geldi aklıma. Savaşın en şiddetli zamanında namaza duran Hz. Ali’ye, ordusundan bazıları, “Şimdi namazın sırası mıydı?” gibisinden söylenirler. Hz. Ali, onlara namazı korumak için savaştığını söyler. Sonucu biliyorsunuz. Hz. Ali meydanda kazanmış ama masada yenilmiştir. O yüzden bizim tarihimize de Hz. Ali “siyaset bilmez”, Muaviye ise “Arab’ın dehâsı” olarak geçmiştir.
***
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası ilişkilerin mantığını Amerika’da geliştirilen realizm teorisi oluşturdu. Realist perspektif uluslararası ilişkilerin doğasını “ulusal çıkar, güç maksimizasyonu ve güç dengesi” olarak açıklıyordu. Merkezde “güç” kavramı vardı, “çıkar” ise amaçtı. Güç, “uluslararası sistemde aktörlerin siyasi, askeri, ekonomik kapasitelerine dayalı olarak, birbirlerinin davranışlarına etki edebilme potansiyelleri” olarak tanımlanıyordu. Realist kuramı geliştiren isimlerden biri olan Morghenthau’ya göre politikanın ve ahlakın dili ayrıdır. Realist perspektife göre uluslararası ilişkilerde ahlakın yeri yoktur. Ahlak ve çıkar çatıştığında devlet adamı tereddütsüz çıkarı tercih etmelidir.
“Güç ve çıkar” yüzyıllardır süregelen siyaset anlayışının adeta akidesi olmuştur. Güce sahip olmayan ve çıkar vaat etmeyen bir siyaset ve siyasetçi (tabii ki maddi güç ve çıkardan bahsediyorum) olamaz. Olsa da başarısızlığa mahkûmdur bu anlayışa göre. O yüzden siyasetçi de seçmen de güç ve çıkar için dönen dolapları, söylenen yalanları ve hemen her türlü müptezelliği “siyasetin doğası/gereği” olarak görür.
Görür, görür ama eleştirmekten de geri durmaz. Siyasetten ahlak bekleyen bir anlayış yine de sürer gider toplumda. Çelişkili olan, tutarsız olan yer de tam burasıdır; hem güç ve çıkarı siyasetin gerekçesi ve amacı olarak görmek hem de siyaseti ve siyasetçiyi ahlaki argümanlarla eleştirmek!
İyi de kim size ahlak vaat etti ki! Etse bile öncelik her zaman “tencere” değil miydi? Tencere dolmadıktan sonra ahlakın, erdemin, dürüstlüğün bir önemi var mıydı? Can önce, canan sonra değil miydi?
Şunu kabul etmemiz gerekir ki; ahlak, siyaset meydanlarında bir kîl ü kâl’den öteye geçmedi. Herkesin, her kesimin kendine özgü çıkarları vardı ve siyasetten beklenti de bu çıkarların karşılanmasından başka bir şey olarak anlaşılmadı. Ahlak hep bir kenar süsü, hep bir “da” ekiyle ancak kendine yer buldu. Nitekim “önce ahlak” diyen siyasetçiler horlanmadı mı, alay edilmedi mi, yalnız bırakılmadı mı?
Bırakıldı, çünkü siyasette ahlakı savunmak zordur. Hele popülizmin dibine vurulduğu zamanlarda bu, çok daha zor. Şimdi “önce ahlak” denilen günler aranıyor, “o ruh” deniliyor, o ruha ihtiyaç olduğu söyleniyor. Ama kaybetmeyi göze almadan, yenilmeyi, dışlanmayı, itibarsızlaştırılmayı göze almadan ahlakı savunmak mümkün müdür?
“Önce ahlak” demek başka ne anlama gelir ki…
Bu sloganda kritik olan kelime “önce” kelimesidir, ahlak değil. Yoksa dediğim gibi, hemen her kesim kendi çıkarlarına ahlaki bir kılıf giydirebiliyor. Ahlak kılıf olarak, ayıbı örten bir iç çamaşırı olarak kullanılabiliyor. Kendi çıkarlarını gizlemek için ahlaktan daha iyi bir örtü yok çünkü. Batı’nın emperyalist politikaları dahi “uygarlaştırma, medenileştirme, demokrasi götürme” vb. gibi ahlaki bir misyona dayandırılmamış mıdır? Yeraltı-yer üstü zenginlikleri bahs-i diğerdir!
Bu eski bir yöntemdir. Nitekim Muaviye’nin Hz. Ali’ye karşı isyanının gerekçesi zinhar “halifelik” değildir, Hz. Osman’ın katillerini adalete teslim etmektir!
Kim gücü kendi çıkarları için istediğini söyler ki! Kim, kendisi için istiyorsa namert değildir ki! “Devlet-i ebed müddet” için neler yapılmamıştır ki!
Önce ahlak demek zordur. Önce ahlak demek, “hayır-hasenat” adıyla çıkardan pay vermek değildir. Önce ahlak demek, “önce bir savaşı kazanalım sonra namazımızı eda ederiz” demek değildir. Savaşı kazanmak için her türlü numarayı çevirip, sonra görkemli mabedler inşa etmek değildir. Önce ahlak demek, mızrakların ve okların arasında önce namaza durmaktır. Savaşı kazanmak bahs-i diğerdir. Önce kazanmayı düşleyenler Kur’an sahifeleri mızrakların ucuna takıldığında hakikatle yalanı, dürüstlükle riyakârlığı, anlamla mürekkebi ayırt edemeyeceklerdir. Önce kazanmayı düşleyenlerin attıklarını Allah atmayacak, okları ve mızraklarıyla baş başa kalacaklardır. Hayat, ahlak sahibi olduğunu iddia edenleri çıkarla vazgeçmek arasında bir yere getirip bırakacaktır.
Gücün maddi koşullarını, araçlarını küçümsüyor değilim, önemsemiyor değilim. Söylediğim gibi kritik kelime “önce” kelimesidir, “olup olmaması” değil. Yoksa “besili atlar hazırlamak” hepimizin görevi. Ama o besili atların dizginlerini tutacak eller “sarp yokuşa” geldiğinde titriyor, yol ayrımlarında yanlış yöne mahmuzluyorsa atlar ne yapsın?
Eğer ahlak siyasetin özü ve ruhu değilse, amacı değilse yozlaşmak kaderimizdir. Şu dünyada ahlakı kılıf olarak kullanmaktan daha tehlikeli bir şey yoktur. Bedeli nihilizmdir. Bedeli, hemen her şeye inancını yitirmektir. Bedeli boş vermişlik, “ah bir sıra bana gelse!” duygusudur. Daha da kötüsü mürekkebi anlam zanneden, cübbeyi ve sakalı takva zanneden bir fanatizmdir kaderimiz.
***
Nereyi korumalı, nereyi güçlendirmeli, nereye önem vermeli?
Para-pul, mal-makam, yer-yurt, diploma-sertifika deliklerini iyi-kötü kapadık. Ama gördük ki, gençlerle sorunumuz var, geleceğimizle sorunumuz var. Kendimizle sorunumuz var. Deizm, ateizm gibi şeyler kol geziyor etrafta. Sağlam zannedip umursamadığımız yerlerimizden ölümcül darbeler alıyoruz.
Surdaki asıl gedik, tabir-i caizse aşil topuğumuz neresi?
Bu sorunun formülleştirilmiş; herkese, her kesime uygun bir cevabı yok belki de. Belki de her kesimin aşil topuğu farklıdır.
Ama yine de bütün sorunlar dönüp dolaşıp ahlak meselesinde düğümleniyor. Çünkü siyasetin, eğitimin, hukukun, felsefenin, malın-makamın, ibadetin-diyanetin, iktidarın-muhalefetin, kazanmanın ve kaybetmenin bir ahlakı var.
“Önce ahlak” demek o yüzden önemli ve o yüzden öncelikle ahlak anlayışımızı muhasebe etmeli.
Çünkü ahlak, hesabı kendimize sorarak başlar ve öyle devam eder.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *