Bir kısım oryantalist ve modernist Müslüman intelijansiyanın, İslam’dan sekülerizm çıkarma çabalarını birbiri ile tamamen tezat iki farklı önerme üzerine temellendirdiklerini gözlemlemek mümkündür.
Mehmet Akif Çeç / Star-Açık görüş
Medeniyet dilimizin yeniden inşasının gerekliliğini peşinen kabul ettiğimizi belirtmekle birlikte; bunun, aynı zamanda tüm yabancı kavramlara dilimizde/İslami literatürde mutlak surette birer karşılık üretme zorunluluğu şeklinde anlaşılmasının da doğru bir yaklaşım olmadığını ifade etmek durumundayız. Bazı kavramların, ait oldukları medeniyetin/geleneğin zihniyet dünyasına mahsus spesifik içeriklere sahip olması sebebiyle çevrilemeyeceğini, hatta çevirisinin (kavramsal karşılık üretilmesinin) uygun olmadığını, bunların orijinal haliyle (belki bir fonetik uyarlama ile, örneğin; sekülerizasyon yerine “sekülerleşme”de olduğu gibi) dilimize/başka dillere aktarılmasının daha sağlıklı bir çeviri yöntemi olduğunu söyleyebiliriz. Bir geleneğe/medeniyete “özgü” kavramların, başka dillerde bire bir, tam karşılığı olmadığı gibi; bazen zoraki bulunan karşılıkların kavramda anlam daralmasına/kaybına/kaymasına da sebep olabildiği bir gerçektir. Modern Batı düşüncesine özgü ciltler dolusu bir içeriği ifade eden “seküler/izm” kavramı da böyledir ve buna, gerek Türkçede, gerekse Arapçada, kısacası İslam medeniyetinde tam karşılığı olan bir kelime/kavram bulunabilmesi söz konusu değildir; zira İslam geleneğinde sekülerizme tekabül edecek bir düşünce tarzı ve tarihsel tecrübe yoktur.
Dile ve zihne ihanet
Gadamer’in dil ile gelenek ve Heidegger’in dil ile varlık arasında kurdukları sıkı ontolojik bağa da atıfta bulunarak ifade etmek gerekirse; ait oldukları geleneğe/medeniyete özgü anlamsal aidiyetini dikkate almaksızın her yabancı sözcüğe, kavrama mutlaka bir karşılık üretmeyi yerlilik, millilik ve İslamilik zanneden bazı dil takıntılılarının, asıl bu kavramları Türkçeleştirmekle ya da İslamileştirmekle hem dilimize, hem de zihnimize ve geleneğimize ihanet edilmiş olunacağını bilmelerinde yarar var. Ayrıca bu, tüm diller için de geçerli bir durumdur, yani İslam medeniyetinin kavramları da başka dillere çevrilirken aynı durum söz konusu olmalıdır; zira zekatın, cihadın, tevhidin vs. başka dillerde tam karşılığı yoktur, dolayısıyla bu ve benzeri kavramlar orijinal hali ile aktarılmak durumundadır. Örneğin; “tevhid”, Batı dillerine monoteizm (tek-tanrıcılık) olarak çevrildiğinde eksik ve yanlış aktarılmış olacaktır, zira tevhid çok daha öte ve fazla şeyi, yani salt teolojik değil, aynı zamanda ontolojik, kozmolojik, epistemolojik bütüncül bir varlık kavrayışını/dünya görüşünü ifade etmekte olup yalnızca İslam’a özgü bir kavramdır. Bu sebeple diyebiliriz ki, sekülerizme Türkçe karşılık olarak kullanılan “dünya” sözcüğünün türevleri (dünyevi-leş-tir-me-cilik vs.) de, Arapça’da kullanılan “dehriyye” ve “ilmaniyye” sözcükleri de anlamın tamamını değil ancak bir kısmını yansıtabilmektedir. Dünyevilik/dünyacılık denildiğinde daha çok, geleneksel metinlerde de geçen ve zemmedilen dünya sevgisi (hubb-i dünya), dünyaya meyletme gibi insani zaaflar anlaşılmakta, dolayısıyla sekülerizmin dindışı/profan ve hatta din karşıtı içeriği hafifletilmiş ve gözden kaçırılmış olmaktadır. Dünyaya meyil/ihtiras gibi zaaflar, dini paradigma içinde, bazı önlemler, nasihatler ve tezkiyelerle yeniden, kontrol altına alınabilir ve düzeltilebilir mahiyetteki “bünyevi” problemlerdir; oysa “harici/dışsal” dindışı bir paradigma olan sekülerizm, dini düşünce ve geleneklerde yıkıma ve köklü paradigmal dönüşümlere yol açmakta ve tamamen yeni bir insan, toplum ve hayat modeli dikte etmektedir.
Sekülerizm: Dindışı paradigma
Aydınlanma zihniyetinin ve onun ürünü olan modern Batı uygarlığının ana umdelerinden birini oluşturan sekülerizm, başlangıçta kilise-devlet çatışması ve ayrışmasının bir tezahürü olarak Tanrı’nın/dinin/kutsalın kamusal alandan uzaklaştırılması şeklinde ortaya çıkmış olsa da, seküler ideoloji bununla da yetinmemiş, her zaman Tanrı’nın/dinin zihinlerden ve kalplerden de uzaklaştırılmasını hedef almıştır.
Bazı düşünce adamlarının sekülerizmin tanrıtanımazlık, din karşıtlığı olmadığı, Tanrı ile/din ile bir probleminin olmadığı yönündeki yaklaşımları gerçeği izahtan uzaktır. Her ne kadar ateizm, pozitivizm, materyalizm gibi modern ideolojik/felsefi akımların kendi içinde bazı ayrışma noktaları söz konusu ise de Tanrı ve din konusundaki genel yaklaşımlarının yakınlığı sebebiyle bu akımların hepsini modernitenin dindışı paradigması olan sekülerizmin şemsiyesi altında toplamak da bize göre yanlış bir değerlendirme olmayacaktır.
Esasen kilise ile kilise dışında olanlar arasındaki çatışmayı körükleyen en temel itki, etimolojisinin de işaret ettiği gibi, sekülerizmin yeni bir zaman ve mekan kavrayışı üzerine kurulu yeni bir paradigma olarak ortaya çıkmış olması ve bunun sonucunda kilisenin varlık-alem görüşü ile ters düşmüş olmasıydı. Etimolojisindeki “burada ve şimdi”ye işaret eden anlamlarından “burada” sekülerizmin mekan; “şimdi” ise zaman kavrayışına tekabül etmekte ve bu zaman ve mekan kavrayışına dayalı seküler paradigma, rasyonalizmle birlikte modern uygarlığın temellerini oluşturmaktadır. Bu itibarla sekülerizmin zaman ve mekan kavrayışını biraz açımlamakta yarar var:
Zaman kavrayışı
Sekülerizmin zaman kavrayışı; fizik alem (mekan/uzam) ile güneş ve dünyanın mekanik hareketlerine endeksli, tarihsel, ardışık, lineer, niceliksel-rasyonel, ölçülebilir ve dolayısıyla aklın ve bilimin kontrol alanı içinde olan, kısacası Kartezyen koordinatlardaki “t” zamana karşılık gelen bir zaman kavrayışını içermektedir. Varlığın ve hakikatin seküler zamanla sınırlandırılması yani tarihselleştirilmesi; tanrı/metafizik merkezli varlık-alem anlayışından/teosentrik dünya görüşünden, zaman-üstü/ötesi ve tarih-üstü/ötesi dikey varlık ve hakikat katmanlarından köklü bir kopuşu ve sapmayı ifade etmektedir. Bu, artık bilginin, hakikatin ve değerlerin/ahlakın yegane kaynağının insan ve doğa olduğunun deklarasyonu yani antroposentrik bir zihinsel düzene geçiş anlamına gelmektedir. An’ların birbirine eklenmesiyle oluşan ardışık dizimin oluşturduğu mekanik süreci ifade eden dünyasal-tarihsel-seküler zaman kavrayışı; tarihi, sıfır noktasından/en ilkelden başlayıp sürekli ilerleme yönünde devam eden düz bir çizgi üzerinde insan türünün yürüyüşü olarak okumaktadır. Modern zihne egemen olan bu zaman kavrayışı, modern paradigmanın/uygarlığın doğmasında etkili olan şu tür önerme ve olguları besleyen bir arka plan oluşturmuştur: Zamanın her ânı bir öncekinden daha üstün ve ileridedir; bu, ilkelden mükemmele doğru devam eden bir değişim ve ilerleme sürecidir; zamanın geldiği son nokta (tarihsel dönem) en ileri uygarlık düzeyini göstermektedir; şimdiyi/yeniyi temsil eden modernite, dünü/eskiyi temsil eden geçmişten ve geçmişe ait (pre-modern) kabul edilen gelenekten üstün ve ileridedir; dolayısıyla insan/lık geçmişin bütün bagajlarını sırtından atmalı şimdiyi yaşamalı, bugünün tadını çıkarmalıdır; şimdiyi temsil eden bu çağ ve bu zaman bir “değer” ifade etmektedir, dolayısıyla bir değer olan çağdaşlık aynı zamanda iyinin, doğrunun ölçüsü olan bir veri ve kriterdir; “zamanın ruhu”na (moderniteye) uymak yani zamanın (modern uygarlığın) getirdiği değişim ve yeniliklere tâbi olmak insan olmanın gereği mutlak bir zorunluluktur, buna karşı çıkmak çağdışılık ve gericiliktir, zaten bundan kaçılması ve buna karşı konulması da mümkün değildir…
Mekan kavrayışı
Bir mekan kavrayışı olarak sekülerizm ise; Kartezyen x, y koordinatları arasında kalan fiziki-nesnel gerçekliğe tekabül eden seçili, taralı, ölçümlenebilir ve kontrol edilebilir tüm alanları yani rasyonel aklın kavrayış sınırları içindeki mekanı ifade etmektedir. Mekan kavrayışındaki değişimi “bir kosmos’da yaşıyor olmaktan çıkıp bir evren içinde var olmaya geçiş” şeklinde ifade eden C. Taylor’ın bu tespitini daha da genişletip; metafiziksel üst/yüksek varlık alemlerinin bir parçası olmaktan çıkıp, modern fiziğin/astronominin çalışma alanı ile mukayyet “uzay/gezegenler alemi”nin bir parçası haline gelmek, şeklinde izah etmek daha kapsayıcı olacaktır kuşkusuz. Bu değişimi yeryüzünün, gökyüzü ile göbek bağının koparılması olarak ifade eden P. Berger’in, gökyüzünün bile sekülerleştirildiğini vurgulamak için kullandığı “meleklerin olmadığı bir gökyüzü” betimlemesi; astronotun, astronominin, modern bilimin, modern insanın her türlü müdahalesine açık hale getirilmiş bir gökyüzü ve hatta evren anlayışını ifade etmektedir. Bunu aynı zamanda meleklerin olmadığı (yok sayıldığı) bir yeryüzüne de teşmil etmek uygun düşecektir. Meleklerin olmadığı dünya, artık her türlü günahın, kötülüğün, haksızlığın kol gezdiği bir dünya demektir. Mekanın (evrenin/uzayın/dünyanın) kartezyen koordinatlar içinde olması, aynı zamanda, kontrol altında, öngörülebilir ve müdahale edilebilir olması anlamına gelmektedir. Weber’in “dünyanın büyüsünün bozulması” sözleriyle müjdelediği gibi sekülerizasyon, önce doğanın sekülerizasyonu olarak yani yeryüzünün/doğanın, tanrının iradesinden, doğaüstü güçlerden, ruhundan, kudsiyetinden arındırılarak nesneleştirilmesi ve metalaştırılması şeklinde tezahür etmiştir. Böylece Tanrı’nın bir lütfu, ihsanı, emaneti olarak algılanan yeryüzü, yukarı ile, metafizik alemlerle bağlantılı, üst varlık katmanları ile ilişkili bir mekan olma vasfını yitirmiş salt taş, toprak, ağaç, odun, element, H2O, maden, kaynak, hammadde, materyal olarak görülmeye başlanmıştır. İnsanın tanrıyla ilişkisinden sonra doğayla ilişkisi de ifsad edilmiş, bunlar da insanın insanla olan ilişkisinin ifsadını beraberinde getirmiştir. Sekülerizmin dikte ettiği, her şeyin buraya ait ve mahsus olduğu, burada olup biteceği, “öte”sinin olmadığı, insanın bu dünyada ve sadece bir kere varolacağı, bu şansı çok iyi değerlendirmek gerektiği anlayışına dayalı bu mekan kavrayışının ürettiği motivasyon beraberinde; yeryüzü cenneti idealini, kolonyalizmi, modern bilim ve teknolojideki gayr-ı insani, orantısız, ahlakdışı sıçramaları, maksimum kazanç hırsını, sınırsız üretim iştiyakı ve tüketim çılgınlığını, doğanın yağmalanması ve kirletilmesini, kapitalizmi, pozitivizmi, materyalizmi, bireyciliği, hedonizmi, lüks ve konfor idealine dayalı bir yaşam felsefesini, kısacası topyekun modern uygarlığın ortaya çıkması sonucunu getirmiştir.
Sekülerizm felaketi
Sekülerizmin pençesi altındaki insan; dünyaya kök salmak (kazık çakmak), dünyayı kalıcı bir yurt haline getirmek isterken, K. Jaspers’in ifadesiyle “yerin ayaklarının altından kayması” ile hem fiziki hem de metafiziksel anlamda yeryüzünde yersiz-yurtsuzluğa (homelessness) mahkum olmuştur. Sekülerizm, yeryüzünü mekan tutma ve cenneti burada inşa etme üzerine kurulu bir mekan idraki ile yola çıkmışken, modern insan için yeryüzü hem maddi, hem de manevi anlamda bir cehenneme dönüşmüştür. Sekülerizmin egemen olduğu “dünya”da, yeryüzünün/fizik alemin, tanrıyla, metafizik alemle, semavatla, varlık katmanları ve hiyerarşisiyle, zaman ve tarih üstü ile bütün bağlarının koparılması ve aklın bu hakikatlere kapatılması, insanın yeryüzünde sığınaksız, dayanaksız, korunaksız, bir başına, yapayalnız, çaresiz, ortalıkta bırakılması ile sonuçlanmıştır. Sekülerizm, insanı; Tanrı’nın inayetinin tecellisinden, ilahi adaletin tesellisinden, manevi huzur ve metafizik dinginlikten mahrum bırakmıştır. Bir insanın bu dünyada karşı karşıya kalabileceği en büyük trajedi budur. Bu sebeple sekülerizm, tarihi boyunca insanlığın başına gelen en büyük felakettir.
Bazı oryantalistler ve batılı yazarlar İslam’ı sekülerizm karşıtı bir din olarak tarif etmeyi tercih ederken, bir kısım oryantalistler ve onların modernist tilmizleri de, tam tersi biçimde İslam’ı sekülerizmle uzlaştırma, hatta İslam’dan sekülerizm çıkarma gayreti içindedirler. İslam’ın sekülerizm karşıtı bir din olduğu iddiası, özünde doğru bir tespit olmakla birlikte, bu iddiayı dile getirenlerin sekülerizm karşıtlığını özellikle radikalizm, fundamentalizm, terörizm sözcükleriyle neredeyse eşanlamlı olacak şekilde bir suçlama ve algı oluşturma amaçlı kullanmaları dikkat çekicidir; yani sekülerizme karşıysanız bu üç ithamın kapsam alanı içindesiniz demektir.
Seküler İslam aldatmacası
Bir kısım oryantalist ve modernist Müslüman intelijansiyanın, İslam’dan sekülerizm çıkarma çabalarını birbiri ile tamamen tezat iki farklı önerme üzerine temellendirdiklerini gözlemlemek mümkün: Bu önermelerden biri, İslam’ın dünya ile ilgili bir din olduğu; diğeri ise tam tersi biçimde, İslam’ın dünya işlerine karışmayan bir din olduğu. İslam’ın, Hıristiyanlık ya da Uzakdoğu dinleri gibi dünyayı/dünya işlerini ihmal eden ve tamamen zühd ve uzlete dayalı mistik yaşamı öneren bir din olmayışı, dünyayı dışlamayışı, aksine yüzünün dünyaya dönük oluşu, yani din ve dünya ayrımını kabul etmeyen tevhidî/bütüncül bir paradigmaya sahip oluşu bazı modernist İslamcılar tarafından İslam’ın seküler karakterli bir din olmasının argümanı olarak kullanılmakta; tarihi süreç içerisinde İslam’ın bu seküler boyutunun ortadan kalkması ve yerine mistisizmin/gnostizmin (tasavvuf) ön plana çıkması ile Müslümanların “gerileme” yaşadığı; dolayısıyla dinin doğasında olan bu sekülerliğin yeniden üretilmesi ve inşa edilmesi ile Müslümanların yeniden tarihin etkin bir öznesi haline geleceği yönündeki iddiaları gerçekten temelsizdir. Burada, sekülerizmin salt dünyeviliğe indirgenmesi ve dolayısıyla İslam’ın dünyayla ilişkisi ile sekülerlik arasında bağlamsız bir analojik ilişki kurulmasından kaynaklı ciddi bir mantık hatası söz konusudur. İslam’ın dünya ile olan ilişkisinin, modernitenin/seküler düşüncenin dünya ile olan ilişkisi ile aynı mahiyette olamayacağı kavranıldığında, zaten hiçbir surette, İslam’dan, modern Batı uygarlığı tarzı, insanlığı felakete sürükleyen kuraldışı ve kulvardışı bir maddi uygarlık/ilerleme, kalkınma, yenilenme modeli ortaya çıkmasının mümkün olamayacağı yani İslam’ın prensiplerinin buna izin vermeyeceği de rahatlıkla farkedilebilecektir. Dolayısıyla modern Batı uygarlığı kriter alınarak yapılan mukayeseli okumaların/çözüm arayışlarının hiçbir geçerliliği, sahihliği ve özgünlüğü yoktur; İslam düşüncesi kendi geçmişi ile mukayese edilerek okunmalı ve değerlendirilmelidir. İki asırdır ana akım niteliğindeki eklektik/sentezci yaklaşımların da modernist yaklaşımların da esasen hep bu yanlış perspektiften kaynaklı, sorunlu yaklaşımlar olarak karşımıza çıktığını söylemek yanlış bir iddia olmayacaktır.
Din-dünya ayrımı
Tezatın ikinci kısmını oluşturan, İslam’ın dünya işlerine karışmadığı, o alanı tamamen insanlara/Müslümanlara bıraktığı şeklindeki önerme, din ve dünya dualitesini meşrulaştıran, referans alan ve hatta üreten bir zihni işaret etmektedir. Modernist intelijansiya, Batı tecrübesinde kavgayla elde edilen “kazanım”ın (din-dünya ayrımının/sekülerliğin), İslam dininin yapısında zaten doğal olarak var olduğu iddiasındadır. Batı tecrübesinde ortaya çıkan din ve dünya ayrışması; dünyanın/hayatın dinden arındırılması, dindışılaştırılması ve tarihin/insanın, tanrının iradesinden tamamen bağımsızlaştırılması şeklinde dinin aleyhine olacak biçimde sonuçlanmıştır. Modernist intelijansiya ise sekülerliği, doğrudan dinin dünya işlerinden uzaklaştırılması olarak değil, daha yumuşatılmış şekilde, dinin boş/serbest bıraktığı alanlar olarak anlamayı tercih etse de sonuç batınınki ile aynı yere çıkmaktadır; zira bu zihne göre dinin boş bıraktığı düşünülen alanlar, modernitenin önermeleriyle doldurulmak istenen alanlardan başkası değildir. Bu, İslam’ın temel direği olan tevhidle çelişen ve çatışan bir yaklaşımı ifade etmektedir. Tevhidin olduğu yerde sekülerizme yer yoktur.
Oryantalistler ve modernistlerin, din-dünya ayrıştırılması üzerine kurulu seküler bir İslam üretebilmek için mesned olarak kullandıkları nerdeyse yegane argüman, Hz. Peygamberin, ziraatle (hurmaların aşılanması) ilgili teknik bir konuda, “siz daha iyi bilirsiniz” şeklindeki bir cümlecik ifadesinden ibarettir. Herkesin ne demek istendiğini çok rahatlıkla anlayabileceği bu bir cümlecik ifadeden seküler İslam çıkarma becerisini gösterebilenlerin; buna karşılık İslam’ın dünya işlerine ilişkin getirmiş olduğu sayısız ilke ve prensipleri görmezden gelebilme başarısı göstermeleri de ayrıca takdire şayandır. Oysa aynı sahabe ya da bir başka sahabe, peygamberimize gelip, örneğin, bitkilere, başka canlılardan/hayvanlardan gen transfer ederek onların genetiğini değiştirmenin uygun olup olmadığını ya da genetiği değiştirilmiş tohumlarla ziraatçilik yapılıp yapılamayacağını sorsaydı, acaba Efendimizin buna cevabı ne olurdu? “Ziraatçilik dünya işidir, din buna karışmaz, siz daha iyi bilirsiniz, bildiğiniz gibi yapın” mı derdi? Basit bir kıyas yöntemi ya da maslahat prensibiyle bile bunun cevabını bulmak oldukça kolaydır.
Dünyevilik sekülerlik midir?
Oryantalistler ve modernist intelijansiyanın, İslam’dan sekülerlik çıkarmak ya da seküler bir İslam üretebilmek adına zorlama yorumlara başvurmaları ve geleneksel metinlerde geçen “dünya/dünyevi” sözcüklerini sekülerlik olarak okumaları şayân-ı dikkattir. Bazı geleneksel ilim tasniflerinde görülen “dini-dünyevi ilimler/şer’î-akli ilimler” şeklindeki ayrımlarda yer alan “dünyevi/akli” ilimlerin, seküler ilimler olarak okunmaları “dışarı”dan bakışın problematik örnekleri olarak belirginleşmektedir. Oysa geleneğin anlamlar dünyasında, bir şeyin dünya ile alakalı olması, onun dinle alakasız olduğu anlamına gelmeyeceği gibi; dünya, dünyevi, akıl, akletme gibi sözcüklerin de geleneğin anlamlar dünyasında kendine özgü bir karşılığı olduğu; bu sözcüklerin sanki modern dönemle birlikte ilk defa ortaya çıkmış ve modern dile mahsus sözcüklermiş gibi ele alınıp seküler bir kılıfa büründürülmelerinin iyi niyetle bile yapılmış olsa bir bilgi ve anlama sorunu olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu ilimler nasıl tasnif edilirse edilsin, hepsinin, aynı dini geleneğin bir parçası olduğu ve “dünyevi” olarak tasnif edilen ilimlerin bile tümel/külli ilkeleri belirleyen metafizik paradigmadan bağımsız olarak yapılmadığı/yapılamayacağı unutulmamalıdır. “Zahiri” meselelerle ilgilenen bir alan olması dolayısıyla, İmam Şafii, İmam Gazali gibi bazı alimlerin fıkhı “dünyevi ilimler” kategorisi içinde ele almaları da, oryantalistler ve modernist intelijansiya tarafından fıkhın, seküler bir ilim/alan olarak görülmesine sebebiyet vermiştir. Oysa, referanslarını Kur’an ve sünnetten alan ve misyonu dünyaya/hayata dini bir perspektiften bakmak ve çözümler üretmek olan bir ilim için “seküler” tanımlaması söylenebilecek en son söz bile değildir.
Benzer biçimde fıkhın cevaz, ibaha gibi alanları da dinin boş/serbest bıraktığı ve dolayısıyla modernitenin getirdiği yeniliklerle/değişimlerle doldurulması gereken seküler alanlar olarak görülmektedir. Mansurizade Said’in, “cevazın ahkâm-ı şer’iyyeden olmadığı” iddiasını dile getirirken yapmak istediği şey; bu alanı sekülerleştirerek, modernleşmenin getirdiği değişimlere cevaz kapsamında bir meşruiyet alanı açmaya çalışmaktan gayrısı değildir. Modernitenin ürettiği problemlere çözüm bulma iddiasıyla ortaya çıkan bu ve benzeri modernist yaklaşımlar, bırakın çözüm bulmayı, bizatihi problemin kendisi olarak ortaya çıkmaktadır.
Sekülerliği, dünyevilikle eşdeğer ve eşanlamlı okumanın yanlışlığını; sekülerizmi ait olduğu medeniyetin anlamlar dünyası içinde anlama ve değerlendirmenin gerekliliğini altını çizerek ifade etmekte yarar var. Sekülerizmi dünyevilik olarak okuyup İslam’dan sekülerizm çıkarmaya çalışmak ne kadar yanıltıcı ise, aynı şekilde İslam’ın sekülerizmle olan çatışmasını dünya ve dünyevi olanla çatışması olarak okumak da o kadar yanıltıcı bir yaklaşımdır. Zira bu, İslam’ın, her şeyden önce bu dünyaya, bu dünya üzerindeki insana gönderilmiş, sadece dünyaya mahsus (dünyevi) bir din olduğu gerçeğini göz ardı etmek demektir. Dolayısıyla İslam, salt bir inanç ve ibadetler manzumesi değil, insanın dünya hayatına ilişkin prensipler, değerler ortaya koyan, dünyayı tanzim eden, mü’minlere adil ve erdemli bir dünya inşa etme misyonu da yükleyen “dünyevi” bir dindir, fakat “seküler” değildir.
Sekülerizasyon yanlışlandı mı?
Modernite ve sekülerleşmenin din ve gelenekler üzerindeki tahripkar, yıkıcı etkisine karşın, son yıllarda tüm dünyada dini görünürlüklerdeki göreli artıştan yola çıkılarak modernite ve sekülerizasyonun “istenmeyen” olumlu neticeler verdiği iddiasından hareketle uzun vadede Müslümanlar adına olumlu beklentilerin hayal kırıklıkları ile sonuçlanmaları mukadderdir. Yukarıdaki bazı alıntılarda da görüldüğü gibi sekülerizmi din ve metafizik için yıkıcı bir paradigma olarak gören Peter Berger’in daha sonra fikir değiştirerek; modernitenin artması ve yaygınlaşması ile sekülerizmin de yaygınlaşacağı, böylece dinlerin zayıflayacağı ve ortadan kalkacağına dair sekülerleşme teorisinin yanlışlandığını; modernleşme arttıkça sanıldığının aksine sekülerizasyonun azaldığını (de-sekülarizasyon); tüm dünyadan, dinlerden ve özellikle İslam dininden verdiği örneklerle dini görünürlüğün arttığını iddia etmesi, yaklaşık iki asırdan beri ana akım niteliğinde olan eklektik görüş taraftarlarınca memnuniyetle karşılanmış olsa da, bu mesele P. Berger’in de, takipçilerinin de ele aldıkları gibi belirli ve seçili birkaç görünürlük göstergesi üzerinden tek yönlü olarak değil, çok yönlü olarak ele alınmak ve irdelenmek durumundadır. Sosyal bilimlerde belirli, seçilmiş göstergeler üzerinden yapılan okumalarla istenilen sonuçlara ulaşmak zor değildir. Aynı şekilde, başka göstergeler üzerinden yapılacak okumalarla da, örneğin, ateizm, deizm, nihilizm, ahlaki ve sosyal çöküntü, anlam krizi, ailenin çöküşü, bireyselleşme, yalnızlık vs. yüzlerce göstergeden de her zaman tersi bir sonuca ulaşmak mümkündür.
Dini görünürlükteki artış
P. Berger’in sekülerizmin yanlışlandığı tezini adeta modernitenin dini gelişmeler için kullanışlı ve elverişli bir zemin oluşturduğu şeklinde anlayarak, dini görünürlükteki görece olumlu gelişmeleri modernite ile ilintilendirmek ciddi bir mantık ve bağlam hatasıdır. Bazı dini göstergelerdeki olumlu gelişmeleri, modernliğin sağladığı imkan ve fırsatlarla ilintilendirmekten ziyade, modernliğe olan birkaç asırlık birikmiş bir tepkinin dışavurumları olarak okumak bizce daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Eğer bu bir katkı olarak değerlendirilecek ise buna itirazımız yoktur. Özellikle batıda üç asırdır sekülerleşmenin etkisiyle süren kiliseden/maneviyattan kopukluk, rasyonel hayat/toplum/ilişkiler insanları anlam krizine ve manevi bunalıma sürüklemiş; bunun sonucu moderniteye, sekülerizme, rasyonalizme tepki olarak anlam arayışına giren insanlar, maneviyata, spritüalizme, irrasyonaliteye ve dinlere yönelmeye başlamışlardır. İslam alemindeki dini görünürlüğün artışında da yine batının emperyalist ve ötekileştirici politik tutum ve davranışlarına yönelik tepkiselliğin önemli bir etken olduğu gözlenmektedir ki, bunu da modernitenin bir başarısı olarak okumak mümkün elbette. Hem Batı’da hem de Batı dışında dini görünürlüğün artışına ve “de-sekülerizasyon”a sebep olan moderniteye yönelik tepkinin, doğal olarak kendini yine verili modern araç-gereçlerle, matbaa, internet, medya, iletişim vs. modern enstrümanlarla ifade etmiş olmasından doğan paradoksal durumu da hayırlı bir hizmet olarak modernitenin hanesine yazmak mümkün olabilir belki. Eğer dini görünürlükteki göreli artış, modern imkan ve araçların kullanılmasına bağlanıyor ise; bu imkanların yani modernitenin olmadığı bir sürecin sonunda bugün dünyanın Müslümanlar açısından nasıl bir dünya olabileceğinin tahmini imkansız olduğundan böyle bir mukayesenin de anlamsız olacağını ayrıca belirtmek gerekir.
Sekülerleşen dindarlık
Modernite, dini kriterler açısından bakıldığında eğer “olumsuz” bir olgu olarak kabul ediliyor ise; bu olgunun doğası ve gayesine muğayir biçimde ortaya çıkmış olan “istenmeyen” sonuçları; dinler ve özellikle de İslam dini açısından olumlu sayılabilecek (öyle olduğunu varsayarak) bazı sonuçlar doğurmuş bile olsa, bu durum bu olgunun bizatihi hayırlı ve olumlu olduğunun tescili anlamına gelmeyeceği gibi; bu olumsuz olgunun (modernitenin) her zaman kendisi açısından “istenmeyen”, Müslümanlar açısından da “istenen”/olumlu sonuçlar doğuracağı anlamına da gelmeyeceği; her zaman doğası ve gayesi doğrultusunda istenilen sonuçlar doğurmasının da daha yüksek olasılıklar dahilinde olduğu ve böyle bir durumun da tüm dinlerin ve İslam’ın hayrına olmayacağı, çok daha acı ve vahim sonuçlar doğurabileceği, dolayısıyla Müslümanların, dini görünürlükteki göreli artışa dayalı fiili duruma razı olup modernite içinde bir gelecek arayışını içselleştirmeleri ve İslam geleneği/medeniyeti idealinden vazgeçmeleri, uzun vadede sekülerleşme teorisinin zaferini getirecektir. Hayatının gayesini haz, konfor, kariyer ve görünür olmaya endekslemiş Müslüman “birey”lerdeki sayısal artışı dindarlığın yeni biçimi veya yeni bir “kendilik” olarak mı görmek; ya da birer çıkar grubu, rasyonel işletme hüviyetine bürünmüş STK ve cemaatlerin artan görünürlüğünü “de-sekülerizasyon” ve dini canlanmanın yükselişi olarak mı görmek yoksa tüm bunları sekülerleşmenin göstergeleri olarak mı okumak daha uygun düşmektedir?
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *