ABD seçimleri ve Kongre baskını

ABD seçimleri ve Kongre baskını

Olay, sadece ABD’de değil, dünya çapında demokrasinin çöküşü olarak manşetlerden verilirken ABD’nin kendi içinde kaosa ne kadar yakın olduğu, çeşitli güç bloklarının neler yapabileceğini de gözler önüne sermiş oldu.

3 Kasım 2020 tarihinde ABD, 59. Başkanını seçmek için sandık başına gitti. Başkanlık adayı Joe Biden ve Donald Trump arasında geçen yarış şaibeli sayılabilecek bir biçimde Joe Biden’ın üstünlüğü ile sonuçlandı. Bu seçim Amerika tarihinin belki de içinden geçmekte olduğu derin tarihsel dönüşümün yaşandığı bir kutuplaşma ortamı içerisinde gerçekleşti. Obama’nın başkanlığı döneminde başkan yardımcılığı yapmış biri olan Joe Biden, ırkçılık karşıtı bir kişilik olarak öne çıkarken, Trump ise tam aksine, diplomatik nezaketi olmayan, aklına eseni fütursuzca konuşabilen hatta yalanlarıyla meşhur bir siyasetçi kimliğiyle öne çıktı.

Joe Biden, Delaware eyaletinin senatörlüğünü yaptığı dönemlerde işe sürekli trenle gidip gelmesi, halkın içinde olması, 1970’lerden bugüne sendikalarla olan ilişkisi gibi özellikleriyle halkın içinden bir adam olarak ön plana çıkan ve mütevazi bir kişilik şeklinde halkın zihnine yer etmiş bir profil. Yapılan propagandalarla da sürekli bu durum ön plana çıkarıldı. Esasında Biden, Amerikan’ın seçkin aristokrat yapısını temsil eden bir isimdir. Donald Trump da, bir televizyon yıldızı ve milyarder bir iş adamı olarak aristokrat yapıyı ve kibri temsil etmesine karşın ABD’nin müesses nizamına (derin devlet) karşı durmuş, müesses nizamla yönetim dönemi boyunca arası iyi olmamıştı. Lakin oldukça pragmatist bir yönetim sergilediği de aşikardır. Amerikan derin devletiyle yaşadığı her problemde Yahudileri memnun eden politikaları ile kendini kurtarmaya çalışması buna bir örnek sayılabilir. Biden ise Amerikan müesses nizamını temsil eden bir politikacı olarak temayüz etmiştir.

Başkanlık döneminin son günlerinde Trump ile müesses nizamı tekrar karşı karşıya getiren olay 6 Ocak’ta yaşandı. Trump henüz başkanlık koltuğunu Biden’a bırakmadan önce destekçilerine yaptığı son konuşmada “Zayıfsanız ülkemizi geri alamazsınız. Güç göstermelisiniz, güçlü olmalısınız.” sözlerinin ardından, Amerikan tarihinin ikinci Kongre baskını gerçekleşti. Trump’ı coşkuyla dinleyen taraftarları “Trump için savaşalım” sloganları ile ortalığı savaş alanına çevirirken Kongre binasının duvarlarına tırmanıp içeri girmiş, Başkanlık koltuğuna kadar ulaşmışlardı bile. Yeni başkan Biden, kontrolden çıkmış bu topluluğu dizginlemesi için Trump’ı ulusal televizyona çıkarak konuşmaya davet etmiş, olayın fitilini ateşleyen Trump’ın “evlerinize dönün” çağrısı ile bu gerginlik sona ermişti. Yaşananlar, kimilerince ordunun bir darbesi olarak nitelendirilse de bir darbe olmadığı kesindi çünkü ordu bu olayda Trump’ı desteklememişti. Ancak olay esnasında etrafta yeterli polis gücünün olmaması da soru işaretlerini çoğaltan unsurlardı. Oysa ki böyle kalabalık ve öfkeli bir grubun taşkınlık yapma ihtimali günler öncesinden belli idi. Olay, sadece ABD’de değil, dünya çapında demokrasinin çöküşü olarak manşetlerden verilirken ABD’nin kendi içinde kaosa ne kadar yakın olduğu, çeşitli güç bloklarının neler yapabileceğini de gözler önüne sermiş oldu. Kimilerince bir isyan olarak adlandırılan bu hareket, Abraham Lincoln’ün, kölelik karşıtı Cumhuriyetçilerin 16. başkan adayı olarak seçildiğinde, güney eyaletlerinin isyan ederek ayrılık kararı aldığı olayları anımsattı. Lincoln’den önce başkanlık yapmış 15 başkandan 11’i siyahi kölelere sahipti. Doğal olarak köle sahipleri ellerindeki köleleri, daha doğrusu kölelik sistemini kaybetmek istemiyorlardı. Bu sebeple başlayan ve 1861-1865 yılları arasında devam eden savaşta iki taraftan 620 bin civarında asker ölmüştü. Bu sayı ABD’nin, başta Vietnam olmak üzere Irak da dahil, yurtdışında kaybettiği askerden daha fazla bir rakama tekabül etmektedir. Tarihi tecrübe olarak Trump için isyan edenlerin de 1861 yılındaki ayrılığı temsil eden konfederasyon bayrağını taşımış olmaları buna vurgu yapmaktadır. ABD müesses nizamı için böylesi bir risk kabul edilemez bir risktir. ABD uzunca bir süreder hiç bu kadar tarihsel bir kırılmanın eşiğine gelmemişti. Yaşananlar hem Trump taraftarlarının isyanı olarak okunurken, hem de, göreve gelmekte olan Biden’a baştan bir uyarı mahiyeti de taşımaktadır. ABD müesses nizamının beklentisi, toplumsal barışın sağlanması ile birlikte ABD’nin dünya liderliğini koruyacak, uluslararası sömürge ve işgal politikasını devam ettirmesi, bununla uygun Trump dönemi icraatlarının da devam etmesidir. Keza, Biden’ın göreve geldikten sonra attığı adımlar, Trump dönemi kararlarının, başta İsrail’le Araplar arasında sağlanan ‘normalleşme’ anlaşmaları olmak üzere, devam edeceğini gösterirken, diğer taraftan iklim anlaşması, İran’la nükleer anlaşma, Çin’le ilişkiler konularında yumuşama sinyalleri verilmekte olduğudur. Bu dönemde Pentagon’un da, politikalarını yürütürken Beyaz Saray’dan yana pek sıkıntı çekmeyeceği de beklentiler arasında.

ABD-Türkiye İlişkilerinde Beklentiler

Biden’ın henüz ABD başkan aday adayı iken sarf ettiği; “Eğer ABD başkanı seçilirsem Türkiye’de muhalifleri destekleyerek Erdoğan’ın gitmesini sağlayacağım” sözleri üzerinden Biden’a karşı Türkiye’de bir tepki geliştirilmişti. Bu tepki öyle enteresan bir boyuta geldi ki sanki Trump yönetimi zamanında ABD-Türkiye ilişkisi çok normalmiş de Biden’la bu güzel ilişki bozulacakmış izlenimi yaratıldı. O dönem henüz kimin seçileceği belirsizdi ve Türkiye Trump’tan yana koyuyordu tavrını. Oysa Trump zamanına kadar Türkiye yönetimi hiç bu kadar aşağılanmamıştı. Rahip Brunson olayından dolayı ülkede ekonomik bir kriz bile yaratılmıştı. Trump kafasına estiği gibi konuşan bir adam olması münasebetiyle diplomatik nezaket dilini de bir kenara bırakarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ağır bir mektup yazmış ve mektup kasıtlı bir şekilde basına sızdırılmıştı. Bütün bu yaşananlar adeta unutulmuş ve birden bazı kesimler Trump taraftarı oluvermişlerdi. Neredeyse Trump kazansın diye dua edecek hale gelmişlerdi! Bu taraftarlığın sebeplerinden biri de ABD’nin S-400 meselesi yüzünden Türkiye’ye uygulayacağı yaptırımları belli bir süreliğine askıya alması idi. Korkulan şeylerden biri de bu yaptırımların Biden ile birlikte hemen uygulanabileceği ihtimaliydi.

Biden yönetiminde ABD-Türkiye ilişkilerini belirginleştirecek birçok konu mevcut. S-400 meselesi başta gelen konulardan. Rusya’nın ikinci paket için Türkiye ile görüşmelere başlandığını duyurmasının hemen ardından, Biden’ın Dışişleri Bakanı Antony Blinken, daha bakanlığa aday iken, “Stratejik, yani sözde stratejik bir ortağımızın en büyük stratejik rakiplerimizden biri olan Rusya ile aynı çizgide olması kabul edilemez” gibi bir cümle sarf etmesi bu konudaki yaklaşımlarını göstermesi açısından önemlidir. Bir başka konu Suriye’nin kuzeyi meselesi, ki Antony Blinken’in ABD’nin Suriye politikasını belirleyen isim olarak adlandırılması, konunun hassasiyetini daha da belirleyici kılıyor. Zira Blinken, SDG’nin desteklenmesi taraftarı ki Türkiye SDG’nin bir terör örgütü olarak kabul edilmesini istiyor. Biden’ın, terör örgütlerine desteğiyle bilinen Brett McGurk’ü, Orta Doğu ve Kuzey Afrika Koordinatörü yapacağını duyurması da önemlidir. McGurk, Obama döneminde DEAŞ ile Mücadele Özel Temsilciliğini yürütmüştü.

ABD-Türkiye ilişkilerinde belirleyici diğer meseleler ise Halkbank davası, Fethullah Gülen meselesi, Rusya ile olan ilişkiler, Doğu Akdeniz sorunu, Kıbrıs sorunu ve Libya meselesi sayılabilir. Bu gibi daha birçok konuda ABD ile gergin geçeceğe benzeyen ilişkilerden dolayı Türkiye yönetiminde tedirgin bir bekleyiş söz konusu. Yeni yönetimin alacağı kararlar bir yana, özellikle Ortadoğu ülkelerinin yeni döneme ilişkin yumuşama adımları dikkat çekicidir. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır ve Bahreyn’in Katar’a yönelik 3.5 yıldır sürdürdükleri ve Körfez krizi olarak adlandırılan krizi, Biden daha yemin edip göreve başlamadan apar topar sonlandırmaları da bu çerçevede sayılabilir.

Öteden beri Türkiye iç politikasına da müdahaleleriyle bilinen ABD’nin bundan sonra da, tıpkı Avrupa Birliği’nin, Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın serbest bırakılmasına yönelik müdahaleleri gibi, hamlelerine devam etmesi beklenebilir.

Türkiye’nin mevcut siyasal yapısı Tanzimat’tan bu yana Batı yanlısı olduğu için yüzü hep Batı’ya dönük olmuş, Batı’ya öykünen, öykünmeci bir tipoloji gelişmiştir. Bu tipoloji mensupları, gücünü kendi inançlarından almamakta, seküler bir yabancı medeniyetin bu coğrafyalarda temsilciliğini üstlenmektedirler. Bu yüzden özgün bir ekonomi, özgün bir iç siyaset ve dış siyaset de belirleyememektedirler. Otokratik yapıyı muhafaza eden, demoklesin kılıcı gibi halkının her daim tepesinde buyurgan bir yapıyı muhafaza ederek toplumu disipline etme telaşındadırlar. ABD, tarihten bu yana sömürgeci ve işgalci kimliğini her daim muhafaza etmiş, çıkarcı bir devlettir. Tüm dünyaya da kendisini merkeze alan bir siyaset dayatırken, kendi iç siyasetinde de ırkçı bakış açısını koruyan, beyazların üstünlüğünü savunan ve aristokrat sınıfın çıkarlarını merkeze alan kapitalist bir ülke olarak varlığını devam ettirmektedir. Böylesi bir ülkeyi modellemek ve kendi iç ve dış siyasetini onun politikasına göre ayarlamak elbette en hafif tabirle acziyetten başka bir şey değildir. Stratejik bir coğrafyada olma avantajıyla uluslararası denge politikası üreterek yol almaya çalışmak bir yere kadar mümkün olurken, sürekli tıkanmaya ve diplomatik krizlere neden olmaktadır. Bunun yerine, kendi inançları gereğince siyasetini oluşturabilen, kendi kendine yetebilen, temel ihtiyaçlarını kendi başına üretebilen, halkıyla bir bütün olmayı becerebilmiş bir ülke olma yolunu seçmek zorundadır Türkiye. 

ABD’de başkan kim olursa olsun ya da hangi partiden olursa olsun Türkiye için sonuç değişmeyecektir. Batı’nın Türkiye’ye bakış açısı Haçlı seferlerinden bu yana değişmemiştir. Her ne kadar yönetim olarak seküler olduğunu vurgulasa da, bir yandan da tarihi miras olarak geleneksel İslam’a sahip çıkıyor oluşu Batı bloğu için hala güvensizlik unsuru oluşturmaktadır. Batı zihniyeti, bir taraftan, İslami değerlere yüzünü çevirmemesi için havuç uzatırken, diğer taraftan haddini bilmesi açısından sopa gösterilen bir ülke olarak görmektedir Türkiye’yi. Müslümanlar açısından ne Batı bloğunun ürettiği siyasetin ne de Türkiye’nin Batı’ya öykünmeci duruşunun kabul edilebilir bir yanı yoktur. Bu yüzdendir ki ABD’de ya da başka Batı ülkelerinde hangi partinin seçimi kazandığı veya kimin kazandığının bir noktadan sonra önemi yoktur. Kim kazanırsa kazansın, ana tehdit olarak İslam’ı görmekte ve savaşılması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü var olan çıkarcı düzenlerin İslam’ın hayata, dünyaya, ekonomiye, insana bakış açıları ile uyuşabilir herhangi bir yönü bulunmamaktadır. Üstelik Hıristiyanlık gibi, düzene meşruiyet kazandıracak şekilde yeniden inşa edilmesi de mümkün değildir.

Öyleyse Müslümanlar olarak kendi özgün düşünme biçimlerimizi geliştirmek zorundayız ki siyasetimiz de buna göre şekillenecektir. Tarihe tanıklık etmek ve gelecek nesillere güzel bir İslami miras bırakmak ancak bu yolla mümkündür. 

Boğaziçi Üniversitesi’ne Rektör Atanması ve Üniversitelere Genel Bir Bakış

Türkiye’de üniversitelerin rektör belirleme işlemi tarihsel olarak değişimler göstermiştir. 1946 yılında kabul edilen bir kanunla rektörler seçimle belirlenmekteydi. 1981 askeri darbesiyle birlikte Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) kuruldu. Otuz beş yıldır süren seçimle rektör belirleme işi YÖK kurumuna devredildi. 1992’de, rektörlerin belirlenme sürecini düzenleyen kanunda yeniden değişikliğe gidildi. Yeni düzenlemeye göre, rektörler, profesör unvanlı akademisyenler arasından öğretim üyelerince seçiliyor ve en çok oy alan üç aday YÖK tarafından Cumhurbaşkanlığına iletiliyordu. Cumhurbaşkanı da bunlar arasından birini seçiyordu. Rektörler dört yıllık seçilmekte ve en fazla iki dönem üst üste görev yapabiliyorlardı. 2016 yılında, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından OHAL gerekçe gösterilerek yapılan yeni düzenleme ile, rektörlerin doğrudan Cumhurbaşkanınca atanması için Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarıldı.

Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun rektör olarak atanması 2016 yılında çıkarılan KHK’nın verdiği yetkiye binaen gerçekleştirildi. Bu atamaya itiraz edenlerin temel gerekçeleri, Bulu’nun AKP’nin Sarıyer İlçe Başkanlığı’nın kurucularından olması ve 2015’te yine aynı partiden milletvekili adayı olmasıdır. Pankartlarda “Kayyum Rektör istemiyoruz” yazılmasının sebebi partiye yakın bir isim olmasıdır. Ayrıca Boğaziçi Üniversitesi tarihinde hep seçimlerde birinci gelen aday rektör atanmışken, Bulu ise bizzat Cumhurbaşkanının ataması ile gelmiştir. Bu atamayla hükümetin hem Bulu’nun akademik vizyonundan faydalanmak hem de Boğaziçi Üniversitesi’ndeki hakim siyasi görüşü ve duruşu değiştirmek istediğini söyleyebiliriz.

Burada tartşılması gereken esas mevzu rektörün atama yahut seçimle iş başına gelmesi midir? Yoksa mesele liyakat ve ehliyet açısından adaletin tesis edilmesini sağlayarak ilim dünyasına katkı sağlamak mıdır? Soruyu şu şekilde sormak da mümkün: Türkiye’de üniversiteler ilmin gelişmesi ve Türkiye’nin ihtiyacı olan kalifiye elemanları yetiştirme derdinde olmuşlar mıdır? Bununla birlikte siyasi mekanizmayı ellerinde tutanların gözünde üniversite ne anlama gelmektedir?

Üniversitelerin kuruluş amaçları akademik bilgi kaynağı oluşturmak, ülkenin ihtiyacı olan mimar, mühendis, yazılımcı, sosyal bilimler, ekonomi, sağlık vs. birçok alanda, ülkenin hem yönetim kademesinin hem de piyasanın ihtiyaç duyduğu alanlarla ilgili kalifiye eleman yetiştirmektir. Aydınlanma dönemi ile medrese ve akademiden ‘evrensel’ bir forma dönüşen yüksek öğretim kurumları üniversite adını almıştır. Bugün üniversiteler tüm dünyada bilimin merkezi olarak kabul görmektedir. 

Bir ülkenin dünya üzerinde hatırı sayılır bir konumda olmasını sağlayacak esas mesele ilme gösterdiği hassasiyet ve bu alandaki müktesebatıdır. Ülkemizde üniversitelerin durumu ise birçok yönden eleştirilecek konumdadır. Akademik kadroların seçiminden tutun da bu akademik kadronun alanında uzmanlaşmasını sağlayacak düzenleme ve denetlemelerin yetersizliği yanında, siyaset tarafından konunun ciddiye alınmaması da büyük bir handikaptır. İslam’ın vaz ettiği emanet/ehliyet/liyakat konusu her alanda olduğu gibi burada da es geçilmiş durumdadır. 13 farklı göstergeye göre üniversiteleri tasnif eden US News Global isimli kuruluşun son raporuna göre, tartışmaların odağındaki Boğaziçi Üniversitesi dünya üniversiteler başarı listesinde 197. sırada yer bulabilirken, ODTÜ 453. sırada, İstanbul Teknik Üniversitesi 486. sırada kendisine yer bulabilmiştir. İlk beşyüz üniversite içinde Türkiye’nin yalnızca bu üç üniversitesi yer alırken, sonraki beşyüz içerisinde ise yedi üniversitesi bulunmaktadır. Görünen tablo, Türkiye’de üniversitelerin henüz dünyada söz söyleyebilecek noktaya çok uzak olduklarıdır. Bilimsel olmaktan bu kadar uzak olan üniversitelerin kısır tartışmalar içerisinde ömür tüketmeleri de son derece ironik bir durumdur.

Peki, siyaset eliyle yapılan rektör atamalarında hedef gerçekten bu bilimsel boşluğun kapatılması mı, yoksa yapılan tamamen siyasi bir atamadan mı müteşekkildir? Genel üzerinden bir değerlendirme yapıldığında, bu atamaların siyasi olduğu görülmektedir. Melih Bulu’nun akademik başarıları da olmakla birlikte, siyasi olarak iktidar partisine olan yakınlığının bu atamada yararlı olduğu da ortadadır. Bu minvalde, mesela Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu’nun, üstelik hurafelerle dolu bir din anlatısı sahibi olarak, YÖK’ün Bilim Kurulu’nun 6 üyesinden biri olarak atanması da dikkat çekicidir. İlkokuldan başlayıp, problemlerle dolu bir eğitim sürecinden geçerek üniversiteye gelen gençlerden, ve başka bir problemli sürecin sonucunda onları karşılayan akademik kadroların, eğitim felsefesinde köklü bir değişim yaşanmadığı sürece meseleyi çözmeye imkanları olmayacaktır. 

Üniversitelerde akademik kadronun seçiminden, işleyiş ve denetim mekanizmalarına kadar her alanda sağlıklı bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerekir. Üniversiteler herhangi bir siyasi yapının arka bahçesi konumunda olmamalı, hakikate sahip çıkmanın ve onun için bedel ödeyebilmenin merkezleri olabilmelidir. Bilgiyi üretebilen ve güzel biçimde yönetebilen akıllların yer aldığı kurumlar olması gereken üniversiteler, bu kısır tartışmalardan görünen o ki, bilgiyi üreten değil tüketen konumundadır. Bugün üniversitelere bakıldığında kimilerince siyasi partiler için oy deposu, kimilerince işsiz gençlerin bir süre oyalandığı merkez, kimilerince ise bulunduğu şehirlerin ekonomisine can katan ekonomik kurumlar olarak görülmektedir. Bunların hiçbiri üniversite için temel amaç olmamalıdır. Üniversiteler eğer asli görevini yapabilecek bir konuma taşınabilirse rektörleri kimin seçtiğinin de bir noktadan sonra önemi kalmayacaktır.

Nur Vergin Cenazesi ve Beyaz Türkler

Nur Vergin 1941 yılında İstanbul’da doğmuş, çocukluk ve gençlik yılları yurt dışında geçmiş bir hanımefendidir. 1973 yılında ülkeye dönmüş ve 1974 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde çalışmaya başlamıştır. Sorbonne Üniversitesi’nde sosoyoloji eğitimi almış ve bu alanda da Türkiye’de çalışmasına devam etmiştir. Kendisi siyaset sosyolojisi üzerinde uzmanlaşmıştır. 18 Ocak 2021 tarihinde evinde ölü olarak bulunmuştur. Bizim ilgimizi çeken aslında Nur Vergin’den ziyade cenaze töreninde Cumhurbaşkanının yapmış olduğu konuşmanın satır aralarında gizlenen dünya görüşüdür. Cumhurbaşkanı, Nur Vergin’i tanımlarken Vergin’in kullandığı bir cümleye atıf yaparak “Herhalde benden daha iyi Beyaz Türk kimse olmaz derdi ama hiçbir zaman da Beyaz Türklüğün savaşını da vermezdi” dedi.

‘Beyaz Türk’ kavramını sosyolog Nilüfer Göle literatüre kazandırmıştır. Peki kimdir bu Beyaz Türkler? Kendileri aydın, ilerici ve Avrupai düşünen, oldukça medenileşmiş olarak varsayılan bir düşüncenin temsilcileridir. Anadolu örfüne uzak, kendi geleneklerine bağlı olmayı bir tür gerilik olarak tanımlayan bir gruptur. Yemek kültürlerinden, yeme içme biçimlerine; giyim kuşamlarından evlerinin dizaynına; cemiyet hayatlarından, eğlencelerine varıncaya kadar Avrupai bir yaşam biçimiyle yaşayan insanlardır. Kentli aristokratların içinden gelen ve eğitimlerini genellikle yurt dışında almış ve seküler bir yaşamı kabul etmiş güçlü bir azınlığı temsil ederler. Bu azınlık grup, ülkenin hem ekonomik hem entelektüel hem de siyasi hayatını doğrudan ya da dolaylı biçimde ellerinde bulundurur, tıpkı ‘Beyaz Amerikalı’larda olduğu gibi. Zamanla ekonomik güç olarak tekel olma vasıflarını yitirseler de entelektüel alanda hala oldukça etkilidirler. Beyaz Türkleri anlamak isteyenler için Mine Kırıkkanat’ın 27.07.2005 tarihinde Radikal Gazetesi’nde yazmış olduğu köşe yazısından şu pasajı okumak bunların bakış açısını daha iyi görmek açısından faydalı olacaktır: “Sahil Yolu’nda ise, kilometrelerce uzunluktaki çim alan kenarından geçen arabalardaki seyircilerin görüş zaviyesinde olduğundan, manzara da mangal düzeyindedir: Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. Her 10 metrekarede, bu manzara tekrarlanmakta, kara halkımız kıçını döndüğü deniz kenarında mutlaka et pişirip yemektedir. Aralarında, mangalında balık pişiren tek bir aileye rastlayamazsınız. Belki balık sevseler, pişirmeyi bilseler, kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatmazlar, hart hart kaşınmazlar, geviş getirip geğirmezler, zaten bu kadar kalın, bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun kollu ve kıllarla kaplı da olmazlardı! Atatürk Havalimanı’ndan sonra, mevsimlerden yaz ve pazar günleri, Sahil yolunda Arabistan bile değil, Etiyopya’nın ete doymuş hali, ‘Etobur İslamistan’ başlıyor, sayın okurlar. İstanbul olmayan ne varsa, İstanbullu olmayan kim varsa orada: Son beş yılda 4.5 milyon artıp, 3 milyonu İstanbul’a akan nüfus güruhu çimde etleniyor pazar günleri. Tabii ki onların da eğlenmeye, dinlenmeye hakları var. Ama burada mı, böyle mi?” 

Tabii ki ‘Siyah Türkler’in eğlenmeye hakları var ama Beyaz Türkler’in gezdiği alanlarda görünmeden ve onlara ait olduğunu düşündükleri alanlarda bulunmadan! İnsan böylesi bir Beyaz Türklüğün savaşını vermese dahi Beyaz Türk olarak kendisini tanımlaması bile Vergin gibi ‘seçkinlerin’ kendi toplumuna ne kadar yabancılaştığını göstermesi açısından önemlidir. Bu ‘seçkin’ insanların yaşamında kendi tarihine yaslandıkları tek olay da öldükten sonra İslami usüllere göre cenaze merasimlerinin olması ve yıllardır nefret ettikleri o Müslüman kesimin içine yani Müslüman mezarlığına gömülüyor olmalarıdır.

Cumhurbaşkanının, yine cenazedeki ifadesiyle, ‘laik ama laikçi olmayan’ Vergin’in mezar yerini kastederek, “Tabii Nur hocamızın iyi komşuları var. Bir tarafta Merkez Efendi, bir diğer tarafta Mehmet Şevket Eygi ağabeyimiz. Dünyada iyi komşu aranması çok çok önemli ama ahirette de iyi komşular büyük önem arz ediyor. Şu anda bu iyi komşularla Rabbim inşallah sevgili Habibinin Liva-ül hamd ismiyle müsemma sancağı altında haşru cem eylesin.” buyurdular. Elbette İslam’a göre, kişi öldüğünde hesabını Allah’a verecektir. Nasıl bir sonla karşılaşacağını kişinin dünyada iken Rabbine karşı yapmış olduğu kulluğu belirleyecektir. Burada bizim dikkatimizi çeken Erdoğan’ın göstermiş olduğu iki iyi komşudur! Nur Vergin gibi bir Beyaz Türk açısından gerçekten iyi komşular mı yoksa fikri olarak asla bir arada olamayacak kimseler mi? Aslına bakılacak olursa Merkez Efendi’nin, Halvetiye tarikatı şeyhlerinden biri olması münasebetiyle tasavvufa dayanıyor olması Beyaz Türkler için kabul edilebilecek bir şey değildir çünkü seküler bir yaşama iman etmiş olan bu sınıf için ‘dini’ çağrıştıracak her türlü yaşam biçimi tiksintiyle karşılık bulur. Mehmet Şevki Eygi’nin sicili ise bu Beyaz Türkler için zaten oldukça kötüdür. Zira 1969 yılında ‘Kanlı Pazar’ olarak tarihe geçen olayda Eygi, bizzat komünizmle mücadele adı altında Amerikan 6. filosunu savunmuş ve İslami endişesi olanları da galeyana getirerek bu filoyu sol kesime karşı korumaya şu sözleriyle davet etmiştir: “…Bilmiş olunuz ki, büyük fırtına patlamak üzeredir. Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekun savaş kaçınılmaz hale gelmiştir. İmtihan günleri gelip çatmıştır. Kaderden kaçmak, kurtulmak ne mümkün… Komünizm küfrüne karşı derhal silahlan. İslam’da askerlik ve cihad ihtiyari değildir, mecburidir. Allah ve ona kulluk borcunun içinde cihad farizasının da bulunduğunu bir an bile unutma. Stalin ve benzeri deccallerin p.çleri olan kızıl veletler sokaklara dökülüp Türkiye’yi yıkmak isterlerse bütün Müslümanları karşılarında bulmalıdırlar… Onlarda taş, sopa, demir, molotof kokteyli mi var? Biz de aynı silahları kullanmaktan aciz değiliz… Herkes vazifeye koşsun, herkes komünizm küfrüyle savaşa hazırlansın. Komünistler ve onları destekleyen hain şahıs ve müesseseler kahr edilsin… Bir Müslüman yüz komüniste bedeldir. Müslümanlar, komünizmle çarpışan devlet kuvvetlerine yardımcı olsunlar… Not: ‘Bir şeyler’ olursa, silahlar patlar patlamaz, vazifeye koşmaya çalışacağız. İnşallah kızıl kafirlerin, Deccal uşağı dinsizlerin tepelerine birer intihar uçağı gibi ineceğiz…”

Doğal olarak Nur Vergin gibi Beyaz Türkler için ne Merkez Efendi ne de Mehmet Şevket Eygi gibiler iyi birer komşudurlar. Bizim gibi inananlar için de bu isimler iyi birer komşu değillerdir lakin bizim bu isimlerle ayrıştığımız konuyla Beyaz Türklerin ayrıştığı konular da elbette farklıdır. Beyaz Türklerin aristokrat seçkinci sınıf olması ve seküler yaşama iman etmiş olmalarından dolayı bu isimlerle bırakın yan yana olmayı birlikte anılmayı dahi istemezler. Bizler ise bu isimlerle aynı inancı paylaşmamaktan ve Allah’ın pak dini İslam’ı herhangi bir siyasal gücün payandası kılmadığımızdan ötürü bu ve bunun gibi isimlerle anılmaktan hoşlanmayız. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Beyaz Türk olan Nur Vergin’i, Merkez Efendi’yi ve Mehmet Şevket Eygi’yi birlikte iyi birer komşu olarak görmek istemesinin sebebi her türlü karşıt fikrin birbirleriyle uyum içinde yaşadığı bir ülke hayalinden kaynaklanıyor olabilir. Ama görünen o ki o çoğulcu ve karşıt fikirlerin iyi komşuluğu ancak mezarlıkta mümkündür.

İKTİBAS (Şubat ayı yorumu, sayı 506)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *