İnsan, farkettikçe hayreti artan, hayreti arttıkça farkındalığı çoğalan bir varlıktır. Farkındalık bilgiyle doğru orantılıdır. Bilginin sağlıklı olabilmesi için kısacası ilim olabilmesi için vahyin dokunuşuna ihtiyacı vardır.
Bünyamin Zeran / Venhar
İsyan kültürü içinde bir nesil olabilmek önemli bir meziyettir dersek fincancı katırlarını ürkütmüş olur muyuz? Benim baktığım yerden bakacak olursak evet, ürkütmüş oluruz. İsyan kültürü içinde olan bir nesil okumaya ve bilmeye değer veren bir nesildir. Sürü olmaktan kendini kurtarmaya çalışan ve seçtiği yolu bilinçli bir şekilde seçip yolun cefasına katlanacak bir nesildir. Elbetteki gittiği yolun taşları bilgiyle örülmüş olmak kaydıyla. Hakikat bir güneş gibidir herkesin üstüne eşit doğar. Yolu bilgiden, ilimden geçenlerin eğer vicdanları susturulmadıysa hakikate teslim olmak gibi mecburiyeti vardır. Bilgiyle yoğrulmuş, yaşadığı dünyayı tanıyan bir nesil neye itiraz edeceğini, neyi kabul edeceğini ve nerde duracağını bilen bir nesildir. İsyan, kelime itibariyle kötü şeyler çağrıştırsa da özünde iyi şeyleri de barındıran bir kavramdır.
Bir ülke düşünün ki gençleri isyan etmiyor ve her şeye boyun eğiyor. Böylesi bir ülke ya Thomas Mor’un “Ütopya” diye bahsettiği bir ülkedir ki her şey yolundadır. İsyan edecek her hangi bir durum sözkonusu değildir. Ya da çok baskıcı bir yönetimin olduğu bir krallık altında olduklarından dolayı sesleri kısılmaktadır. Belki de bu şıkların haricinde başka bir sepep de olabilir. Ben bu iki sebebin haricinde diğer bir sebebin çaresizlik olabileceğini düşünüyorum. Geleceğe dair umudu kalmamış, kendilerini bir cendereye sıkışmış gibi hisseden ve yapacakları şeyin bir haksızlığa uğrayarak buharlaşacağını düşünen bir düşünümle kendini boşluğa bırakmış bir nesil… Peki böyle bir nesil, nasıl varolabilir? Soruyu şöyle de sorabiliriz; böylesi bir nesil, nasıl bir ülkenin hayali olabilir? Herhalde kendi değerlerinden (tabii öncesinde bir değer yargıları varsa) soyutlanmış, kendi varoluş gerçeğini kendinden üstün gördüğü efendilere kulluk ederek hatırlayan ve sürekli rant peşinde koşarak kendi cüzdanı dışında bir şey düşünmeyen bir aklın yönettiği bir ülke isteyebilir. Kendi değerlerine sırt dönerek bir zamanlar düşman olarak gördüğü “medeniyete” teslim olan bir kafanın inşa ettiği bir ülkenin evlatları neyi nereye koyacağını bilemeyeceğinden doğru ile eğriyi birbirine karıştıracaktır. Bu kafa karışıklığı yönünü bulamayan kör bir adam misali yalpalayacak ve nereden başlaması gerektiğini bilemeyecektir. İşte bu çaresizlik sürekli onu bocalamaya ve bocaladıkça teslim olmaya ve teslim oldukça da yok olmaya sürükleyecektir.
Kendi değerlerine sırtını dönmüş yönetenler, yönettikleri halkın, yönünü bulmalarını sağlayacak her şeyi dejenerasyona tabi tutmuş olmaları gerekir. O toplumu geçmişte imar ve inşa eden tüm inançları, kavramları, gelenekleri ve ananeleriyle birlikte bir hiçliğe mahkum etmiş olmaları gerekir. Ben kimim, nereye aitim sorusunu soran bir nesil bu sorunun doğru cevabını asla almamalıdır. Zira bu sorunun doğru cevabına ulaşanlar isyan kültürünün fitilini ateşleyenler olacaklardır. Kendi inançlarına, değerlerine sırtını dönenler hem kundakçı hem de itfaiyeci olmayı becerdiklerinden olsa gerek kendi nesillerini iki yalanın üzerinde tartıştırıp bir yalana ikna etmek üzere kurgularlar yönetimlerini. Sağcılık ve solculuk yalanı bunlardan biri olabilir ya da cumhuriyetçilikle demokratlık gibi, ya da komünistlikle faşistlik gibi ve bu liste böylece uzayıp gider. Bu yalanlar üzerine çok netameli tartışmalar yapılır. Bazen genç nesiller bu yalanlar üzerine ölürler öldürürler. Bu bile isyan kültürü açısından umut veren bir şeydir ama hakikat perdelendiği için bu çatışmaların, isyanların sonucu hep çatışmayı yönetenler lehine yazılır. Ceplerini dolduranlar, yönetimlerini pekiştirenler yine onlar olur. Özgür düşünce, insanseverlik, çoklu yönetim sistemleri, demokrasi, laiklik vs. vs. hepsi bu çatışmaların içinde kulanılan mottolardır. Kuşkusuz hepsinin çıkış kaynağı emperyalist zihniyetin inşa ettiği dünyanın kavramlarıdır. Hangi safta olursanız olun onların içini doldurdukları bu kavramları dile getirdiğiniz sürece geviş getiren hayvanlar misali sürekli olarak haykırmaktan başka bir şey yapılmamış olacaktır.
Öyleyse bu zihniyeti kökten, esastan reddeden bir yola, düşünme biçimine ihtiyaç vardır. Bu düşünme biçiminin, inancın tüm köşe taşları sağlam bir inanç ve bilgiyle donanmalıdır. Bu inanç toplumu bir arada tutacak mayaya sahip olmalıdır. Bu maya ki hakkaniyetin yanında, zulmün karşısında ve ilmin şerefine sahip çıkacak nesilleri varetmelidir. İşte bu nesiller haksızlık karşısında kılıç kuşanabilecek yürekliliğe ve donanıma sahip olacaklardır. Geride böyle bir nesilin varolduğunu gören hiç bir yönetim fütursuzca bir yaşam ve yönetim kurgulayamayacaktır. Farabi’nin bahsettiği “Medine-i Fazıla” inşa edilebilecektir.
İsyan kültürünü besleyecek ana damar farkındalıktır. İnsan, farkettikçe hayreti artan, hayreti arttıkça farkındalığı çoğalan bir varlıktır. Farkındalık bilgiyle doğru orantılıdır. Bilginin sağlıklı olabilmesi için kısacası ilim olabilmesi için vahyin dokunuşuna ihtiyacı vardır. Yani Allah’ın sünnetullah olarak tanımladığı şeye uygun olması şarttır. Aksi takdirde ideolojik bilgi kirliliğinden geçilmeyen bu çağda yalanlar uğruna bir çok çatışma çıkabilir ve bu yalanlar uğruna çatışan nice nesiller helak olabilir. Bir itiraz ancak hak uğruna yapılırsa suyun akışı doğru kaynağa yönlenmiş olabilir. İlim ve alim ilişkisi burada hem itirazı hem de akabinde doğabilecek isyanı adil ve hakkaniyet içinde bir yere vardırabilir. İlim kaynağını Allah’tan alır, alim de kaynağı Allah’tan olan bilgiyle amel eder ve bu amel kendisini takip eden nice nesiller için şahitlik oluşturur. Bu şahitlik neye itiraz edileceğini, nerede isyan edilmesi gerektiğini ve nerede gerekirse canların feda edilebileceği gerçeğini hem kalbe hem zihne kazır. Adil ve hakkaniyetli bir yönetim ve onunla birlikte bu yönetimin ardında her daim açık, berrak bir zihinle yönetimlerinin hakkaniyetten sapmasını engelleyecek bir nesil varolagelir.
Bir yönetim hayal edelim ki kendine itiraz edebilecek, hak yoldan saptığında onu uyaracak bir neslin varolması için kendini seferber etsin. Böylesi bir nesil tarihte illa varolmuştur. Hz. Ömer örneği böyle bir yönetim tarzıdır mesela. Kureyşli kadının mescitte kendi hilafına konuşmasına rağmen onun doğru söylediğini ikrar etmesi gibi. Ne var ki maksadı hakkaniyet olmayan yönetimler mesela kapitalizmin inşa ettiği yönetimler asla böyle bir neslin varolmasını istemeyeceklerdir. Paranın ve zenginliğin otorite olduğu ve otorite olarak kabul edildiği toplumlarda güç hakkaniyetin önünde olmak zorundadır. Amaca giden her yolu mübah sayan bir anlayış elbette kendi amaçlarına giden yolda tüm itirazları ve isyanları bir şekilde yok etmek zorundadır. Bu, tüm neslin zihnen ve bedenen köleleştirilmesi olsa bile değişmez.
Yönetimleri altındaki halkları tüm haksızlıklara karşın itiraz etmeyen sessiz bir yığına çevirebilmek için Focoult’un deyimiyle “normalleştirmek” için baskının yanında bir çok kutsalı da kullanarak kendini meşru kılmanın çabasını güder. Vatan sevgisi, millet sevgisi, bayrak sevgisi, o toplumun dini inancındaki kavramlar, gelenekler vs. hepsi birbirleriyle harmanlanarak enformatik bir bombardıman içinde halka sürekli empoze edilir. Bir yandan ekonomik sıkıntılar, diğer yandan bitmeyen terör söylemleri ve dış güçler hikayesi sürekli işlenir durur. Her türlü kayırmacılık, rantçılık, ülkenin değerli kaynaklarının birilerine peşkeş çekilmesi, siyasi rantlar ve daha bir çok aymazlık hepsi ama hepsi nesli sessiz yığınlara dönüştürme çabalarıyla perdelenir. Çaresizlik içinde kalan nesil neye itiraz edeceğini bilmez hale getirilir. Böylesi yönetimlerde hukuk gereği gibi işlemez, kolluk güçleri üzerine düşeni yapmaz, memuriyet atamaları liyakatla değil torpille olur, itiraz eden ya vatan haini ilan edilir ya da her türlü baskıyla susturulmaya çalışılır. Böylesi bir durumla karşılaşan kimselerin sayısı çoğaldıkça ve devlet denen baskı aygıtı baskılarını bu insanlar üzerinde artırdıkça o halk arasında ilim ve alim ilişkisi doğru çalışmıyorsa sesler giderek kısılmaya başlar. Sesler kısıldıkça zulüm pekişir. İşte İslam tam da bu zulme başkaldırıdır, isyandır.
Albert Camu’nun “isyan ediyorum öyleyse varım” çığlığı burada yerini bulur. Özünü yaratılıştan alan her insan böylesi bir zulme karşı durur. İşte kapitalizm dediğimiz şey post-modernizmle insanın yaratılıştan gelen tüm ahlaki duygularını dejenere edebilmek için uğraşır. Her şey insan içindir güya lakin postmodernizmin insan diye tanımladığı şey yalnızca gücü elinde tutan azgın bir azınlıktır. Geriye kalan bir safradan ibarettir. İslam, insana itaati öğrettiği kadar isyanı da öğretir. İnsanoğlu bir cebinde itaati taşıdığı gibi diğer cebinde isyanı da hazır tutmalıdır. İnsan olmanın gereği ve onuru adına isyan ateşini içinde hep harlı tutmalıdır. Düzenin ayartıcıları insana sağından ve solundan, önünden ve ardından kısacası onu kendisinin göremeyeceği yerlerden yaklaştığında ilmi ve imanı onu uyanık tutmalı ve onlara her daim isyan etmelidir. Aksi takdirde onların hileli zarlarına kanarak onların ateşinde bir odun, cüzdanındaki bir para, bankasındaki bir çek defteri, yahut elinin altında bir maşa olmaktan başka bir şey yapmamış olurlar. İman etmek demek hiçbir ayartıcının ayartısına gelmeden hak uğruna ve hak adına siperleri terketmemek demektir. İslam, insan için çarenin hep varolduğunu hatırlatan bir isyan ateşidir. Çünkü Allah, bütün yaratılmışlardan daha yüce, daha güçlü ve tapılmaya en layık olandır. Kendini ilah yerine koyarak halkların üzerinde ceberrut gibi duran baskıcı sistemler ise bir örümceğin misali üflemeyle dağılabilecek güçsüz yapılardan başkası değildir. Yeter ki o üflemeyi yapabilecek ilim ve alim ilişkisine sahip bir topluluk varolabilsin.
Sözü İsmet Özel’in “Evet İsyan” adlı şiirinden iki mısra ile noktalayalım.
“Ben merd-i meydan
yani toprağın ve kanın gürzü
güllerin bin yıllık mezarı bendedir
yukardan bakarım efendilerin pusatlarına
insanların bütün sabahlarını merak ederim
gök hırpalanmaktadır merakımdan
ıtır kokan benim yumruklarımdır
benim kavgamdır o, aşk diye tanınan.
Alanlara çok bilenmiş yüreğim alanlara
vurulsun kösleri şu gâvur sevdamızın
vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa
Zülküf de vursun.
Yüzüne ay kırıkları çarpıp uyansın sevdiğim.”
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *