Yaptırım tehdidini savuran ve gerek gördüğünde uygulayan taraf kadar bu tehditlere boyun eğen taraf da yaptırım mekanizmasının işlev görmesini sağlamaktadır.
Batı çıkar ve isteklerine uygun davranmayan ülkelere karşı sıklıkla yaptırım tehdidi savurmaktadır. Çoğunlukla da bu tehditler uygulamaya girmekte ve bu yolla, hakimi olduğu küresel düzeni korumayı amaçlamaktadır. Yaptırım tehdidini savuran ve gerek gördüğünde uygulayan taraf kadar bu tehditlere boyun eğen taraf da yaptırım mekanizmasının işlev görmesini sağlamaktadır.
Dünyanın son 2-3 yüzyılını karartan Batı ideolojisi (her türüyle) sömürü, zulüm ve güce dayalı bir sistem kurmuştur. Bu sistem içerisinde var olmak, yerini almak isteyen diğerleri içinse sisteme dahil olabilmelerinin kuralları oluşturulmuştur. Bu kurallar, çerçevesini Batının çizdiği seküler-ulus devlet temeline dayalıdır ve eğer bunlara uymayı kabul etmezseniz zaten oyuna kabul edilmezsiniz. Diyelim bu kurallara uyacağınızı beyan ettiniz ama bazılarına uyma konusunda eksik kaldınız, işte o vakit önce tehdit, sonra yaptırımlar devreye girmeye başlar. O da olmadı kurulacak koalisyon güçleri ülkenize ‘ekmek ve özgürlük’ getirmek için sizi ziyaret eder. Bu kuralların, koyanların lehine işlediğini belirtmek bile abesle iştigaldir.
Peki bu yaptırımlar gerçekten uygulayıcılarının hedeflerine ulaşmasına vesile olmakta mıdır? Bu sorunun cevabını anlamak için son dönemlerde olup biten bazı gelişmelere daha yakından bakmak yeterlidir. Örneğin Sudan, ABD’nin kendisini bir dönem Usame bin Ladin’e ev sahipliği yaptığı gerekçesiyle Teröre Destek Veren Ülkeler listesine alması sonucunda, uzun süredir yaptırım ve ambargolara muhatap idi. Geçtiğimiz yıl içerisinde Sudan’da bir darbe ile önce yönetim değişti ve ardından yeni yönetim sistem değişikliği yaparak Şeriat’ın iptal edildiğini, bunun yerine laik hukuk düzenine geçildiğini duyurdu. Kısa süre sonra da Sudan’ın işgalci İsrail yönetimi ile ilişkilerinin normalleştirilmesi konusu dillendirilmeye başlandı. Bu bağlamda anlaşmalar yapıldı ve Sudan kara listeden çıkartıldı. Ambargo ve yaptırımların ortadan kalkmasıyla Sudan yönetimi dibe vurmuş ekonomisini ve buna bağlı olarak iyice artan toplumsal rahatsızlığı azaltmayı umuyor. Bu konuda beklentilerinin ne oranda gerçekleşeceğini zaman gösterecek ama herhalde ortalama bir Batı ülkesinin 50’de biri oranında bir refah seviyesine ulaşabilirlerse İsrail’le yaptıkları bu ihanet anlaşmasından bekledikleri sonucu almış olacaklardır.
Bir başka yaptırım ve ambargo hikayesi İran devletine dolayısıyla da halkına karşı olandır. Tam 40 yıldır İran, Batı’nın ve İsrail’in tehdit olarak gördüğü ve bu yüzden yoğun baskı altında tuttuğu bir ülke. Zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına rağmen sürekli aksayan ekonomisi sebebiyle artık İran yönetimi ve rejiminin ciddi olarak sorgulanmaya başladığı bir noktaya gelmiştir İran halkı. Batı istediğini alabilmek için yaptırımlarının insanların hayatlarını karartması ve kâfi miktarda can kaybının oluşmasını hedefleyebilir ki bu şekilde muhatabını hizaya getirmeyi amaçlar. Örneğin İran, sivil havacılık sektöründe dünyada en çok uçak kazası yaşanan ülkedir. Zira uygulanan yaptırımlardan birinin sonucu olarak Şah Rıza Pehlevi döneminden bu yana İran yeni yolcu uçağı alamamış ve elindekilerin arızalarını giderecek parçalara ulaşamamıştır. Bunun sonucunda ülkede pek çok uçak kazası yaşanmakta ve insanlar ölmektedir.
Bu yaptırımlar ekonomik ve siyasi olarak rakipleri boğmaya yönelik de işlev görür. İleri teknoloji ürünlere ulaşımınız engellenip, ihtiyaç duyacağınız pek çok hammaddenin temininde olduğu gibi, ürettiklerinizi satmak konusunda da sorunlar yaşayabilirsiniz. Ülkenizin Batılı bankalardaki paralarına el konabilir, iş adamları ya da firmalarınızın hesapları dondurulabilir veya seyahat kısıtlamaları ile karşılaşabilirsiniz.
Batının bu yaptırım siyasetine maruz kalmış Rusya, Irak, Venezuela, Küba, Kuzey Kore ve daha nicelerinin yanı sıra bir de Batının doğrudan değil, dolaylı yaptırım uyguladığı/uygulattığı durumlar vardır ki en yakın örneği Katar’a Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn tarafından uygulanan yaptırımları sayabiliriz. Trump’ın ABD Başkanı seçilmesinin hemen ardından gerçekleştirdiği Suudi Arabistan ziyaretinin akabinde Katar’a güya bu ülkeler tarafından yaptırım ve ambargo uygulanmıştır ama herkes bu işin arkasındaki gerçek aktörü bilmektedir.
Bu yaptırımların tek ülke tarafından mı yoksa bir grup ülke tarafından mı uygulandığı da yaptırımların etkisini ve gücünü belirlemektedir. Açıktır ki, birden fazla ülkenin katıldığı yaptırımlar daha etkili olmakta, daha sonuç alıcı olmaktadır. Bu bağlamda, Batının birçok defa ‘Koalisyon’ şeklinde hareket ettiği görülmüştür. Böylece suçu işleyenin kim olduğu da muallak hale getirilmekte ve yaptırımlara karşı direnmeye çalışacak ülkelerin karşısına bir cephe olarak çıkılmaktadır.
Benzer örnekler çoğaltılabilir ancak son günlerde ABD’den Türkiye’ye yönelik yaptırım kararına da değinmek gerekir. Bilindiği üzere Türkiye, hava savunma sistemleri konusunda, bir NATO üyesi olarak, ABD’nin Patriot füze sistemlerine sahip olmak istemiş ve bu talebini ABD’ye iletmişti. Ancak ABD Senatosu bu füzelerin Türkiye’ye satışını engellemiş ve buna karşılık Türkiye de kendi savunması adına Çin ve Rusya ile yüksek irtifa hava savunma sistemleri için görüşmeye başlamıştı. Görüşmeler neticesinde dünyanın en gelişmiş hava savunma sistemi olduğu öne sürülen Rus yapımı S-400’lerde karar kılınmış, sipariş verilmiş ve iş ürünleri teslim almaya geldiğinde ABD’den sesler yükselmeye başlamıştı. Önce Türkiye’yi yeni nesil savaş uçağı olan F-35 projesinden çıkarmakla tehdit ettiler. Halbuki Türkiye ve bazı Türk savunma sanayi şirketleri bu projede kilit rol üstlenmiş durumdaydılar. S-400’lerin Türkiye’ye ulaşmasıyla birlikte Türkiye derhal projeden çıkarıldı. Şimdi ise CAATSA adıyla bilinen “Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası”, Amerikan Senatosu tarafından onaylandı ve Türkiye’ye yeni yaptırımların uygulama kararı çıkarıldı. Her ne kadar yaptırımların dozu düşük de olsa daha etkili olanların da yolu açılmış oldu.
Bir diğer tarafta ise Avrupa Birliği’nin özellikle Doğu Akdeniz konusunda Türkiye’nin giderek artan rolüne karşılık Avrupa’nın bu bölgedeki etkinliğini azaltması ihtimalinin belirmesi üzerine Türkiye’ye yaptırım uygulanabileceği söylemini kullandığını görüyoruz. Hatta bu konuda ciddi açıklamalar da yapılmış, Avrupa Konseyi’nin Aralık ayı toplantısında bu yönde adım atılabileceği konuşulmuş olsa da şimdilik bir yaptırım çıkmamıştır. Önümüzdeki Mart ayına ertelenen konu tekrar ele alınacak ve bir sonuç çıkıp çıkmayacağını göreceğiz.
Batının, Batı bloğunda yer alan bir ülkeye yaptırımları onu bazı anlaşmazlık noktalarında kendilerinden taraf olmaya zorlamaya matuftur. Koparılacak tavizler, uzun vadeli ya da kısa vadeli hedefler taşıyor olabilir. Burada meselenin Türkiye’nin bu hareketi ile, S-400 alımından öte, savunma konusunda NATO dışında bir perspektif geliştirmeye çalıştığı ve bununla birlikte NATO’da bu yönde bir değişim arzusunu hedeflemekte olduğu söylenebilir. Türkiye’nin bu yöndeki adımlarının bundan sonra da devam etmesi beklenebilir. ABD ve NATO bu yönde bir değişime direnç göstermesine karşın, ABD Başkanı Trump’ın geçen sene G-20 toplantısında, S-400 konusunda Türkiye’nin ‘haklı’ olduğunu ima eden açıklaması da gözden kaçırılmamalıdır.
Görüleceği üzere var olan yapıda ‘arıza’ çıkaran bir aktör ortaya çıktığında utanmadan, sıkılmadan kullanabildikleri bir araçtır yaptırım siyaseti. Ve bu noktada hiç kimse de çıkıp haktan, hukuktan, meşruiyetten ve uluslararası hukuka uygunluktan filan dem vuramamaktadır, vursa da işe yaramamaktadır. Zira bu sistemin sahibi onlardır.
Peki Türkiye’nin bu yaptırım tehditleri karşısındaki durumu nedir? Haklıyız ve hakkımızdan vazgeçmeyeceğiz, yaptırım tehditlerine boyun eğmeyeceğiz söylemleri gerçeği ne kadar yansıtmaktadır? Sürekli olarak NATO üyesi olmak ve Batı Bloğunun ayrılmaz bir parçası olmaktan dem vuran, AB’yi bir medeniyet projesi olarak gördüğünü ve katılmak için elinden geleni yapmaya hazır olduğunu söyleyen bir Türkiye, Batı’nın nezdinde ne anlam ve değer taşımaktadır? Diklenmeleri ne kadar ciddiye alınmaktadır? Açıkçası, Batıya bu derecede göbekten bağlılık bildiren, ekonomisini, siyasetini, değer sistemini bu denli Batıyla özdeşleştiren bir ülkenin gerçek anlamda bağımsız olması mümkün görünmemektedir. İktidarıyla muhalefetiyle ABD’nin ve AB’nin, hülasa Batının desteğini alabilmek için çırpınan bir siyaset mekanizmasının bu ülkeye bir hayrının dokunacağı kanaatinde değiliz.
Evet, Batı güce dayalı bir sistem kurmuş ve işine gelmeyen, istek ve çıkarlarına uygun davranmayanlara karşı bu gücü fütursuzca kullanabilmektedir. Dünya üzerinde adalete dayalı bir sistem kurulamadığı sürece bu iş böyle sürüp gidecek gibi görünmektedir. Ne zaman ki Müslümanlar adalet ile tarih sahnesine geri dönerler işte o zaman bu denklem değişir ve güçlünün değil haklının beklentileri karşılanır hale gelir. Bu söylediğimiz şeyin hiç de kolay görünmediğinin farkındayız. Ancak bilinmelidir ki bu denklemi gerçekten ve sadece değiştirebilecek olan İslam ve hakkıyla iman etmiş Müslümanlardır. Ancak İslam gerçek adaleti ve merhameti tesis edebilir, gönüllere huzur verip insanların birbirleri üzerine galebe çalma gayretlerini gönülleri fethetme gayretine dönüştürebilir.
Batı’nın savurduğu tehditler ve uyguladığı yaptırımlardan çekinen toplumlar Allah’ın tehditlerini neden kaale almazlar? Asıl büyük yaptırımların adaleti ve merhameti önemsemeyen, bunun aksine davranan insanların ve toplumların başına geleceğine yeterince iman etmedikleri içindir herhalde bu durumun asıl sebebi. Öyleyse ‘Ey iman edenler, iman ediniz’ ayet-i kerimesini hatırımızdan çıkarmamalı ve birbirimize de sık sık hatırlatmayı ihmal etmemeliyiz diye düşünüyoruz.
İBB’NİN ŞEB-İ ARUS TÖRENİ
Tasavvuf dininin önde gelenlerinden ve toplumda Mevlana olarak bilinen Celaleddin-i Rumi adlı kişinin, İslam’ın özü yerine ikame etmeye çalıştığı sapkın ideoloji sonucunda ortaya çıkmış pek çok kavramdan birisidir Şeb-i Arus. Kelime anlamı ‘Düğün Gecesi’ demek olan bu söz, Rumi tarafından ölüm gününün Hakk’a kavuşma günü olması hasebiyle, hüzünlü değil sevinçli bir gün olması gerektiği şeklinde ifade edilmiş ve sonrasında takipçileri tarafından özel bir gün olarak kutlanagelmiştir.
Günümüze geldiğimizde ise, toplum üzerinde emelleri olan hemen her kesim tarafından itinayla kullanılan bu kavram ve anıldığı günler, her yıl Aralık ayında insanların gündemine türlü vesilelerle girmeye/sokulmaya devam etmektedir. İktidarından muhalefetine, tasavvufçusundan toplumun din anlayışını iğdiş etmek isteyen aktörlere kadar herkes bu günü bir şölen havasına çevirmeye çalışmakta ve bunun üzerinden toplumu kendi etkisi altına almaya çalışmaktadır.
İslam ve Müslüman düşmanlığı ile bilinen Batı’nın bile Mevlana düşkünlüğü, onu ve sapkın öğretisini yerlere göklere sığdıramamaları bizleri hiç şaşırtmamaktadır. Hatırlayalım, bu Mevlana sevgisi sonucunda UNESCO, 800. doğum yıldönümü münasebetiyle 2007 yılını Mevlana Yılı ilan etmişti.
İslam peygamberi Muhammed (as) bizlere Allah’a nasıl yöneleceğimizi yine O’nun vahyini pratik hayata uygulamak suretiyle göstermiş, günde beş vakit namazımız ile Rabbimizin rızasını aramamız gerektiğini öğretmiştir. Ne İslam’ın ana kaynağı Kur’an’da ne de Resulullah’ın örnekliğinde bu gibi ayinler, bir eli havada (Hakk’tan alırım), bir eli aşağıda (halka veririm) dönüp durmak şeklinde ne idüğü belirsiz, alternatif ritüeller yoktur. İslam dünyasının bir ucundan öbürüne, buna benzer başka tür yas törenleri ya da ibadet türü ritüeller görülmekle birlikte hiçbirinin İslami olduğu söylenemez. Zira İslam’ın ne istediği, ayetlerle kıyamete dek kayıt altına alınmıştır.
İktibas olarak ilk günden bu yana tasavvufun ve sapkın itikadı ve ameliyesinin İslam’la bir ilgisi olmadığını vurgulamaya, insanımızı bu konuda uyanık olmaya çağırdık. Hatta bu yolda dergimizin kurucusu merhum Ercümend Özkan hakkında ‘tasavvuf düşmanı’ diye isimlendirmeler de yapıldı. Bu yolla İslam’a olan dostluğunun üzeri örtülürken ona uymayan herhangi bir şeye düşmanlığı ön plana çıkarılmaya çalışıldı. Evet, hiçbir Müslüman Allah’ın dinine karşı olan herhangi bir kişi, kurum ve düşünceyi dost kabul etmez ve nihayetinde yine Allah’ın emri üzerine ‘lekum dinukum ve liye din’ der. Sizin dininiz size, benim dinim banadır. Müslümanların bu konuda hiçbir komplekse kapılmadan, Allah’a kul olmanın bilinci ve rahatlığı içerisinde bu durumu hayatının temel noktalarından biri haline getirmesi gereklidir. Ancak bilinmelidir ki Müslümanın herhangi bir şeye karşı düşman olmasının sebebi İslam’a dost olması sonucundadır. Yani referans noktamız Kur’an’dır. Allah, kim ve ne ile dost ya da düşman olacağımızı belirtmiş ise buna uymaktan başka bir yol Müslümanın yolu olamaz. Ercümend Özkan bu durumu “Küfre olan hasımlığım, İslam’a olan hısımlığımdandır. Allah’a ve Resulü’ne düşman olmayan herkese hakkımı helal ediyorum” sözleriyle ifade etmişti.
Bizim bu konuda durduğumuz nokta bu kadar açık ve nettir. Allah’ın dinini O’nun kitabı ve elçisinin pratiğinden koparmaya, farklı biçimlere sokmaya çalışan her türlü yaklaşım ve girişim tarafımızdan bütünüyle reddedilmektedir, Müslümanın yapması gereken de açıkça budur.
Ancak, yukarıda da bahsettiğimiz gibi, toplumun İslam sevgisini ve inancını kendi çıkarlarına alet etmek isteyenler için hiçbir şey kullanılamaz değildir. Onlar, bir şeyin doğru ya da yanlış olmasından ziyade oyları etkileyip etkilemediği, maddi çıkara vesile olup olmadığını önemsemektedirler. Bu ve benzeri yaklaşım sahiplerinin Şeb-i Arus gibi fırsatları toplumu etkilemek için kullanmamaları kesinlikle beklenemez.
Bu vasatta geçtiğimiz günlerde 2020 yılının Şeb-i Arus kutlamaları, anlatmak istediğimizi gayet güzel özetleyen manzaraları ortaya çıkarmıştır. İslam’la uzaktan yakından bir ilgisi bulunmayan bu sapkın kutlamalar esnasında tarafların olaya İslam ve Müslümanlar adına sahip çıkma tarzları da göstermiştir ki toplumun zaafları bu çirkef düzen ve sahiplerinin hayat kaynağıdır.
Son dönemlerde artan şekilde, topluma dini motifler üzerinden yaklaşmaya çalışan müzmin muhalefet partisi CHP, İstanbul Büyükşehir Belediyesi eliyle Şeb-i Arus töreni düzenledi. Düzenlenen programda ‘modern’ bir yaklaşımla kadın semazenler sahneye çıkarıldı ve ayinin parçası olan Kur’an tilaveti teamüle aykırı olarak Türkçe okundu. Bu uygulama ile bir ‘reform’ görüntüsü vermeye de çalışan CHP’ye karşı, iktidar ve yayın organları ‘dine büyük saldırı’ yaygarası koparınca İBB Başkanı İmamoğlu, Türkçe Kuran okunması konusunda geri adım atarak ‘bence de Türkçe Kuran okunmamalıydı’ dedi. Öte yandan medyada çokça dillendirilen ve tartışılan, ayin esnasında Türkçe ezan okutuldu konusunun ise yanlış olduğunu, Şeb-i Arus töreninin ve ayininin herhangi bir aşamasında ezan okunmadığını, bunların maksatlı haberler olduğunu söyledi.
Ortaya çıkan bu durum karşısında ağlasak mı gülsek mi bilemiyoruz. Mevlevi ayini semâ doğruymuş da semânın İslami bir etkinlik gibi görünmesi adına içine iliştirilen Kur’an tilavetinin Arapça mı, Türkçe mi yapıldığı tartışılıyor. Ya da nasıl olup da kadın semazenlerin ayine katılabildiğinden yakınıyor taraflar. Yaşanan atışmalar göstermiştir ki her iki taraf da toplumun önem verdiğini bildikleri bu sapkınlık karşısında birbirlerine siyaseten gol atma peşine düşmüşler ve Mevlana’ya asıl biz sahip çıkıyoruz görüntüsü vermeye çalışmışlardır.
Ne zaman ki toplum sizi de sapkınlıklarınızı da istemiyoruz, sadece Allah’a kul olmak ve devlet idaresi dahil her işimizi O’nun rızasına uygun yürütmek istiyoruz der, bu konuda ortaya bir irade koyar, işte o gün toplumun enerjisini boş yere emen bu tartışmalar biter ve Allah’ın izniyle Hak gelir, batıl zail olur.
İKTİBAS
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *