Asrın İdrakini İslam’a Söyletme

Asrın İdrakini İslam’a Söyletme

Dinin ahlak üretmemesi değildir sorunumuz. Temel sorun laik ya da laikçe yaklaşımlarla ahlakı dinden, dini ahlaktan ya da hukuktan bağımsızmış gibi yorumlamaya çalışmaktır…

Talip Özçelik / İslami Analiz

Her din, insanı, hayat ve kâinatı kendi kelimeleriyle, kurallarıyla, bakış açısıyla yorumlayıp anlamlandırır. Semavi dinlerde de, beşeri din, ideoloji ve düşünce akımlarında da böyledir.

Varlığı ve eşyayı yorumlayıp ona verdiğimiz anlam eşya ile olan ilişki biçimimizi belirler. Bu nedenle bir dine, inanç ya da ideolojiye kendisini nispet eden her insan yaşamını bu anlamlar çerçevesinde düzenlemek zorundadır. Bu sebeple yaşamımızın anlamı anlamların yaşanmasıdıryaşatılmasıdır diyebiliriz.

“Yaşamaktan bıktım, yaşam çok anlamsız” ve benzeri cümleler kuran birinin hayata anlam katan, hayatı anlamlandıran değerlerden yoksun olduğunu, ya da bu değerlerle arasında ciddi kopmaların  olduğunu düşünebiliriz.

Son yıllarda “masa, kasa, nisa” bağlamında öncelikle (kendilerini İslam’a nispet eden) muhafazakar demokratlara yapılan eleştiri ve saldırılar, ne yazık ki devamında İslamcılara, ardından Müslümanların tamamına, son olarak da dinin kendisine kadar uzanmıştır. Bu eleştiri ve saldırılar neticesinde pek çok Müslüman “İslamcılıktan” istifa ettiğini açıklayıp   “sade Müslüman” olarak kendisini tanımlamaya başlamıştır.

İktidar çevreleri kendilerini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayıp, “İslamcı değiliz” deseler de; İslami camianın içinden çıkmaları ve ahvali şahsiyelerinde İslami vecibeleri yerine getirmeleri sebebiyle, yaptıkları her yanlış İslam’ın ve Müslümanlar’ın üzerine kalmaktadır ve bu acı bir durumdur. Böyle bir temsil makamında yapılan yanlışın vebali de, sosyal, ahlaki, psikolojik uzantıları ve açtığı yaralar da büyük olmaktadır. Kendilerini İslamcı olarak tanımlamasalar bile sonuç maalesef ortadadır. Yine “İslamcılık”  kavramı üzerinden öteden beri yapılan tartışmaların yanında İslam’ı layıkıyla temsil edip edememe sorunumuzun var olması bir başka konudur, eski tabirle bahs-i diğerdir.

“Ben Müslümanım” deyip, iktidara geldiğinde iyi bir sınav veremeyen “eski İslamcı”  yeni muhafazakar demokrat arkadaşları eleştirmek ya da savunmak değil, bir durum tespiti yapmaktır amacımız. Bu tartışma konumuzun çok daha önemsiz bir parçasını oluşturmakta. Üzerinde asıl düşünülmesi gereken konu İslam’ın sosyal, siyasi, kültürel, ekonomik alandan, kamusal alandan tamamen uzaklaştırılması ve sadece bireysel alana, kişinin iç dünyasına, bireysel ahlak alanına hapsedilmek istenmesidir.

Muhafazakar iktidarın yanlışları üzerinden Müslümanlara yapılan saldırılara ve “İslamcılık tartışmalarının tamamına bir de bu zaviyeden bakmak gerekiyor.

Batılı emperyalizmin kokuşmuş dünya düzenine ve yerli işbirlikçileri olan  batıcı rejimlere , sosyal siyasi, ahlaki, ekonomik, felsefi alanda karşı koyabilecek tek din İslamdır. Bu nedenle İslam’a yapılan saldırılar da çok yönlüdür. Bu çok yönlü saldırılar İslam’ın iki temel kaynağı olan Kur’an ve sünneti hedef almaktadır.

Öteden beri ilk saldırı Hazreti peygamberin (as) sünnet ve hadisleri cephesinden olagelmiştir.

Hadis ve sünnete yönelik olarak özellikle son yıllarda yapılan saldırıların amacı hayatın her alanında örnek insan olan peygamberin (as) örnekliğini ortadan kaldırmaya dönüktür. Hadis, sünnet ve peygamberin örnekliği Kur’an’ın hayatla buluşması ve yaşama dokunmasıdır. Yeryüzünde yaşayan, gezip-dolaşanlar insan olduğu için insan bir elçinin örnekliği esastır. İslam adına; insan ve hayat hakkında konuşmak ancak Kitap ve Sünnet-Kuran ve Hadis birlikteliği ile mümkün olabilir. İnsan ve insan hayatı ile ilgili her alanda dinin söz söyleyebilmesi ancak insani bir örneklikle yani peygamberin örnekliği ile mümkündür. Yani peygamberin (as) örnekliğini ortadan kaldırmak demek; İslam’ı günlük yaşamdan, sosyal hayattan, siyasi, ekonomik ve kültürel hayattan tamamen kaldırmak demektir.

Tarihimizde hadis konusuna kimi müçtehit ve müfessirlerin hadis ekolü gibi bakmamış olması, ya da mesafeli olmasına dair tartışmalar İslami usuller çerçevesinde anlaşılmalıdır. Örneğin bir müçtehit sahih olarak görmediği bir hadisi içtihat edeceği konuda dikkate almak zorunda değildir. Hadis Alimlerinin aralarında da durum böyledir. Mesela Buhari’nin sahih saydığı pek çok hadis Müslim’de ya da Nesai’de yoktur. Yine mesela dirayet tefsiri ekolünden bir müfessirin rivayetleri çok fazla dikkate almadan Kura’nı kerimi  tefsir etmesi ve rivayetlere koyduğu mesafe anlaşılabilir bir durumdur.

Ancak kimi grup, cemaat, tarikat ya da şahısların zayıf, uydurma ve benzeri hadisleri öne çıkarmalarını veya bu hadislerin varlığını bahane ederek bütün hadis külliyatını görmezden gelmek, küçümsemek, zayıflatmaya çalışmak veya reddetmek anlaşılabilir mi? Bu durum ne ile izah edilebilir? Cehaletle mi yoksa ihanetle mi izah etmek gerekir?

Sorumlu bir Müslüman hadis veya sünnete bakarken ancak hadis usulü çerçevesinde değerlendirme yapabilir. Hadis usulü söz konusu olduğu zaman insaflı Müsteşrikler bile şapka çıkarıp saygıyla eğilmişlerdir. Hal böyleyken, birisinin çıkıp ;”hadis usulü tumturaklı yalan söyleme usulü dür” demesi insafla, vicdanla, samimiyetle,bilgiyle izah edilebilir mi? Müslüman olduğunu söyleyen bir insan hangi niyetle ve hangi amaca dönük olarak böyle bir cümle sarf edebilir ki?

Hadis ve sünnetin yanı sıra Kur’an’ın tefsirine-yorumuna dönük tartışmaların da bu saldırılar çerçevesinde olduğunu düşünüyorum.

Özellikle İki binli yıllar öncesinde başlayan dine ilişkin tartışmaların, halka açık TV ekranlarında yapılması; dinin tartışmaya açılması anlamına gelmekteydi. Bu tartışmalar sebebiyle dinin saygınlığı halk nezdinde ciddi olarak yara almıştır. (Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar İslam’a ve halka yapılan düşmanlık bir bahs-i diğerdir.)

Bu tartışmalara iştirak edenlerin bazıları (safiyane) iyi niyetli olsa da tartışmaların verdiği zarar ortadadır. Bunun yanı sıra teolog/ilahiyatçı akademisyenlerin yaptığı; Kuran’ın hermenötik yöntemle yorumlanabileceği ve  “Kur’an hükümlerinin tarihsel olması sebebiyle ceza ve muamelat hükümlerinin değişebileceği” iddiaları ile ilgili tartışmalar da aynı amaca hizmet etmektedir. Niyetleri farklı olsa bile. Ayrıca bu tartışmalar dinin zayıflatılmasına, tartışılabilir bir nesne haline getirilerek insanlar nezdinde saygınlığını yitirmesine ve toplum nezdindeki ulvi yerinin ayaklar altına serilmesine yol açmıştır.

Bu ülkede uzun yıllar kimi aydın, entelektüel ve edebiyatçılar arasında din konusundaki cehalet bile övünülecek bir vasıf olarak görülmüştür.

Yaşadığımız coğrafyada din her önüne gelenin istediği gibi, bilerek ya da bilmeyerek yorum yaptığı neredeyse tek alandır. En büyük hadsizlikler bu alanda yapılan yorumlarda görülmektedir.

Din alanında her türlü tartışmayı yapanlar, bunu kendilerine hak görüp, düşünce özgürlüğü maskesiyle ağızlarına her geleni rahatlıkla dile getirmektedirler. İtiraz edenleri ya da bu bağlamda yapılan eleştirileri ise hemen linç girişimiyle suçlamaları ayrı bir garabet örneğidir. Bu tür örneklere aldıkları rasyonalist/ pozitivist eğitimle,zihinleri batılı paradigma tarafından işgal edilmiş olan akademik camiada çok fazla rastlamaktayız.

Bir parantez açarak kısaca belirtmek gerekirse; Hermenötik, yunan mitolojisinin hakim olduğu bir ortamda, tarafından yüzlercesi yazılmış İncil’in/İncillerin yorumlanması için bir yöntem olabilir. Çünkü, bu İncilleri yazanlar da içinde bulundukları ortamdan etkilenerek meramlarını ifade edeceklerdir. Bu ifade etmeyi de kendi dağarcığındaki kelimelerle yapacaktır.  Hermenötik yöntem o dönemde yazılan kitaplarda yunan mitolojisine yapılan göndermeler sebebiyle şifre çözmek gibi bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımdan bize ne!

Bir metnin Hermenötik yöntemle ya da tarihselci yaklaşımlarla yorumlanabilmesi için metnin beşeri olması, beşeri oluşun tozuna toprağına bulanmış olması gerekir. Sözüm ona “çağdışı” görülen dinin hükümlerini savunmak veya “asrın idrakini İslam’a söyletme”adına bu çabaların iyi niyetli olduğunu varsaysak bile şunu söylemek gerekir; İslam, kuran, hadis ve benzeri her konuda söz söyleyecek olan ve kendisini de İslam dairesinde gören herkesin İslami usuller çerçevesinde ve Müslüman sorumluluğu ile meselelere yaklaşması elzemdir. İslam sınırları içerisinde olan bir kişinin sözün şehvetine kapılıp düşünce özgürlüğü adına her şeyi söyleme hakkı olamaz. Kuran’a “Muhammed’in Kitabı” diyen bir müsteşrik Hermenötik yöntemle kurana bakabilir, araştırmalar yapabilir. Müslüman olan bir kimsenin batılılara öykünerek bu yöntemi Kuran’a uygulayabilmesinin yolu  “Vahyin manası ilahi, lafız ise beşeridir” demekten geçtiği için mi acaba son günlerdeki tartışmalar? Çünkü böyle olunca her türlü atış/yorum serbest olacaktır.

Zihnen “müstağrip” olmayan, Kuran’ın mana ve lafız itibariyle vahyi olduğuna iman edip, Kitap ve sünnet birlikteliği ile hayata bakan bir mümin batıl/ı yöntemlere niçin ihtiyaç duysun?

İslam ve Kuran’ın hükümlerine tarihselci perspektiften bakanların üzerinde birleştiği husus; bireysel ahlaki esasların ve ibadetlerin değişmez olup evrensel olduğu, ancak kamusal hayata ilişkin esasların ise tarihsel olup zamanla değişebileceğidir. Ancak ne gariptir ki bu zevatın hiçbiri zina, LGBTİQ, pedofili ve benzeri konularda konuşmamaktadır. Bu konuyla ilgili kabul edilen yasalar aleyhinde tek cümle kurmamışlardır.(İstanbul sözleşmesi-6284 no.lu yasa) “Dinin sadece bireysel ibadetleri ve ahlaki yönü  evrenseldir” derler ama ahlakın toplumsal alana dönük yüzü tarihselcilerin hiç dikkatini çekmez veya bunu görmezden gelirler.

Ahkamı ahlaktan ayrılmayacak tek din ve dünya görüşü İslamdır.

Bir kısım teologlar/ilahiyatçılar ve lâik modernler, siyasi-toplumsal alanı önce dinden ve ahlaktan tamamen arındırdılar ve dini sadece bireysel ibadet ve ahlak alanına hapsettiler. Sonrasında ise din ve ahlak orada, o hapsedilmiş haliyle bile yalnız başına bırakılmadı. Parçacı, laik, batıcı ya da müstağrip kafalar ahlâkı da tartışmaya açmaya başladılar.

Eski Diyanet işleri başkanı Ali Bardakoğlu yaptığı bir konuşmada şöyle bir cümle sarf ediyor; “ahlakın din damarının kuruması veya dinin ahlak üretmemesi İslam dünyasının yegane sorunudur.”

Bu cümle dini bireysel ahlaka indirgeyen tarihselci zihniyetin bıraktığı yerden ahlakı da tartışmaya açmaktadır. Hem de en aşağılık ahlaksızların bile kanunla korunduğu bir zamanda. Öyle ki mahkemeye çıkarılan ahlaksız bir kadına/erkeğe hâkimin; örf, ahlak, gelenek vs. den söz ederek “utanmıyormusun” demesinin bile suç sayıldığı bir zamanda gündem edilmekte. Ahlâkın da Post modern bakışla göreceli hale getirilip buharlaştırıldığı bir zamanda sarf edilmekte; bu cümle.  Bu cümle ile ne anlatılıyor? Üstelik konuşma konusu da fıkıh-ahlak ilişkisi.

İstanbul Sözleşmesi bağlamında hukuk-ahlak ilişkisini niçin konuşmuyorsunuz? Her türlü ahlaksızlığın kanunla korunması hakkında şimdiye kadar ne söylediniz?

Bu cümlenizle neyi kast ediyorsunuz? Ahlakın pek çok damarı olup bir tanesi de dindir mi demek istediniz? Veya laiklik sebebiyle toplumsal alana dair öneri sunması bile yasak edilen din hiç olmazsa ahlaki alanda söz söyleyebilsin mi? Ya da dinin ahlaktan arındırılıp ahlaksızca bir dinin yaygınlaşması mı;  bu kastettiğiniz? Hangi anlamda olursa olsun bu cümle baştan aşağı sorunlu bir cümledir ve kasıtlı kurulmuş bir cümledir.

İlk insandan bu yana ahlâkın da hukukun da kaynağı dindir. Dinin dışında hukuk ve ahlak adına ne söylenmişse tamamı çakmadır, hepsi de kötü taklitlerdir.

Dinin ahlak üretmemesi değildir sorunumuz. Temel sorun laik ya da laikçe yaklaşımlarla ahlakı dinden, dini ahlaktan ya da hukuktan bağımsızmış gibi yorumlamaya çalışmaktır. Ahlakı yaşantının bizatihi kendisi olmaktan çıkarıp üretilebilecek veya tüketilebilecek bir nesne, düşünce ve eleştirinin bir nesnesi yapmaktır. Asıl sorun İslam ve ahlakı; siyaset, ekonomi, sosyal hayat, ibadet ,kültür, düşünce ve medeniyetten bağımsızmış gibi, mevcut sistem içerisinde Zülf-ü yâre dokunmadan konuşmaya çalışmaktır.

Bizde ahlak batıda ya da modern dünyada algılandığını gibi hukuktan bağımsız değildir. Hatta sadece bizde böyledir. Hukuktan bağımsız olmadığı gibi ibadet, siyaset, ekonomi, yönetim, aile, ticaret hayatı vs. alanlardan da bağımsız değildir. Ancak “paranın dini olmaz” cümlesini ısrarla tekrarlayan bir zihniyetten; para, ekonomi ya da siyasetin ahlakının olacağını söylemesini beklemek galiba boşunadır.

Temel problem varlığın/mahlukatın Allah’tan, vahiyden, dinden, ahlaktan, siyaset ve ekonomiden bağımsız olmadığını bilmemektir. Sorun bu bütüncül/tevhidi perspektife sahip olamama sorunudur.

Batılı kavramlarla zihinleri işgale uğramış teolog/ilahiyatçılar için sadece ahlak değil din ve Kur’an bile bir araştırma nesnesi, fikir jimnastiği nesnesi olabilir. Bir İslam aliminde olabilecek hassasiyetleri  teologlardan beklememek gerekir.

Ancak şunu sormamız gerekiyor; İslam adına ve sorumlu bir Müslüman olarak hangi ahlaksızlığa, siyasi irade ile ters düşmeyi göze alıp karşı çıktınız, itiraz ettiniz, hayır dediniz?

Tarihselcilerin  “İslam sadece inanç ve bireysel ibadet-ahlak yönüyle evrenseldir” dediği noktadan konuyu alıp ahlaka vurmak, “dinin ahlak üretememesinden” bahsetmek, “ahlakın din damarının kurmasından” bahsetmek acaba tesadüfi mi?

Kuranı bir araştırma nesnesi yaparak bazı çalışmalarda bulunmak, acaba ahlakı da bir yaşam değil araştırma ve tartışma konusu yapmayı beraberinde mi getiriyor?

Vesselam.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *