Fransa’da iktidar, artan toplumsal talepleri bastırmak için çareyi, son güvenlik yasası düzenlemesinde görüldüğü üzere daha güvenlikçi, sert ve gerektiğinde acımasız kararlar almakta buluyor.
Özgürlükçü Fransa’dan güvenlikçi Fransa’ya
Dr. Yaşar Demir / AA
Büyük umutlarla ve vaatlerle başkanlık koltuğuna oturan Emmanuel Macron belki de 5. Cumhuriyet’te en fazla hayal kırıklığı yaşanılan devrin başkanı olarak tarihe geçti. Özellikle ekonomide, sosyal barışta ve güvenlikte ciddi atılımlar beklenirken aksine eskisinden daha kötü bir Fransa’nın varlığını artık herkes kabul etmekte.
İlk olarak “Sarı yelekliler” diye tabir edilen grup, organize olmamalarına ve muhalefet partilerince de yeterince desteklenmemelerine rağmen yükselen ekonomik krize, emeklilerin maaşlarının kesilmesine, çalışma sürelerinin uzatılmasına, hayat pahalılığına ve daha birçok soruna itirazın sesi oldu. Başlangıçta çığ gibi büyüyen halk hareketinin, görüşmeler neticesinde 100 avroluk maaş zammına feda edildiği düşünülürken sokaklar yeniden alevlendi. Zira Fransa toplumunda her kesimin beklentileri farklı ve herkes çözüm beklemekte. Yabancılar artan ırkçılığa, İslam düşmanlığına ve nefret söylemlerine tepkili, emekliler, yıllarca yaptıkları fedakârlığın karşılığını alamamaktan muzdarip, polis dahil tüm emekçiler hayat standartlarının iyileştirilmesini bekliyor. İşte bu noktada doğal olarak oluşan bir halk cephesi niteliğindeki “Sarı yelekliler” tüm taleplerin momentumunu oluşturdu. Birçok kez sergiledikleri haklı eylemleri aniden ortaya çıkan terör saldırıları sonrasında adeta sabote edildi. Toplumun talepleri saldırılar gerekçe gösterilerek ötelendi. Son olarak da yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını yüzünden Fransa toplumu demokratik gösterilerine ara vermek zorunda kaldı.
İktidar sahipleri pandemiyi belki de toplumsal eylemlere karşı kalkan olarak kullanmayı düşünürken, eylemler yeniden başladı. Zira “mızrak artık çuvala sığmaz” oldu. Fransa toplumu aşırı sağcıların görmek istediği şekilde homojen bir toplum değil. “Fransa sadece Fransızlarındır” ideolojisi ütopya olmaktan öteye gidemedi. Hayallerde yaşatılan “Fransız olmak” kavramının acizliği ortada. “Bir gün herkes Fransızlaştırılacak” iddiası şöyle dursun, iktidar-halk ilişkilerinde meşruiyetin kaynağı olarak kabul edilen soyut toplumsal sözleşmenin üzerinde bile tam konsensüs sağlanmamış bir Fransa’ya doğru sürüklenildiğini görmek gerekiyor. Halbuki Jean Jacques Rousseau’nun ortaya koyduğu “toplumsal sözleşme” kavramı, halk-iktidar ilişkisini kuramsallaştıran ve iktidara da meşruiyet kazandıran bir olguydu. Gelinen noktada artık meşruiyetin kaynağı sorgulanır oldu.
Devlet ile toplum arasındaki ayrışma derinleşiyor
Çağdaş ve evrensel siyaset bilimine göre iktidar, demokrasilerde halka daha müreffeh bir hayat sunmak için kanun teklifleri hazırlar ve parlamenterler de özgür iradeleriyle teklifi kabul eder veya reddederler. Macron hükümetinin 20 Kasım 2020 tarihli “eğitim planlaması” başlıklı yasa tasarısında kullanılan şu ifade Fransa’nın hangi anlayışa evrildiğine önemli bir delil niteliğinde: “Akademik özgürlükler Cumhuriyet değerlerine bağlılık çerçevesinde icra edilecektir.” Kısacası hiçbir akademisyen özgür bir biçimde araştırma yapmamalı ve fikir üretmemelidir. Bu ifadeleri ancak Napolyon Bonaparte ya da Robespierre Fransa’sında görmek mümkündü. Neyse ki aklıselim sahibi üniversite camiasının tepkisi üzerine yasa metni makul bir hale getirilebildi.
Son olarak iktidarın artan toplumsal talepleri bastırmak için çareyi daha güvenlikçi, sert ve gerektiğinde acımasız kararlar almakta bulduğunu görmekteyiz. Gerekçesi ise artan suç oranları, şehirlerde ve yollarda meydana gelen gasplar ve terör saldırıları. Bunun neticesinde Ekim 2017’de iç güvenliğin bütçesi 1 milyar avro artırıldı ve 10 bin yeni polis alındı. Elbette devletlerin öncelikli görevlerinden biri de halkın huzur ve güvenliğini tesis etmektir. Ancak bunu yaparken bilimsel verilerden ve analizlerden yararlanmalı ve gereken adımları demokratik kurallar çerçevesinde atmalıdır. Özgürlük ve güvenlik arasındaki dengeyi bir sarraf hassasiyeti ile kurmalıdır. İdeal idare bunu gerektirir. Ancak nafile.
Demokrasinin beşiği, özgürlükler ülkesi, sanat ve estetiğin merkezi, birçok insanın yaşamak için hayal kurduğu Parisli Fransa’nın neden bu noktaya evrildiği sorusu zihinleri meşgul ediyor ve insan çoğu zaman cevap bulmakta zorlanıyor. Bu soruya komplo teorisi formatından azade bir şekilde cevap vermek birçok entelektüeli zorlayacaktır. Ancak toplum ile devleti idare edenlerin bağlarının kopmaya başladığı, seçilenlerin halkın refahı ve beklentilerini önceleyen bir siyaset gütmekten uzak olduğu tespitinde neredeyse herkes hemfikir.
İdareci-toplum ayrışması basına da yansımış durumda. Örneğin Rafale uçaklarını da üreten grubun sahip olduğu Le Figaro gazetesi ve yandaşları devletçi, uluslararası ilişkilerde katı milliyetçi bir çizgi takip ederken, Le Monde ve türevleri nispeten ılımlı tavır takınmakta, az da olsa halkın taleplerine yer vermekteler.
Son tahlilde Fransa’yı günlerdir kasıp kavuran “yeni güvenlik yasa tasarısı” bahsettiğimiz bu kopuşların mütemmim cüzünü oluşturur mahiyette. İktidar partisi Cumhuriyet Yürüyüşü Hareketi (LREM) üyelerinin neredeyse tamamına yakını tarafından imzalanan yasa tasarısı 32 maddeden oluşuyor. Maddeler incelendiğinde güvenlik güçlerine insanı dehşete sevk etmeye yetecek yetkilerin verildiği görülüyor. Mesela belediyeye bağlı bir polisin (zabıta) veya devletle ortak çalışan özel bir güvenlik görevlisinin mesnetsiz şüphesiyle bir insanın hayatı aniden değişebilir, dernekler soruşturmaya tabi tutulabilir ve kapatılabilir. Savaşta bile dokunulmayan, saygı gösterilen ibadethanelere hoyratça muameleler yapılabilir. Neredeyse tüm maddeleri sorunlu olsa da tartışma birileri tarafından 24. madde üzerinde yoğunlaştırıldı. Bu maddeye göre görevi başındaki güvenlik görevlisine mukavemet eden, onun veya teçhizatının fotoğrafını çeken ve yayınlayan, tehditkâr bir dil kullanan kişiler bir yıl hapis ve 45 bin avro para cezasıyla cezalandırılır.
Dolayısıyla artık Fransa’da kimse güvenlik güçlerinin hiçbir uygulamasına tepki gösteremeyecek, eylemini filme alıp mahkemeye sunamayacak. Kısacası vatandaş tamamıyla askerin polisin merhametine teslim olacak, onlarla herhangi bir ihtilafında, maruz kaldığı şiddeti belgeleme hakkına ve şansına sahip olamayacak. Bundan basının muaf tutulması takdire şayan! Bir olay anında polis şiddetine maruz kalan bir vatandaş ancak bir basın mensubunun görüntülemesiyle muhtemel yargılamada kendini savunabilecek. Onca kavga ve gürültüye rağmen 24 Kasım’da Millet Meclisi’ne sunulan yasa tasarısının ilk oylamada 577 milletvekilinden 388’inin oyunu alarak epey yüksek bir oranla kabul edilmesi manidar. Fransa’da her kanun tasarısının bu denli yüksek oylamalarla kabul edilmediğini herkes bilir. Yüksek katılımın Cumhurbaşkanı Macron’a grubunun bir jesti olduğu değerlendiriliyorsa da bu yüksek onay yüzdesini muhtemelen bir daha milletvekili olamayacak seçilmişlerin hodbinlikle halka gösterdikleri tepkinin sonucu olarak okumak da mümkün.
Giderek büyüyen sosyal ve ekonomik sorunlara eklenen, hürriyetleri kısıtlayan bu yasa tasarısı, Fransa’da geniş halk kitlelerinin tepkisini çekti. Paris başta olmak üzere Bordeaux, Lyon, Marsilya gibi şehirlerde polisle göstericiler arasında şiddetli çatışmalar meydana geldi. İçişleri Bakanlığı verilerine göre göstericilerden 81, güvenlik güçlerinden 98 kişi yaralandı.
Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek
Son olarak Paris’te 28-29 Kasım’daki olaylarda uygulanan şiddet bir leke olarak tarihe geçecek mahiyetteydi. Onlarca gösterici ve Suriyeli bir sığınmacı olan basın mensubu Amir el-Halbi polis tarafından şiddete maruz kaldı ve ciddi şekilde yaralandı. Burada Fransız basınının iyi bir sınav vermediğini belirtmek gerekir. Sosyal medyadaki görüntü ve fotoğrafların neden ulusal basında ve televizyonda gösterilmediği sorusuna verilecek cevap ne olabilir? Basın mensupları bile yaralanmışken neden daha rahat pozisyondaki meslektaşları buna tepki göstermediler? Başta Türkiye olmak üzere dünyanın değişik yerlerindeki toplumsal olayları canlı yayınlarla aktaran Fransa basını aynı hassasiyeti neden içeride göstermedi?
Fransa’daki demokrasi ve insan haklarının seviyesi, sosyal yapının mahiyeti ve hoşgörü ortamının ne denli yeterli olup olmadığı hususlarında ancak bu sorulara verilen hakkaniyetli cevaplar nispetinde bilgi sahibi olabiliriz. Nitekim gerçekleri yasalara ve yasaklara sığınarak saklamak asrımızda imkânsız hale gelmiştir.
Göstericilerin sayısının artmasıyla hükümet içinden de yasanın değiştirilmesine yönelik açıklamalar gelmeye başladı. LREM Grup Başkanvekili Cristophe Castaner yaptığı açıklamada 24. maddenin yeniden yazılmasının görüşüldüğünü bildirdi. Bu denli kritik yasal düzenlemelerde hükümetin istediği maddeleri Meclis’ten meşruiyeti zedelemeden geçirmek adına uyguladığı taktikler bilinir. Aslında maddelerin çoğu sorunluyken, içlerinden bir tanesini daha ağır ifadelerle yazıp sonra onu kısmen hafifleterek sorunlu bir yasayı Meclis’ten geçirmek, tam da halka ölümü gösterip onu sıtmaya razı etmek deyiminin karşılığıdır.
Toplumun temel beklentilerine ve ihtiyaçlarına uygun hizmetleri kolaylaştırıcı kanunlar yerine vergilerin artırıldığı, eğitim sisteminin gitgide zayıfladığı, öğretmenler arasında intihar vakalarının arttığı, işçi haklarında yıllardır ertelenen reformların rafa kaldırıldığı, orta ölçekli işletmelerin zor ayakta durduğu, gizli enflasyonun olduğu ve eğitim eksikliği sonucunda bazı basın kuruluşlarının da köpürtmesiyle toplumu oluşturan sosyal ve etnik gruplar arasındaki farklılıklara tahammül kavramının zayıfladığı bir Fransa’da insanların tepki göstermesinin önüne geçmek için yasa çıkarıldığı bir ortamla karşı karşıyayız.
Fransa’nın hal-i pürmelalini derinden incelediğimizde ortadaki sorunların daha büyük olduğunu görüyoruz. Bir devlete-topluma yön veren, nesnel, hakkaniyetli fikirleriyle huzur ve refahın inkişafını sağlayan entelektüellerin çoğunluğu sessiz kalırsa, onların sesi olması gereken basın haklıdan değil güçlüden taraf olursa o toplumu ilerisi için iyi bir akıbetin beklemediğini görmek gerekir. Böyle olduğunda devlet ceberutlaşacak, toplum sinecek ve en nihayetinde kendi karanlığının yanı sıra etrafına da zarar veren bir siyasi yapı ortaya çıkacaktır.
[Doktora derecesini 2010’da Strasbourg Üniversitesi’nde Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Fransa’nın Levant (Yakın Doğu) politikası üzerine yaptığı çalışmayla alan Dr. Yaşar Demir “Fransa’nın Yakındoğu Politikası” ve “Suriye ve Hatay” kitaplarının yazarıdır]
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *