Bugün insanoğlu bu krizleri aşacak kudreti kendinde bulmalıdır. Bulmak zorundadır. Tıpkı küllerinden doğan Anka Kuşu misali bunu başarmalıdır. Aksi takdirde kul olmayla kül olma arasındaki o kısır ve can alıcı eksende/yörüngede kaybolup gidecektir.
Ahmet Ferhat Öksüz
• Aynı’lığın Tezahürleri, Nörolojik Şiddet, Patolojik Hastalıklar ve Yorgunluk Krizleri
Şiddet tarih boyu kendini hissettiren bir kavram olmuştur. İlk çağlardan bu yana bu durum sürekli ve amansız bir şekilde artarak ve daha bir içselleşerek inkişaf etmiştir. İnsanın vahşi yönünün dışavurumu olan şiddet aynı zamanda bize insanın eğer kontrol edilmez ise ne kadar gaddar olabileceğinin de bir kanıtı olmuştur hep. Üstelik bu, kendine karşı olsa bile!
Günümüzde şiddet çok farklı ve ironik bir hâl almıştır. İçselleştirilmiş, dışardan değil de bilâkis direkt olarak içten gelen bir şiddet biçimi peydah olmuştur. Dıştan içe ya da öteki’nden ben’e olan şiddet bizatihi içten içe / ben’den ben’e uygulanır hâle evrilmiştir. İmmünolojik yani bağışıklık çağının tarih olduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar bu durumun aksi birçok hadise cereyan etse de görünen köy kılavuz istemiyor. Çağımız artık bakteri veya viral hastalıklar çağı değil. Bu çağ nörolojik hastalıklar çağı artık. Bütün bu yaşadığımız yorgunluk krizleri işte bu patolojilerin çok açık ve net bir şekilde bir göstergesi.
Depresyon, dikkat eksikliği, anksiyete, tükenmişlik sendromu… Saydığımız bütün bu nörolojik / patolojik rahatsızlıklar işte bu çağın getirdiği yeni şiddet türünün tıp dilindeki ifadeleridir. Bu şiddet türü dahiliyetinde herhangi bir yabancılığa, ötekiliğe yer vermez. Tek meziyeti aynı’laştırmaktır. Sürekli ve amansız bir şekilde her yere / her şeye nüfûz eden bu aynı’lıktır ki insanları hasta etmektedir. Birey, etrafında kendinin bir nevi kopyalarını gördükçe sinir krizleri geçirmektedir. Bütün benliği, içselliği darmadağın olmaktadır. Nevrotik krizlere gark olmaktadır. Toplumsallık dediğimiz kadim kavram / olgu iş bu şiddetin yol açtığı amansız durumlardan gün geçtikçe büyük ve geri dönülemez yaralar almaktadır, almaya da devam etmektedir.
Bu durum sadece insanları aynılaştırmakla kalmıyor. İnsanları aynılaştırdıkça içinde yaşanılan zamanı ve mekanı da, bunların görüntüdeki tezahürlerini de aynılaştırıyor. Galat-ı meşhurdur: “Her günümüz aynı geçiyor.” Bu ifade basit, sıradan bir ifade değildir. Bir realitenin en haklı ve yerinde ifadesidir. Günler, aylar, seneler, mevsimler… Her şey ama her şey aynı torna tezgahından çıkmış gibi geçip gidiyor. Hâl böyle olunca insanların neden tutunamadığı da ortaya çıkmış oluyor. Bu aynılık aynı zamanda son dönemdeki cinsel yönelimlerde de kendini gösteriyor. Üçüncü bir cinsel yönelim isteği, bu durumdan müstakil değildir. Baudrillard’ın ifade ettiği “trans-cinsellik” kavramı bu durumu ifade ediyor. Klasik erkek ve kadın rolleri kezâ immünolojik dönemin kalıntıları olarak görülüyor. Bu iki rol, bu çağ için birer sorun olarak teşkil ediyor algısı git gide tüm dünyada tabiri caiz ise sloganlaştırılıyor. Bu dönemde sürekli dillendirilen “farklılıklara saygı” söylemi ile aslında tam tersi manada elde olan, halihazırdaki farklılıklar kurban ediliyor. Oysa yapmak istedikleri kadın ile erkek arasındaki farkı ortadan kaldırıp her şeyi aynılaştırmak, düzleştirmek. Üstelik bu durum ifade edilirken özgürlük kavramının kendi de kurban ediliyor. Özgürlük, kendi başına baskının, zorbalığın, tahakkümün en derin tezahürü olup çıkıyor.
Bir diğer aynılık ifadesini/tezahürünü politikada müşahede ediyoruz. Politik alanda bugüne kadar belki de hiç görülmemiş bir aynılık kendini dışavurmuş durumda. Bu da muazzam bir tıkanıklığa ve de kokuşmuşluğa yol açıyor aynı zamanda. Bütün söylemler, eylemler ve dahi niyetler aynı. Herkes aynı yollarla gemisini yürütmenin peşinde. Dünyanın herhangi bir yerinde ifade edilen politik bir söylem aynı anda ve aynı şekilde değişikliğe uğramadan başka bir yerde karşılık bulabiliyor. Yorum yapma, eklemleme yahut tenkit oluşturma gibi hiçbir düşünsel süreçten geçirmeden tıpkı birer papağan gibi hep aynı şeyler konuşulup duruyor. Bu yüzdendir ki bir arpa boyu yol alınamıyor. Çünkü amaç artık yeni fikirler üretmek, yeni yollar bulmak ya da yeni bir şey söylemek değil sadece ve sadece aynıyı ikmal etmek, aynıyı devam ettirmekten ibaret.
Aynılık tezahürlerinden bir diğeri de estetik alandaki tezahürdür. Bugün şöyle bir bakalım çevremize. Estetikten söz edebilecek miyiz? Farkın, farklı olanın bir arada eridiği bir estetizm anlayışından söz edebilecek miyiz? Şehirlerimize bakalım. Sokaklarımıza, evlerimize… Birbirinden herhangi bir farkları var mı? Hayır tabii ki! Neden peki? Çünkü o şehirlerde, sokaklarda, evlerde yaşayan kafa hep aynı kafa da o yüzden. Kafa aynı olunca şehir, sokak, ev farklı olabilir mi? Tabii ki mümkün değil. Üstelik zaten kimsenin böyle bir derdi de yok. Kimse kendi zihinsel ve bedensel konformizminden zerrece ödün verecek salahiyette değil. Oblomovluk herkesin yüreğine işlemiş çünkü. Herkes çağdaş bir Oblomov artık. Bunu inkâra ne hacet. Bunun yanısıra herkes kendi içinde bir Gregor Samsa yaşatıyor. Böceklik ruhumuza işlemiş. Kafka bir asır önceden olanları çok iyi görmüş. Köleliğin yeni versiyonunu Gregor Samsa’nın şahsında ortaya koymuş. Fakat hala daha anlayamamışız ne yazık ki…
Küresel bir köy haline gelmiş dünyada bugün negatifin değil pozitifin, ifrat derecesinde bir pozitifliğin mağduru olan ve olmaya da en şedid derecede devam eden hasta ve yorgun bir insanlık mukim. Hiçbir farklılığa zerre-i miskal kadar tahammülü olmayan, canavarlaşmış bir dünyada hasta olmamak, normal olmak/kalmak sanki başlı başına bir hastalık gibi. Bütün mahremiyet hudutları mevcudiyetini, meşruiyetini yitirir duruma geldi, getirildi. Gayrımeşru olan sanki meşru imiş gibi bir garip/hastalıklı algı yaratıldı. Ve en nihayetinde hastalık hastası bir toplum teşekkül edildi.
İşte bu toplumdur ki yorgundur. Hem de bitimsiz, sonu olmayan, olmayacak bir yorgunluğun esiridir. Üstelik tam olarak bunun farkında bile değildir. Hiç durmamak halinde köleliğini kendi elleriyle üstelik bir de gönüllü olarak daha da tahkim etmeye devam etmektedir. Kendi kendinin katili olmaya can atmaktadır. Herhangi bir direnci kalmamıştır. Hiçbir insani ve vicdani mesele artık onun meselesi değildir. Onun önüne konulmuş tek ve biricik/yegâne hedef sürekli, hiç durmadan sermaye için ölesiye/kölesiye çalışmaktan ibarettir. Bu uğurda kendini yanmaya/burnout’a varacak kadar kaybetmiştir. Sonu ise bu haliyle kül olmayla sona erecek gibidir. Kul olmak elbette ki kül olmayı da en nihayetinde kendiyle beraberinde getirecektir.
Oysa bugün insanoğlu bu krizleri aşacak kudreti kendinde bulmalıdır. Bulmak zorundadır. Tıpkı küllerinden doğan Anka Kuşu misali bunu başarmalıdır. Aksi takdirde kul olmayla kül olma arasındaki o kısır ve can alıcı eksende/yörüngede kaybolup gidecektir. Tarih ki nice kırılma anlarına, başkaldırılara, devrimlere tanık olmuştur. Umut eden ve bu uğurda büyük bedeller ödemeyi göze alabilen bir insanı/insanlığı hiçbir gücün alt edemeyeceği gerçeğine odaklanmak ve bu odak noktasında tüm insanlığı birleştirmek, bu noktayı bir Nuh’un Gemisi olarak görmemiz gerektiği inancını taşımak ki bugün her zamankinden daha gerekli bir hâl almıştır. Eğer bu gerekliliği tüm insanlık olarak anlamaz ve yerine getirmez isek topyekûn bir yok oluşun finalde bizi beklediği senaryoyu da göz önünde bulundurmak gerektiğini de bilmeliyiz. Hiç yılmadan mücadele etmeliyiz. Ne de olsa hayat bir mücadeleden ibarettir…
Yazının birinci bölümü: Modern Zamanlarda Topyekûn Krizler – I
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *