MUHAFAZAKÂRLIK

MUHAFAZAKÂRLIK

Muhafazakarlık, günümüzde liberalizm ve sosyalizmle birlikte, özellikle Batı dünyasına damgasını vuran üç büyük siyasi doktrinden biridir.

Muhafazakarlık kavramı, genel olarak iki biçimde anlaşılabilir. İlki onun bir tutum anlamında kullanımıdır. Bu anlamda muhafazakarlık, değişime duyulan bir tepkiyi ifade etmek için kullanılır. Değişim karşıtlığını ifade etmek için bu kavramın kullanılması doğru değildir. Çünkü bunun sözlüklerdeki karşılığı “tutuculuk”tur ki bu tutum, liberalinden, muhafazakarından sosyal demokratına kadar pek çok insanda varolabilir. Bu bağlamda, bir tutumu tanımlamak için başvurulan bu yanlış kullanımın konumuzla ilgisi bulunmamaktadır.

İkincisi ki, konumuzla asıl ilgili olanı, muhafazakarlığın bir fikir ve ideoloji olarak sahip olduğu anlamı ifade eder. Bu anlamda muhafazakarlık, insanın akıl, bilgi ve birikim bakımından sınırlılığına inanan, bir toplumun tarihsel olarak sahip olduğu aile, gelenek ve din gibi değer ve kurumlarını temel alan, radikal değişimleri ifade eden sağ ve sol siyasi projeleri reddederek ılımlı ve tedrici değişimi savunan ve siyaseti, bu değer ve kurumları sarsmayacak bir çerçeve içinde sınırlı bir etkinlik alanı olarak gören bir düşünce stili, bir fikir geleneği ve bir siyasi ideolojidir.

Varolan durumu koruma eğilimi olarak muhafazakarlık -Samuel Huntington buna “durumsal muhafazakarlık” der- insan doğasının temel özelliklerinden biri olduğu gibi hemen her ideolojide bulunan bir özelliktir. Bu anlamda “sosyalist” muhafazakarlıktan ve “bürokratik” muhafazakarlıktan da bahsedilebilir. Diğer taraftan liberalizm ya da sosyalizm kadar net olmasa da, kapsamlı bir insan ve toplum anlayışına dayalı, doktriner diyebileceğimiz bir muhafazakarlık da söz konusudur. 

Muhafazakar düşünce sahipleri genellikle kendi yaklaşımlarını bir ideoloji olarak görmezler. Onlara göre liberalizm, sosyalizm ve milliyetçilik gibi ideolojiler, akıl yoluyla aklın çizdiği plana göre toplumu değiştirmeye yönelen toplumsal mühendislik projeleridir. Muhafazakarlık, soyut prensipler ışığında toplumu değiştirmeyi amaçlayan bu tür projelere karşı olduğu için de kendisinin bir ideoloji olmadığı iddiasını dile getirir.

Muhafazakarlık, Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan 18. yüzyıldan ve onu izleyen büyük sosyal, siyasi ve iktisadi altüst oluşların eleştirisinden başlatılabilir. En somut sonuçları ‘devrim’ biçiminde ortaya çıkan bu altüst oluşlar arasında özel bir önem taşıyan Fransız Devrimi, Aydınlanma döneminde belirgenleşen ve onun felsefi temellerine eleştiri getiren çok sayıda düşüncenin, iç tutarlılığı olan bir ideoloji oluşturacak biçimde bir araya getirilmesinin siyasi şartlarını sağlayan bir dönüm noktasını ifade etmektedir. Bu bağlamda muhafazakarlık, Fransız Devrimi’ne duyulan tepkiyle, bu devrimin felsefi ve fikri temellerini hazırlamakla suçlanan Aydınlanma filozoflarının fikir ürünlerine yöneltilen eleştirilerin vücuda getirdiği bir düşünce geleneği ve ideoloji olarak ortaya çıkmıştır.

Fransız devrimi ve onun arka planındaki Aydınlanma felsefesinin sorgulanması Avrupa’da muhafazakarlığın ortaya çıkışını tetikleyen temel siyasal olgudur. Muhafazakarlığın babası sayılan Edmund Burke, tezlerini Fransız Devrimi’nin eleştirisi üzerinden açıklamaya çalışmıştır. Bu görüşe göre, insan aklının gücü abartılmamalıdır. İnsan asla mükemmel olmayacak kusurlu bir yaratıktır. Dolayısıyla toplum da hiçbir zaman mükemmel ya da kusursuz olmayacaktır.

Muhafazakarlığa göre, toplumu aklın bulunduğu ilkelere göre yeniden şekillendirme girişimi, büyük bir başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkumdur. Muhafazakar felsefe, geleneksel değerleri koruma hedefi uğruna değişimi durdurmayı denemeyi düşünmez, onun kaçınılmaz olduğuna inanır. Önemli olan değişimin hızıdır. Madem değişim kaçınılmazdır bu tedrici/ılımlı olmalıdır. Muhafazakarlık, gideni yeniden geri getirmeyi, eskiyi geri getirmeyi amaçlayan reaksiyoner veya gerici gelenekten de çoğu zaman ayrılır. ‘Geleneği koruyarak değişim’ temel muhafazakar slogandır. Muhafazakar felsefe; din, ahlak, aile ve bazı durumlarda devlet, gibi kurumların sosyalleşme süreciyle sosyal düzenin sürdürülmesinde aktif rol almalarını ister.

Devlet tarafsız olamaz. Bu felsefenin arka planında, insanların eşit yaratılmadığı ve buna uygun olarak da eşit muameleye tâbi tutulamayabileceğini savunan hiyerarşik toplum anlayışı yatar. Birçok muhafazakarın ‘kanun önünde eşitlik’ ilkesini kabul etmesine karşın bu ilkeye liberaller gibi yaklaştıklarını söylemek zordur. Bunun yanında, muhafazakarlar, varolan geleneksel hiyerarşilerden, statülerden de rahatsızlık duymazlar. Herkesin hakları ve sorumlulukları vardır. Bunların yeni kuşaklara öğretilmesi ve uymayanların uyarılması gerekir.

Muhafazakar felsefe için özel mülkiyet ‘kutsal’ değildir fakat çok önemlidir. Mülkiyet kişinin kendisi ve ailesi için küçük ve özel bir dünya yaratmasını kolaylaştırır, güvenlik hissi verir. Keyfi siyasi müdahaleler söz konusu olduğunda sığınılacak bir kale görevi görebilir. Özel mülkiyet savunusu, muhafazakarlarla liberalleri birbirine yaklaştıran bir ortak nokta olarak görülebilir.

Liberallerden farklı olarak muhafazakarlar, siyasi otoriteyi ve devleti çok önemserken bunları liberaller gibi ‘gerekli şeytan’ olarak görmez ancak bu, devlete mutlak güven anlamına da gelmez. Devlet onlara göre, çoğu zaman mistik anlamlar da yüklenen bir mekanizmadır. Devletin iktisadi hayata müdahalesi söz konusu olduğunda liberallere göre çok daha fazla devletçi bir çizgide bulunurlar. Devlet yoksulları korumalı, sosyal harcamaları artırmalıdır, yoksa zengin-yoksul uçurumu sistemin tamamını tehdit edebilir. Üst sınıfların da -hakları kadar- sorumlulukları vardır. Ancak bu, devletin iktisadi hayatı kontrol etmesini talep etme aşamasına kadar gelmez.

Felsefe profesörü John Kekes’e göre; “Muhafazakârlık siyasal bir ahlaktır. Siyasaldır çünkü bir toplumu iyi yapan siyasal düzenlemeleri amaçlamaktadır, ahlakidir çünkü bir toplumun, içinde yaşayan insanlara iyi -başkalarını hoşnut eden ve yararlı- yaşamlar sürmesini sağlaması halinde, o toplumun iyi olduğunu kabul eder. Kısmen, muhafazakârların muhafaza edilmesi gereken bir kısım siyasal düzenlemelerle ilgili sık sık birbirleriyle ihtilafa düşmeleri gerekçesiyle, liberalizm ve sosyalizm gibi muhafazakârlığın da farklı versiyonları bulunmaktadır. Bununla birlikte, düzenlemelerin lehinde veya aleyhinde olmalarının nedenleri, düzenlemelerin ait olduğu toplumun geçmişinde bulunabileceğinden aslında aralarında hiçbir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Bu, muhafazakârların toplumun varsayımsal bir sözleşmeden veya hayali ideal bir düzenden veya tüm insanlık için yararlı olduğu sayılan şeylerden oluştuğu fikrini inkâr etmelerine sebep olmaktadır.”

Muhafazakarlık ve Devrim

İnsan doğasına ilişkin, liberal veya sosyalist iyimserliği reddeden muhafazakarlara göre, insanın ve toplumun tarihten, tecrübeden, dinden, gelenekten bağımsız olarak, salt akla dayanılarak mükemmelleştirilmesi imkansızdı. Bu dünya mümkün olabilecek en güzel dünya değildi ve onu daha iyi hale getirmek için kuşkusuz çaba göstermek gerekliydi; ama bir kişinin veya bir grup bireyin kavrayabileceğinin ötesinde karmaşık bir dünyada, uygarlığı var eden bu kurum ve değerleri bir yana iterek, salt akıldan hareketle toplumu yeniden kurmaya kalkışmak küstahlıktı. Dahası, buna kalkışmak, başka bir ifadeyle, bazı yönleriyle insanüstü bir yapı ve işleyişe yukarıdan müdahale ederek onu yeniden biçimlendirmeye kalkışmak, sadece faydasız bir girişim olarak kalmayıp, aynı zamanda zararlı da olacaktı. Yapılması gereken, yeryüzüne cenneti getirmek için yola çıkıp onu sonuçta cehenneme çeviren Kartezyen rasyonalizme -veya Hayek’in kullandığı bir kavramla “kurucu rasyonalizm”e- dayalı siyasi projelerle mücadele etmekti.

Devrimin toplumsal yapıya müdahalesiyle ortaya çıkacak olumsuz sonuçlar arasında, toplumu yaşayan bir organizma gibi bir arada tutan ve bireye bir sığınak oluşturan ara kurumların tahrip edilmesi tehlikesi de vardı. Fransız Devrimi, lonca gibi bazı kurumları tasfiye ederek, aile gibi diğer bazılarını ise devletin müdahalesine açarak bunu yapmıştı. Bu kurumların ve normların boşalttığı yeri devletin dolduracak olması ise, buna bağlı diğer bir tehlikeyi ifade ediyordu. Edmund Burke, “geleneksel toplumsal düzeni yok eden veya ciddi bir biçimde sakatlayan bu yasaların açtığı boşluğu devletin yeni silahlarının dolduracağı” uyarısında bulunuyordu.

Devrim ve radikal değişim arzusunun kaynağında, insanın mütevazi akıl kapasitesini kabullenmeyi reddedip, onun gücünü abartarak, dünyayı ona dayalı olarak yeniden biçimlendirmeyi öngören bir zihniyet mevcuttur. Bu zihniyetin temel özelliği, rasyonalizm ve onun siyasete uyarlanması vardır. Siyasetteki rasyonalizmin temel hatası ise, öngördüğü değişimin zorunlu kıldığı yeter bilgi şartını hiçbir zaman yerine getiremeyecek olması, dolayısıyla çok sayıdaki değişkeni ve bunların birbirleriyle ilişkilerini ihmal etmesidir.

Muhafazakarlığın insana bakışı

Bu tanımı açacak olursak, bir muhafazakar, her şeyden önce, mütevazı bir insan tahayyülüne sahiptir. Ona göre insan, yaratılışı veya doğası gereği sınırlı bir varlıktır. Bu kavrayış, özellikle Aydınlanma ile gelen insan anlayışına duyulan bir tepkiyi ifade etmektedir. Bilindiği gibi Aydınlanma, insana olağanüstü bir iyimserlikle bakmış, insana ve insan aklına temel, kurucu bir rol atfetmiş ve “aydınlanmış akla” sahip insanın dünyayı anlama ve dönüştürme potansiyelini alkışlamıştır. Ancak XVIII. yüzyıl filozoflarının pek çoğunun hararetle savunduğu bu yaklaşım, özellikle sonraki gelişmeler ışığında, bir tepki birikimini de beraberinde getirmiştir. 

Fransız Devrimi’nden sonra, özellikle Aydınlanma fikriyle beslenen ve kendilerinde şu veya bu yönde, bütün bir toplumu ve dünyayı dönüştürme kapasitesi gören lider ve kadroların, insanlığı içine sürükledikleri felaketler ve bu süreçlerde yaşanan acılar, zaman içinde belirginleşecek olan muhafazakar bir insan tasavvurunun da zeminini oluşturmuştur. Bu bağlamda bir muhafazakar, insana tarihten, gelenekten, dinden ve ona kimliğini veren diğer kurumlardan bağımsız bir biçimde bütün bir dünyayı anlayabilecek ve dönüştürebilecek kurucu bir özne gözüyle bakmaz. Tersine, ona göre insan mükemmel olmayan ve hiçbir zaman da olamayacak bir varlıktır ve ancak bu kurum ve değerlerle desteklendiği zaman güçlü olabilir. Edmund Burke’ün, “birey değil, tür bilgedir” derken kastettiği budur. Muhafazakarlığın bu insan tasarımının dini olan ve olmayan kaynakları vardır. Ona göre din, örneğin Hristiyanlığın “ilk günah doktrini”, insanın mükemmelleştirilemeyeceğini vurgular. Dindar olmayan veya ateist muhafazakarlar ise aynı sonuca, tarihi ve siyasi pratikten yola çıkarak ulaşırlar.

Muhafazakarlığın topluma bakışı

İnsan ve doğasıyla ilgili bu yaklaşım, bir muhafazakarın topluma nasıl baktığını anlamanın da anahtarıdır. Ona göre toplumu oluşturan değer ve kurumlar, insanın eksikliklerini gidermesi ve onun varoluşuna anlam kazandırması bakımından hayati bir önem taşır. Bu kurumların başında ise, “bireyin hafızası” ve “kalesi” olan aile gelir. Ona göre bireyin içine sığınacağı bu liman ne kadar sağlam olursa, toplum da o kadar güven içinde olacaktır. Aynı şekilde, gelenek gibi “zamanın testinden geçmiş ve kalımlılığını ispatlamış” olan diğer kurumlar da, sağlıklı bir toplumun yapı taşları anlamını taşır. Başta din olmak üzere, toplumu oluşturan bireye bir aidiyet duygusu kazandıran değer ve semboller de -hatta dogmalar bile- onun için önemlidir. Muhafazakar için bu değer ve kurumları koruma, toplumu bir aile gibi bir arada tutma kaygısı, zaman zaman onu paternalist*bir devlet anlayışına götürür. Çoğu muhafazakar için toplum bir aile gibidir. Onu bir arada tutan bağları korumak gerekir. Bu anlamda onun için, örneğin ekonomik bakımdan toplumda bir gelir uçurumunun ortaya çıkması, İngiliz politikacı Benjamin Disraeli’nin ifadesiyle toplumun “iki millet” haline gelmesi, endişe verici bir durumdur. Bu yüzden, klasik bir liberalden farklı olarak, zaman zaman “yeniden dağıtımcı (re-distributive)” iktisat politikalarına yakın durabilir.

Muhafazakar için aileden, dini olan ve olmayan cemaat yapılarına, hayır amaçlı geleneksel kurumlardan, ekonomik dayanışma amaçlı mesleki kurumlara kadar, bireyin içinde yer aldığı bütün bu ara kurumların siyasi bakımdan çok özel bir anlamı daha vardır. Bu kurumlar, yine Burke’ün ifadesiyle, bireyi siyasi otoriteye karşı koruyan “küçük müfrezeler” gibidir ve onların zayıflaması veya yokluğu durumunda birey, devlet karşısında “çıplak ve silahsız” kalır.

Bu yaklaşım, günümüzde demokrasiyi savunan farklı siyasi perspektiften pek çok bireyin de altına imza atabileceği güçlü bir argümanı ifade eder. Nitekim XX. yüzyılın en önemli muhafazakar düşünürlerinden, sosyolog ve tarihçi Robert Nisbet, Fransız Devrimi’nden sonra ara kurumların tahrip edilmesiyle, insanı ezen totaliter devletin ortaya çıkışı arasında anlamlı bir ilişkinin varlığını vurgular.

Muhafazakarlığın siyasete bakışı

Muhafazakarın siyasete bakışı, insana ve topluma ilişkin bu yaklaşımların doğal bir sonucunu veya mantıksal bir uzantısını ifade eder. Muhafazakarların sempatiyle baktıkları kurum ve değerlerin devlet eliyle tasfiye edilmeye çalışılması, toplumsal dokuyu bozması, onun doğal veya kendiliğinden gelişimine zarar vermesi ve öngörülemeyen olumsuz sonuçlar ortaya çıkarması bakımından adeta bir cinayettir. Bu yüzden muhafazakar, otorite ve hiyerarşiye sempatiyle bakmakla birlikte, siyasi otoritenin bu değer ve kurumlara müdahale etmesine veya yukarıdan aşağıya onları yeniden biçimlendirmeye kalkışmasına karşıdır. Örneğin devlet otoritesine duyduğu saygı, onun ailenin sınırını ihlale kalkışması durumunda biter ve bu aşamada muhafazakar aileyi savunur.

Sonuç olarak muhafazakar, siyasete sınırlı bir etkinlik alanı olarak bakar. Ona göre siyasetin amacı hiçbir zaman “yeni bir toplum yaratmak” olamaz. Siyaset, toplumun ortaklaşa yaşamdan kaynaklanan sorunlarını çözmeyi mümkün kılması bakımından faydalıdır; ama “ideolojik siyaset” olmamak kaydıyla. Bu anlamda muhafazakar, devrimi sevmez ama reform veya ıslahat fikrine sıcak bakar. Tedrici (gradual) değişimi savunur.

Sonuç

Bu özellikleriyle muhafazakarlık, günümüzde liberalizm ve sosyalizmle birlikte, özellikle Batı dünyasına damgasını vuran üç büyük siyasi doktrinden biridir. Yukarıda anlatılmaya çalışılan şekliyle bu fikirleri taşıyanlar, siyasi bakımdan kendilerini genellikle muhafazakar olarak adlandırırlar. Bu temel görüleriyle muhafazakarlık her ülkede farklı renkler alır. Çünkü her ülkenin muhafazakarlarca değerli ve korunmaya layık olan kurum ve değerleri farklıdır. Ancak insana bakışları, değişen içerikleriyle bu ara kurumlara duydukları saygı, tedrici değişimden ve sınırlı siyasetten yana oluşlarıyla, en azından düşünce stili ve siyasi tarz açısından, dünyanın her yerindeki muhafazakarlar ortak bir paydada buluşurlar. Bu ana akım muhafazakarlığı klasik muhafazakarlık olarak adlandırmak ve onu, benzer etiketler taşıyan diğer akımlardan ayırmak mümkündür.

1. Muhafazakarlığın bir siyasi ideoloji olarak yeni yeni tanınmaya başlandığı geçmiş yıllarda, İngilizce “conservatism” kavramını “tutuculuk” olarak tercüme edenler olmuştu. Ancak son yıllarda, kavramın gittikçe netleşmesi ve onu sahiplenenlerin ortaya çıkıp kendilerini “muhafazakar” olarak tanımlamalarıyla birlikte bu kavram kargaşası aşıldı.

2. Muhafazakar anlayış devlete, halk ile devlet arasında aracılık yapan kurum ve değerleri koruma konusunda görev yüklemesine sebep olur. Bu “görev”i abartan muhafazakarların, ister istemez otoriteryen bir siyasi rejime savruldukları da görülür. Bu konuda siyaseti ve devleti göreve çağırmayan, devlete müdahaleden kaçınma ödevi yükleyen daha liberal muhafazakarlar da vardır. Bununla birlikte devleti “göreve” çağırmak, muhafazakarların yaygın biçimde sahip oldukları bir özellik olarak, sonuçta onların da şikayet edecekleri durumların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Çünkü müdahale konusunda meşruluk onayı alan siyasi otorite, pekala muhafazakarların hiçbir biçimde onaylamayacakları yönde uygulamalara da imza atabilmektedir. Bu durum, muhafazakarların yumuşak karnını oluşturmaktadır.

3. Ama yine topluma ilişkin kaygıları sebebiyle, ülkenin ekonomik refahının yükselmesi ve gelirin genel artışıyla toplumun her kesiminin bundan alacağı payın artması için liberal iktisat politikalarını da destekleyebilir. Örneğin sosyal harcamaların üretim maliyetlerini artırdığına, bunun da ihracatı olumsuz etkilediğine sonuçta ülkenin refah kaybına uğradığına ikna olursa, aynı hararetle piyasaya devlet müdahalesine karşı çıkar. Bir liberal veya bir sosyalist için tutarsızlık olarak görülebilecek bu durum, bir muhafazakar için normaldir.

4. Örneğin 1960’lardan itibaren, özellikle ABD’de ortaya çıkan “neo-muhafazakarlık”, klasik muhafazakarlar tarafından bir “sapma”, hatta bazılarına göre “tamamen farklı bir ideoloji” olarak görülür. Bununla birlikte neo-muhafazakarlık, başta ABD olmak üzere birçok ülkedeki muhafazakar partiler arasında (örneğin Amerika’da Cumhuriyetçi Parti’de) egemen siyasi fikirleri ifade etmektedir.

Türkiye açısından muhafazakarlık

Osmanlı döneminden itibaren bakılacak olursa, II. Meşrutiyet’ten sonra muhafazakarlık kavramının gelişmesi için uygun bir zemin oluştu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetime el koyması ile birlikte Fransız Devrimi’nden etkilenerek toplumlar arası sosyoloji farkını çok gözetmeden Fransa’da varolan devrim sonuçlarının aynısını Osmanlı toplumunda varetmeye çalıştılar. Bu durum Burke’ün deyimiyle Osmanlı aydınlarının ülkeyi “fethedilmiş bir ülke” gibi görmelerini sağladı. Reşat Nuri Güntekin’in ideolojik romanı Yeşil Gece’nin Kemalist öğretmen tipi Ali Şahin ise, dönüştürmek istediği ve kendi isteğiyle gittiği “sokakları evliya kandilleriyle donanmış”, “softa yatağı” bir Anadolu kasabası olan Sarı Ova’yı gördüğünde “Bizim muharebe meydanı göründü” demesi Burke’ün sözünü haklı çıkarmaktadır.

Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in, toplumu modernleştirme çabaları da yine aynı şekilde “muharebe meydanı” mantığında devam etmiştir. Halk oyunlarının yerine bale eğitimi verilmesi, Türk müziğinin yasaklanıp yerine Batı müziğinin zorunlu koşulması, ezanın Türkçe okutulması, balolarda eşlerin kendi eşleri dışındakilerle dans etmeye zorlanmaları vs. tepeden inme kanunlar ve o kanunlarla yasaklanan birçok şey. Doğal olarak Kemalizmin bu modernleştirici “inkılapları” daha sonra adı muhafazakarlıkla anılmış olan partilerce de aynen devam ettirilmiştir. Din sosyal hayattan tamamen el çektirilmiş ve dini kurumlar devletin memuru olarak atanmıştır.

Cumhuriyet yenilikçiliğinin Osmanlı’dan belki en belirgin farkı, yalnız yeniyi kurmaya çalışmakla yetinmemesi, “eski” ve “işe yaramaz” olarak değerlendirdiklerini de ortadan kaldırmayı programın önemli bir parçası haline getirmesidir. “Radikalizmi” daha çok burada göze çarpmaktadır. Osmanlı döneminden kalma, koleksiyoncularda hala bulunan, alafranga ve alaturka saatlerin yanyana çalıştığı eski cep saatleri Osmanlı Batılılaşması’nın simgesi gibidir. Bu iki saat yan yana durur. Cumhuriyet ise bunlardan birini -genellikle yasak ederek- ortadan kaldırır. Bu yaklaşımın sonucunda, bir tür muhafazakarlık, toplumda fiilen yasak olmuştur ki, dünyada bunun benzeri yalnızca komünizmi kurmaya karar veren toplumlarda görülmüştür. Resmen yasaklamak elbette mümkün olamazdı; ama resmi ve yarı resmi yasaklar birikimi, muhafazakarlığı eni konu yasak hale getirmiştir. Bunun sonuçları da günümüze kadar uzanmıştır. 

Bir Müslüman şahsiyet için muhafazakarlık kavramı, geleneği korumak anlamında olumlu gibi görünse de pek çok olumsuz yanlara sahiptir. Öncelikle şunu ifade edelim ki, Kur’an’ın hitap ettiği topluma dönük diline baktığımızda, cahili Arapların iyi olan geleneklerini onaylamış kötü olan geleneklerini ise reddetmiştir. İslam, bir muhafaza dini olmaktan çok tevhid ve adaletin toplumlarda tesis edilmesi için varolan bir dindir. Toplumlarda vahyin kabul ettiği, onayladığı iyi davranışlar mevcutsa -ki bu hangi toplum olursa olsun farketmez- bu davranış biçimlerinin muhafaza edilmesine İslam ses çıkarmaz. Bu anlamıyla baktığımızda eğer bu durum muhafazakarlık olarak anılacaksa sorun yoktur. Ama geleneğin yasalaştırdığı bir takım davranışlar vahye aykırı ise İslam o vakit hakikatın inşası için devrime müsaade eder. Örneğin cahili Araplarda evlatlığın hanımı ile evlenilmesinin haram kılınmasını, bu evlenme konusunda herhangi bir beis görmediği için İslam helal kılarak o dönemin Arap toplumlarınca muhafaza edilen bir inanışı yıkmıştır. Yani bu konuda muhafazakarlığa karşı çıkmıştır. Bu durumda bir Müslüman muhafazakar olamaz. Çünkü muhafazakarlık bir toplumun yalnızca olumlu anlamda değil olumsuz anlamda da değişimine karşı değildir. Karşı olduğu şey değişimin yalnızca hızıdır. Müslümanın muhafaza etmesi gereken şey ise yalnızca Allah’ı razı edecek davranışlardır. Bu muhafaza biçimi ise Batı’nın “conservatizm” kavramının karşılığı değildir. 

Şuan hali hazırda Türkiye’de muhafazakarlık denilince laik-kemalist ideolojinin biraz dinle harmanlanarak topluma sunulması anlaşılmaktadır. Bugüne kadar ismi muhafazakarlıkla anılan tüm siyasi partiler, hakikatin/tevhidin muhafazasından çok, beşeri/tağuti bir sistemin ayakta kalmasını muhafaza etmişlerdir. Doğal olarak bu anlamda muhafazakarlık, müslümanın şiddetle kaçınması gereken bir yaklaşımdır. Muhafazakarlık, Müslümanların yavaş yavaş sekülerleştirilmesi için kullanılan bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de sol görüşlü kimseler sol partiler aracılığıyla; sağ görüşlü kimseler de “İslamcı” görünümlü partiler eliyle sisteme entegre edilerek tüm iddialarından uzaklaştırılmışlardır. Bu görüş sahiplerinden geriye kalan yalnızca bir kısım “demokratik” hak talepleri olmuştur. Türkiye’de sol partiler de sağ partiler de, ortaya çıktıkları ilk günden itibaren muhafazakardırlar ve bu ülkede dünyevileşmeyi yavaş yavaş topluma yerleştirme mücadelesi vermektedirler.

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *