İslam dünyası toplumları, tarihin son birkaç yüzyılını bir yanda ideolojik-ırkçı seküler hegemonyaya, bir diğer yanda da, içeriden maalesef, otoriter-popülist-politik konformist hegemonyaya maruz kalarak, İslami özgürlüklerini kaybederek geçirdiler.
Atasoy Müftüoğlu
İslam’ın ilk yüzyıllarında Müslümanlar, çokuluslu, uluslararası, kıtalararası, bilimlerin ve sanatların zirvede olduğu, ufuk açıcı, çığır açıcı bir medeniyet oluşturdular, ufuk açıcı, çığır açıcı düşünürler, bilim adamları, sanat adamları yetiştirdiler. Müslümanların içe ve geçmişe kapanmalarıyla birlikte (12-13. yüzyıllar sonrası) İslam, bizzat Müslümanlar tarafından etkisiz hale getirildi. İslamın vulgarize edilmesiyle birlikte, İslamın içi boşaltılmış oldu. Müslüman halklar eleştirel bir tarih bilinci yerine, hamaset-fetih-kahramanlık öykülerinden oluşan bir tarih yaklaşımına sahip oldukları için, geçmişle yüzleşme-hesaplaşma ihtiyacı duymuyor.
Kur’anı Kerim’den bir dünya görüşü, bilgi ve hayat felsefesi-pratiği-perspektifi üretebilecek kadrolara sahip bulunsaydık, bugün, karşı karşıya bulunduğumuz çok ağır sorunların/yenilgilerin/edilgenliklerin/teslimiyetçiliklerin ve musibetlerin kendi yapıp ettiklerimizle yakından ilgili olduğunu biliyor olacaktık. Vulgarize edilmiş bir İslam algısının etkili bir geleneğe dönüşmesiyle birlikte, İslam toplumları, kıtalararası bir medeniyet-bilim-sanat dünyasından, tek bir etnik toplulukla özdeşleştirilen ulus-devlet milliyetçiliklerine, yerli-milli bir folklore doğru savruldular. Sözünü ettiğimiz milliyetçilikler ve folklor, İslam toplumlarında duygusal manipülasyonlar ya da, duyguların sömürülmesi yoluyla sistematik bir biçimde sürdürülüyor, sürdürülebiliyor. Duyguların ve korkuların hakimiyeti aklı işlevsiz kılıyor. Müslüman halklar her durumda bir belirsizlik ve korku ikliminde yaşıyor.
Hangi toplumda olursa olsun, akılla bilinç, kararlılık, sorumluluk arasında; edilgenliklerle, duygusallıklar ve bilinçsizlik arasında çok yakın bir ilişki vardır. İslam toplumlarında resmi öykülerin, resmi doğruların tahkim edilebilmesi için, duygusal manipülasyonlar yoğun olarak kullanılırken, emperyal-emperyalist egemenliklerin tahkim edilebilmesi için de, ideolojik dil ve bilgi propoganda aracı olarak kullanılıyor.
Bugünün tarihi, ideolojik tahakküm ve çıkarların/ihtirasların tahakkümü temelinde ilerliyor. Bilim ve teknoloji de, ideolojiler ve çıkarlar için fütursuzca araçsallaştırılabiliyor. Hakikat sonrası çağ, postmodernliğin göreliliği meşrulaştırmasıyla birlikte başlamıştı. Görelilik, herkesin kendine özgü bir gerçekliğe sahip olabileceği görüşü, neoliberal gerçekliğin “her şey mubah” yaklaşımıyla bütünleşince, bütün yalanlar, yalancılıklar, sahtelikler vb. normalleşti, sıradanlaştı. İslam dünyası toplumlarında halklar gelenekler yoluyla köleleştirilirken, Batı dünyasında halklar ideolojik-ırkçı klişeler yoluyla köleleştiriliyor. Gelenek, yanlış bir itaat algısıyla bütün kuşakları üretken olmaktan, eleştirel olmaktan alıkoyarak etkisiz hale getirebiliyor.
Güç yasalarının, güç felsefesinin tek gerçek haline geldiği/gelebildiği günümüz dünyasında uygarlık ve barbarlık tanımları bütünüyle muğlak/belirsiz/göreli hale gelmiştir. İdeolojik ve ırkçı amaçlarla sömürülen bilim ve teknoloji, insanlık sorunlarıyla ilgilenmek yerine, tahakküm sorunlarıyla ilgileniyor. Bütün insanlığı ilgilendiren, hiç bir ahlaki bağlayıcı ölçütün kalmadığı bir dünyada, kuşkusuz uygarlıktan söz etmek kadar büyük bir saçmalık olamaz. Herkesin kendi kaderi ile başbaşa kaldığı uygarlık sonrası, hakikat sonrası tarih, bugün, küresel bir istikrarsızlığın, kabûs’un, belirsizliğin tezahürü olan “koronavirüs” salgınının dayattığı büyük/derin yalnızlıklara, büyük/trajik tecrit’e dayalı yeni bir hayat tarzını tecrübe ediyor.
İslam dünyası, toplumlarında, otoriter politik-popülist liderler, ya da otoriter-popülist dini liderler her konuda, her şeyin en iyi, en doğru olanını bildiklerini iddia ederek, halklar adına düşünüyor ve halkları düşünme yükümlülüğünden/sorumluluğundan kurtarıyor. Sözünü ettiğimiz liderlerin her şeyin en iyisini/doğrusunu bildiklerine inanıldığı için, İslam toplumlarında özeleştiriye-eleştiriye hiç bir şekilde ihtiyaç duyulmuyor. Özeleştirinin-eleştirinin erdemli olmakla, bilge olmakla yakından ilgili olduğu, özeleştiri ve eleştiri yokluğunun kibir ve istikbarla ilgili olduğu her nasılsa hiç mi hiç hatırlanmıyor. Günümüzde, sözünü ettiğimiz kibir ve istikbar sebebiyle, İslam toplumlarında, aziz İslamın, siyasal/kültürel/entelektüel/felsefi gücü-etkisi ve işlevinden söz edilemezken, geleneğin belirleyici ve tayin edici etkisi-işlevi canlılığını koruyor. Bu nedenledir ki, İslam toplumlarında, halklar, geleneğin özgürlüğünü, İslamın özgürlüğü sanıyor. Geleneğin özgürlüğü ile aldatıldığımız için, İslamın özgürlüğünü savunma, İslamın özgürlüğü adına mücadele etme ihtiyacı duymuyoruz.
Geleneğin özgürlüğünün, İslamın özgürlüğü olduğuna ikna edildiğimiz için, sömürgeci tahakküme dayalı bilgi/dil/siyaset yoluyla sürdürülegelen kuşatmayı, bu dil/bilgi/siyaset tarafından mutlaklaştırılan kavram ve kurumların dayatmalarını hiç bir şekilde hissetmiyoruz. Düşünce hayatımız, kültür hayatımız, ilahiyat hayatımız bu dayatmaları içselleştirmiş bulunuyor. İslamın kolonyalist çıkarlar/tahakküm doğrultusunda tanımlanması, etkisiz-işlevsiz kılınması, bir folklöre dönüştürülmesini, aklı-bilinci edilgen kılan geleneğimiz hayati bir sorun olarak görmüyor. Bu nedenledir ki, bugün, İslam toplumlarında, Batı’nın çıkarlarına hizmet etmek üzere üretilen bilgi’nin yardımıyla, İslam’a meşruiyet alanı açmaya çalışıyoruz. İslam dünyası toplumlarında kolonyalist-seküler bilgi’nin küresel iktidarının sürdürülebiliyor olması konusu, hiç bir zaman, otoriter, popülist, politik kadroların temel meselesi olmadı. Bugün, bütün bir Batı dünyası, İslama karşı ideolojik bütünlüğünü ne pahasına olursa olsun koruyor, korumaya çalışıyor. Bu ideolojik ve ırkçı bütünleşmeden etkili dersler çıkarması gereken İslami bünye ise, paramparça olma durumunu, her nasılsa sürdürebiliyor.
İslam dünyası toplumlarında/ülkelerinde, İslami özgürlük sorunu, politik demagojiler ve patolojik politik uygulamalar sebebiyle hiç bir şekilde gündeme gelmiyor, getirilemiyor. Müslümanlar olarak, ilahi hakikati, nitelikleri temsil onurunu-yeteneğini kaybettiğimiz, dini ya da politik popülizmleri, duygusallıkları, duygusal manipülasyonları, niteliksiz-ehliyetsiz-liyakatsiz varoluşları, ilişkileri, pratikleri ahlaki sorgulamalara tabi tutmadığımız için, her tür popülizm, hamaset, duygusallık ve bayağılaşma bugünün “hakikati” haline geliyor, gelebiliyor. İslam dünyası toplumları, tarihin son birkaç yüzyılını bir yanda ideolojik-ırkçı seküler hegemonyaya, bir diğer yanda da, içeriden maalesef, otoriter-popülist-politik konformist hegemonyaya maruz kalarak, İslami özgürlüklerini kaybederek geçirdiler. Dışarıdan ve içeriden maruz kaldığımız her iki hegemonya biçimi de, hakikatin tekelini ellerinde tuttuklarını iddia edegeldikleri için, halklar, nesnel olgulara/hakikatlere hiç bir zaman gereği gibi nüfuz edemiyor.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *