BATI’NIN ONULMAZ HASTALIĞI: IRKÇILIK

BATI’NIN ONULMAZ HASTALIĞI: IRKÇILIK

“Bu dünyada kimsenin kimseye üstünlük taslamaması, hele hele de insanların doğuştan getirdiği özelliklerinin bir üstünlük ya da eksiklik vesilesi olmadığının bilinmesi gerekir.”

25 Mayıs 2020 tarihinde Amerika’nın Mineapolis kentinde George Floyd isimli bir siyahi, polis tarafından uygulanan şiddet sonucu korkunç bir şekilde hayatını kaybetti. Beyaz polis memuru gözaltına almak için yere yatırdığı siyahi adamın boynuna diziyle 8 dakika 46 saniye boyunca baskı uygulamış ve zavallı adam, “I can’t breathe” (nefes alamıyorum) inlemeleri arasında ölmüştü. Bu olay elbette ki ilk değildi ve sonuncu da olmadı, Floyd’dan sonra da polis tarafından öldürülen siyahiler oldu. Amerikan polisinin siyahi ya da diğer göçmen gruplara uyguladığı benzer şiddet ve öldürme olaylarına sıklıkla tanıklık ediyoruz. 

Floyd cinayetinin görüntüleri internet üzerinden yayılmaya başlayınca Amerika’da yaşayan siyahiler ve onlara destek veren diğer gruplar ırkçılık karşıtı söylem ve gösterilerle sokaklara döküldü. Bir yandan ‘barışçıl’ gösteriler düzenlenirken diğer yandan yakıp yıkıp yağmalayan gruplar ortaya çıktı. Olayların büyümesiyle birlikte diğer Batılı ülkelerde de ırkçılık karşıtı protestolar başladı. ABD’de birkaç eyalette, Başkan Trump onaylamasa da, belediye başkanları protestocularla yan yana geldi ve bu sayede olayların ateşini, en azından kendi bölgelerinde düşürmeyi başardılar. Son günlerde özellikle Amerika ve İngiltere’deki eylemlerde ırkçılığın ve köleliğin simgesi olan kişilerin heykelleri göstericiler tarafından hedef alınmaya başladı. Bu olaylara bir süre sessiz kalan Amerikan yönetimi Trump tarafından imzalanan bir kararname ile heykellere yapılan saldırıların faillerine hapis cezası uygulanacağını ilan etti.

ABD ve birçok Avrupa ülkesiyle Avusturalya’da, yaşanan bu ırkçı olaylar karşısında insanların zaman zaman yükselen itirazları bu sorunun çözümü için asla yeterli değildir. Zira bu karşı çıkış içerisinde olan kalabalıklar, sorunun kaynağı olan sistemler karşısında organize olamamakta ve ancak yapılanlara duydukları kızgınlık ve öfkeyi açığa vurmaktadırlar. Bundan öteye geçmeleri de mümkün olmayacaktır kanaatindeyiz. ABD’nin polis teşkilatında yapacağı yüzeysel reformlar ve yıkılan birkaç heykel ile bu sorunun çözülmesini beklemek saflıktır. Çünkü günümüz egemen ulus devletlerinin üzerinde kuruldukları ideolojilerin kaçınılmaz bir sonucudur ortaya çıkan manzara.

Hemen her yıl birkaç farklı olayla dünyanın gündemine girmekte olan ırkçılık meselesi ‘muasır medeniyet’in genlerinde vardır. Dikkatinizi çekmiştir mutlaka, günümüzde ırkçılık meselesi hemen hep Batı ülkelerinde ortaya çıkmaktadır. Bu ülkelerdeki mevcut devletlerin nasıl kurulduğu, hangi ideolojilere dayandığı, sahip oldukları zenginliği nasıl elde ettikleri gibi sorulara doğru yanıtlar verildiğinde meselenin kaynağı daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyoruz. 

Dünyada ırkçılık genel anlamda, bir ırka mensup olanların kendilerini diğerlerinden üstün görmesi ve bunun doğal bir sonucu olarak da diğerlerine tahakküm etme, onları hakir ve hor görme, kaynaklarını gasp etme, gerekirse köleleştirme hakkını kendilerinde görmelerinden kaynaklanmaktadır. Hatta bunu meşhur evrim teorisi ile meşrulaştırmaya, normalleştirmeye çalışanlar bile bulunmaktadır. 

Malum evrim teorisi içerisinde ‘natural selection’ (doğal seçilim) denilen bir mekanizma tüm türler için kimin yok olacağı ve kimin hayatta kalacağını belirlemektedir. Bu mekanizmaya göre güçlü olan ve kaynaklara erişmeye devam edenler hayatta kalırken zayıflar yok olmakta ve güçlüler hayatta kalmaktadır. Bir başka deyişle silaha, teknolojiye, ekonomik kaynaklara ve bilgiye sahip Batılılar, dünyanın geriye kalan çoğunluğuna tahakküm etme, yer altı ve üstü zenginliklerini sömürme, bu insanları doğrudan ya da dolaylı olarak köleleştirme hakkına ‘doğal’ olarak sahiptir.

Irkçılık insana asla yakışmayacak aşağılık bir duygudur. Rabbimiz insanları kavimler halinde yarattığını ve bunu da birbirimizi tanıyalım diye yaptığını vurgulamaktadır Kur’an’da. Bu sayede kavimler arasında farklılaşan dil, kültür ve yaşam biçimleri bir sorunun kaynağı değildir, tam aksine büyük bir zenginliktir. 

İslam, zayıfları ve ihtiyaç sahiplerini koruyup kollamayı, onların da Allah’ın nimetlerinden hak sahibi olduğunu söyler bize. Yokluk gibi varlığın da bir imtihan olduğunu, insanın sahip olduklarının arttırılması ve eksiltilmesi vesilesiyle sınavdan geçeceğini bildirir Kur’an. Müslümanlar üstünlüğün ırkta ya da herhangi bir ulusun mensubu olmakta değil, takvada olduğunu bilir ve takvanın da bu dünyada ölçülemeyeceğini, sadece Allah katında bir karşılığının olduğuna inanırlar. 

Rasulullah (a.s) veda hutbesinde, “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.” şeklinde meseleyi en güzel biçimde açıklamıştır.

Öyleyse bu dünyada kimsenin kimseye üstünlük taslamaması, hele hele de insanların doğuştan getirdiği özelliklerinin bir üstünlük ya da eksiklik vesilesi olmadığının bilinmesi gerekir. İşte hayata bu bakış açısı ile yaklaşan birinin ırkçılık ya da benzeri hastalıklara kapılmasına imkan ve ihtimal yoktur. 

İSLAM İKTİSADI TARTIŞMALARI

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde 12. Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Konferansı’nda dile getirdiği “İslam iktisadı krizden çıkışın anahtarıdır” söylemi ile yeni bir tartışma başladı. Tartışmaya ilgili ilgisiz, yeterli yetersiz pek çok kişi katıldı. Kimileri İslam İktisadı diye bir şey olmadığını, kimileri de varsa bile tarihin tozlu sayfalarında kaldığını ileri sürdü. Var diyenlerinse mevcut modern kapitalist sistemin ötesinde ya da sosyalist özenti ve esintiler dışında söyleyip dile getirebildiği pek bir şey olmadı.

Bu konunun hakkıyla tartışılabilmesi için öncelikle bazı temel hususların aydınlatılması gereklidir. Ekonomi nedir, ekonomi-politik nedir, ekonominin bir ideolojisi var mıdır gibi temel sorular yanıtlanmadıkça tartışmaya doğru bir noktadan katılmak mümkün görünmüyor. 

Ekonomi, Arapçası iktisat olan terim hayatımızda en çok duyduğumuz ve telaffuz ettiğimiz kelimeler arasında yer alıyor. Peki nedir ekonomi? Modern iktisat teorisinin yaygın olarak bilinen tanımıyla ‘sınırsız insan ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklar ile karşılanmaya çalışılması’mıdır? Biz Müslümanlara göre bu sorunun cevabı hayır’dır. Zira Rabbimiz insanı sınırsız lütfu ve nimetiyle donatmıştır. Bu kaynaklar bitmez, sürekli Allah’ın yaratması ile yenilenir ve artar. Öyleyse sınırlı olan kaynaklar değil insanın ihtiyaçlarıdır. İnsanın ihtiyaçlarının sınırsız olarak tanımlanması aslında modern iktisat teorisinin en önemli açmazlarından biridir, şöyle ki bir şeye sahip olduğunuzda ikincisi sizin için daha az ihtiyaç olmakta, bir üçüncüsü ise hiç ihtiyaç olmamakta, yani sonuçta ihtiyaçlar karşılanabilmekte ve sona erebilmektedir. Sınırsız olarak tanımlanması ise batılı düşünce yapısının önemli bir sıkıntısına işaret etmektedir ki o da açgözlülüktür. Gözü aç olanı doyurabilen olmamıştır bugüne kadar.

Ekonomi, insanların yaşaması için gerekli her türlü meşru mal ve hizmetin üretilmesi, alış-verişi, tüketilmesi, hakça paylaşılması, eşyanın tabiatına uygun olarak bu faaliyetlerin anlamlandırılıp pratiğe geçirilmesidir. Aslında ekonomi, tıp gibi, kimya gibi Sünnetullah’a uygun şekilde anlaşılıp elde edilen bilgiler ışığında insanın hayatını idamesini kolaylaştırmanın araçlarındandır. Tüm bu ilişkilerin nasıl olması gerektiği konusunda yapılan yorumlar, geliştirilen fikirler ise ekonomi politiği oluşturur. Yani her dünya görüşü, ideoloji ekonomiyi kendi ilke ve prensiplerine göre tanımlar, kurallar koyar, bu kurallar doğrultusunda işlemesini sağlamaya çalışır ve bunun için de bir takım araçlar kullanır. 

Alemleri ve içindeki her şey gibi insanı da yaratan Allah, ilk insandan itibaren kullarını sahipsiz ve başı boş bırakmamış, hayatın her alanına denk düşen çözümleri ihtiva eden vahiyle insanlara hep rehberlik etmiştir. Seçtiği resuller aracılığıyla da bu vahyin nasıl pratize edileceğini eksiksiz olarak kullarına bildirmiştir. 

Batının çarpık ideolojisi ve medeniyeti her konuda olduğu gibi ekonomiyi de çarpıtmış, insanı sadece kendi çıkarları için çalışacak hale getiren tanımlamalar ve uygulamalar ortaya koymuştur. Haksız ve bencilce başkalarının fakirleşmesine rağmen kendi zenginleşmesini amaç edinmiş ve işlediği tüm ekonomik suçları bu yolla meşrulaştırma çabası içinde olmuştur. Ne acıdır ki Müslümanların da aralarında olduğu -yine batının tanımlamasıyla- ‘geri kalmış’ toplumlar bu suça engel olmayı beceremediği gibi suçun parçası haline gelecek pratikler üretmişlerdir. Bugün Müslüman toplumların tamamı acımasız, haktan uzak bu ekonomi anlayışına angaje olarak sistemin bir parçası haline gelmiştir.

Günümüz dünyasının egemen ekonomi politiği, kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisi üzerine kuruludur. Ortaçağ Avrupasında coğrafi keşifler ile başlayan sömürüye dayalı zenginleşme burjuva sınıfını ortaya çıkarmış ve bu sınıf o dönemde siyasi iktidarı elinde bulunduran kral-kilise ikilisine ve aristokrasiye karşı bayrak açmıştır. Avrupa’da benzeri daha önce görülmeyen bu zenginleşme beraberinde ideolojik değişimleri de tetiklemiştir. Buharın icadıyla büyük fabrika ve sanayi tesisleri ortaya çıkarken buralarda istihdam edilecek insan kaynağı da feodal beylerin elleri altındaki köylülerin şehirlere taşınmasıyla halledilmiştir. Vahşi kapitalizm denilen bu ilk evrede işçiler hemen hiçbir hakka sahip olmadan uzun çalışma saatlerine mahkum edilmiş, son derece düşük ücretlerle çalıştırılmış, neredeyse bebek denecek yaştaki çocukların dahi istihdam ordusuna zorla dahil edildikleri bir dönem oluşmuştur. 

Bu durum ortaya işçi denilen, sermaye, toprak ve mülkten yoksun sadece emeğiyle var olabilen sınıfın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tam da bu noktada asıl gücün ve hakkın sahibi olduğu teziyle işçi sınıfının ideolojisi olarak ortaya sosyalizm çıkarılmıştır. Evet, vahşi kapitalizm, karşısına dikilen sosyalizm ile ehlileştirilmeye çalışılmış ve nihayetinde tez ile antitez bir sentez doğurmuştur. Sosyal adalet adı altında ortaya çıkan bu yeni olgu aslında uzun vadede kapitalizmin daha sağlam ve sürdürülebilir temeller üzerine oturmasını sağlamıştır. 

Bu kısa tarihi özeti vermemizin sebebi hangi ekonomi politiğin ne koşullarda inşa edildiğini en kaba hatlarıyla ortaya koymaktır. Zira birilerinin ‘tarihin doğal akışı’ diye kabul ettikleri bu durum aslında fıtrata ve Sünnetullah’a aykırıdır. Ancak bu aykırılığı göremeyen, yahut görmek istemeyenler Müslümanlar adına son derece yanlış yorumlar yaparak toplumları ya kapitalizme daha sıkı sarılmaya ya da gayri fıtri olmak bakımından ondan daha aşağı kalmayan sosyalizme yöneltmeye çalışmış ve halen çalışmaktadırlar. 

İslam’ın ne kapitalizmle ve ne de sosyalizmle uzaktan yakından bir bağlantısı yoktur. Bu ekonomi politikler insanın ve eşyanın tabiatına aykırı, haksızlık ve zulüm üretmekten öte bir sonuç ortaya çıkarmamaktadırlar. Halbuki İslam kendine uyanları dünyada ve ahirette saadete kavuşturacak yegane yoldur. Müslümanlar olarak bu bilince eremediğimiz ve bu fikirlerle donanmadığımız sürece onun bunun oyuncağı olmaktan, başkalarının yazdığı senaryolarda figüran olmaktan asla kurtulamayız. 

Peki İslam’ın bir ekonomi politiği var mıdır? Elbette vardır. İslam toplumlarının temeli güzel ahlaktır ve kaynağını Kur’an’dan almaktadır. Bu ahlak, sosyal hayatı olduğu gibi ekonomi hayatını da düzenler. Alışverişte adalet ve hakkaniyetin kulluğun bir parçası olduğunu öngörür. Bir Müslüman için ticaretin kodları da vahiy tarafından belirlenir ve buna uyulduğu ölçüde ekonomi düzgün çalışır. Bir düşünün, sadece faizin ortadan kalkması dahi günümüzdeki çarpık ve haksız paylaşım sisteminin darmadağın olması için çok önemli bir kilometre taşıdır. Zira zalimler bu araç sayesinde kişilerden devletlere kadar insanları borçlandırıp sonrasında toplumların ürettiği tüm fazlalığa el koymaktadır. Bugün Türkiye’de ekonomi üzerine konuşan hemen herkesin ortak söylemi, ülkemizde yeterli sermaye olmaması sonucunda dışarıdan faizle borç para alınarak üretime aktarılmasından başka çözüm olmadığı yönündedir. Halbuki bu uygulamaların tamamı faiz aracılığıyla yürütülen sömürü ve zulmü daha derin ve kalıcı hale getirmekten başka bir işe yaramamaktadır. 

İslam toplum tasarımı sınıfsal bir yapılanma öngörmez, dayatmaz. Tam aksine sınıfların olmadığı, kim neyi ne kadar üretiyor ve katkı sağlıyorsa karşılığını da buna göre alacağı bir ekonomi modeli sunar. Muhammed aleyhisselamın buyurduğu üzere işçinin hakkı alın teri kurumadan verilse, Kur’an’da emredildiği üzere ihtiyaç fazlası Allah yolunda infak edilse ve ‘sermaye birilerimizin arasında dönüp duran devlet’ olmasa herhalde bugün yaşanan çarpıklıkların pek çoğu varlık sebebini yitirecek ve doğal olarak ortadan kaybolacaktır. İşçinin de işverenin de sermaye sahibinin de hem hakları hem de sorumlulukları vardır. Toplum içindeki roller ne olursa olsun insanlar güzel ve iyi olan ile hareket etmekle yükümlüdür.

Müslümanların ekonomi bilimi üzerine daha yoğun olarak çalışması ve büyük bir özgüvenle Allah’ın emrine uygun ekonomi politiğin ne olması gerektiği konusunda çokça düşünüp çalışma ortaya koyması elzemdir. Rabbimizden yolumuzdaki engel ve zorlukları kaldırmasını, biz inanan kullarına en güzel ve doğruyu bulmayı nasip etmesini niyaz ediyoruz.

İKTİBAS

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *