İslamcı camiada Ayasofya’nın kodları!

İslamcı camiada Ayasofya’nın kodları!

Bir sava göre Ayasofya esirdir. Tekrar cami olması Türkiye’nin manevi kurtuluşudur. Bu savın arkasında Kemalist devrimler ile hız kazanan aydınlanmacı tarihin topyekûn reddi-mirası gizlidir.

Artı Gerçek sitesinde Josef H. Kılçıksız imzası ile yayımlanan, İslamcı camiada Ayasofya’nın kodları” başlığını taşıyan yazıda, İslamcı camiada yaşanan çelişkilere işaret edildi. Yazıda, Siyasal İslam’ın Demokrat Parti ile başlayan tarihi bükme çabasına dikkat çekilirken, Menderes’in seküler yaşantısına ve etrafındaki çekirdek kadronun modern yapısına vurgu yapıldı. “On iki bin yıllık Hasankeyf sulara gömülürken ses etmeyenler, Ayasofya için birden ayağa kalktı.” denildi.

Türkiye ile AB, Nato, Rusya arasındaki ilişkilerin Ayasofya kararı dolayısıyla nasıl etkilenebileceğine de değinilen yazının sonunda, Türkiye’de hayatını kaybeden çocuk sayısına ilişkin rakamlar verilirken, “Dünya ve hayat ile daha yeni tanışmış bir varlık neden intihar eder ki?” sorusu yöneltildi.

İşte o yazı:

Ayasofya İslami bir ajandaya göre tekrar cami olarak düzenlendi. Danıştay 10. Daire’sinin Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesine dair 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararını iptal etmesinin ardından Ayasofya ‘müze’ statüsünü kaybetti.

Özellikle Ortodoks camianın hamisi konumunda olan Rusya ve Yunanistan gibi ülkelerden gelen tepkilerin eleştiri dozu giderek artıyor.

Cami olması nedeniyle ekonomik kayıp yaklaşık 400 milyon TL’lik bir gelirdir. Fakat kararın sadece ekonomik değil, siyasi sonuçları da olacak.

Ayasofya hadisesini suya atılan taş metaforuyla açıklamak belki de mümkün. İlk önce büyük bir halka oluşur suda ve su dalgalanır alabildiğince. Fakat su akacak, süregidenin, olagelenin, olmak zorunda olanın sınırları eriyecek ve en sonunda yok olacaktır. En sonunda durulur su. Suyun yüzeyindeki durulma, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini hisseden bireye “vazgeçiş” olarak geri döner.

Durulmayla birlikte her şeyin ilk haline döndüğü yanılsamasına kapılır insan. Fakat o su artık eski su değildir ve atılan taş muhtemelen içinde sonsuza kadar kalacaktır.

Suya atılan taş olageleni, süregideni reddetmek içindir biraz da içeride duyulan öfkeyi dışa çıkarmak içindir. Gerçeği büker, durgunluğun ortasında kıpırtılar yaratır. Asıl amaç yansımayı bozmaktır. Suya taş atan kişi aslında kendi görüntüsüne taş attığının farkında değildir. Dışarı atıldığı sanılan korkunun bireye, bilince ve bilinçaltına geri dönmesi gibi bir şeydir bu.

Atılan taşı toplumsal atlasın yüzeyine yayılan dalganın ilk büyük halkası olarak okumak mümkün. Atılan taş ne kadar büyükse, kıpırtı ve değişim o kadar büyük olacaktır.

Siyasal İslam’ın Demokrat Parti ile başlayan tarihi bükme çabası Ayasofya ile birlikte yeni bir momentum kazandı. DP Komünizmle mücadele için “dini faaliyetlere” müsamaha konjonktüründe kurulan ve serpilen bir partiydi. Dinin üzerinde kurulan jakoben baskı DP iktidarı yıllarında biraz olsun hafifledi. Böylece İslamcılık, yirmi beş yıl aradan sonra canlanma imkânı bulmuştu.

Menderes’in gerçi seküler bir yaşantısı vardı. Partinin çekirdek kadrosu da genel itibarıyla moderniteyi benimsemiş siyasetçi, gazeteci, mühendis, avukat ve yazarlardan oluşuyordu.

Te o zamandan beri İslamcı aydınlar neredeyse rövanşist saiklerle bir anti tarih yazmak peşindeydiler. Bu, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibilerin Abdülhamit’i “müstebit Padişahlıktan Ulu Hakan”, Vahdettin’i “vatan hainliğinden vatan dostu sultan Vahdeddin” yapmak, “Lozan’ı zafer değil hezimet” olarak göstermek gibi fena halde bükülmüş tarihsel argümanlar etrafında somutlaşan bir tarih yazılımı çabasıydı.

Fakat böyle bir çaba İslamcıların kişisel ezikliğinin tarihle olan ilişkisi olarak geri tepiyor. Atılan mimari ve siyasi her adım sanki İstanbul’un beş yüz yıl önce fethini kolektif hafızada teyit etmeye yöneliktir. Atatürk’le hız kazanan Batılılaşma İslamcıların bilinçaltında uyuklayan bir travmayı da uyandırıyor. Orta Asya’dan gelen göçebe bir uygarlığın Anadolu’da yerleşik olma serüveni Batılılaşma ile kesintiye uğruyor. Batılılaşma Haçlıyı fetihte bir kesintiye bir kopuşa karşılık geliyor. Bu nedenle İstanbul’un fethi siyasal İslam’ın bilinçaltında hala tamamlanmamış bir hadisedir. Bir sava göre Ayasofya «kültürel fethin» tekamüle erdirilmesinin sembolü haline geliyor.

Bu sava göre Ayasofya esirdir. Tekrar cami olması Türkiye’nin manevi kurtuluşudur. Bu savın arkasında Kemalist devrimler ile hız kazanan aydınlanmacı tarihin topyekûn reddi-mirası gizlidir. Bu reddi miras ajandasını gizlemek için kararın altındaki imzanın Atatürk’e ait olmadığı iddia ediliyor. Fakat burada da tarihi bükme amacı sırıtıyor. Çünkü Atatürk müze olarak açıldıktan birkaç gün sonra Şubat 1935’te Ayasofya’yı bizzat ziyaret etmiştir.

Görüldüğü üzere siyasal İslamcı tayfa neo Lawrence’lerin yerli uzantıları ile İngiliz «Malaya» gemisinden bu sefer Vahdettin’i kurtarmak için değil Ayasofya’da birlikte namaz kılmak için İstanbul’a çıkarma yapmaya hazırlanıyor.

Ayasofya’nın kültürel saiklerle müze olarak kalmasını savunan sözüm ona aydınlanmacı tayfanın samimiyetinden de emin değilim. Neden mi? On iki bin yıllık Hasankeyf sulara gömülürken ses etmeyenler, Ayasofya için birden ayağa kalktı.

12 Eylül darbesini alkışlayan Necip Fazıl gibi İslamcıların her olumsuzluğu komünist komplolarla açıklama eğilimi günümüz iktidarı için de sürüyor.

Fakat yine komplocu saiklerle Hristiyan kulübü olduğunu iddia ettikleri AB’nin Bosna ve Arnavutluk ile üyelik müzakereleri başlatmasını açıklayamıyorlar.

Fransa gibi birçok Avrupa ülkesi İslamcı ve nasyonalist reflekslerle yürüyen Türk dış politikasının yeni kurallarını keşfetti.

Paris ve Ankara arasında Libya üzerindeki son söz dalaşı, aslında Batı ile birkaç yıldır var olan daha geniş görüş ayrılıklarının bir göstergesidir.

Mesela 2018 baharında, Avrupa Konseyi bünyesinde çalışan üç Türk diplomatın eşleri, Fransız ikamet izinleri için bazı formları doldurmak zorundaydılar. Ancak, başörtüleri olmadan vesikalık fotoğraf çekilmeyi reddediyorlar. Bu nedenle yasal süreç bloke oluyor. Sahne arkasında entrikası çok karmaşık bir oyun sahneleniyor. İnanılmaz bir protokol ve jüridik bunalıma neden olan bu oyunun aktörleri sadece Ankara ve Paris değildir. İkamet izinleri sürecinin tıkanmasının ardından Ankara radikal misilleme önlemleri alıyor. Fransa’nın Türkiye’deki Fransız büyükelçiliğinde ve konsolosluğunda çalışan personeli ülkede kalmalarına izin veren diplomatik kartlardan yoksun bırakılıyor.

13 Temmuz Pazartesi günü toplanması beklenen (AB) dışişleri bakanlarının alacağı olası cezalandırıcı kararlara karşı Ayasofya’nın cami yapılması Batı’ya sert bir yanıt teşkil edecek. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararı 13 Temmuz ertesine bırakması muhtemeldir.

AB ve Ankara ilişkilerinin cezalandırıcı araçlara indirgenmesi bence de yanlış bir tutumdur Ancak Libya çatışmasına aktif katılım, göçmen şantajı, Rusya’dan askeri teçhizat alımı, Fransız MİT’i diyebileceğimiz DGSE hesabına çalışan ajanların tutuklandığına dair basında yer alan haberler, Kürt sorunu geriliminin AB topraklarına ithali, Deniz Yücel olayı, Temmuz 2017’nin sonlarında elli iki gün boyunca gözaltında tutulan gazeteci Loup Bureau hadisesi, Osman Kavala, Demirtaş’ın tutukluluğu, müdahale ile birlikte Rojava’daki Hristiyanların kötüleyen durumu, Güney Kıbrıs’ın karasularında sondaj yapılması ve nihayet Ayasofya gibi cephe gerisine yığınak yapmış bir yığın hadisenin bir yaptırım kararına yol açması büyük bir olasılıktır.

Türkiye’yi bu cezalandırıcı politikalar nedeniyle tümden kaybetme olasılığı ile Batılıların Sovyet sonrası Rusya’yı demokrasiler topluluğuna bağlayamama başarısızlığı arasında paralellikler kurmak mümkün.

Fakat NATO üyesi bir Türkiye’yi tümden kaybetmenin Rusya’yı kaybetmeye oranla daha ciddi sonuçları olacaktır. Rusya’yı kaybeden siyasi üst aklın Erdoğan Türkiye’si için de aynı hataya düşmek üzere olduğunu belirtelim.

Fakat Çar ve Sultanın otoriterlik serüvenindeki siyasi uğrakları aynı yere çıkıyor. Bu iki liderin kat ettikleri veya kat etmeyi düşündükleri siyasi merhaleler arasında büyük benzerlikler bulunmaktadır: Kayıp bir imparatorluğu restore etmek, rövanşist saiklerle bir anti tarih yazmak, içeride sorunlu ekonomik gidişatı gizlemek için dışarıda fetih söylemlerine başvurmak. Bu yayılmacı politikanın, sürekli genişleyen şahsi iktidar, din ve askeri güç gibi bir sacayağı bulunuyor.

Ayasofya denilen ‘taşın’ dalgalandırdığı su bir süre sonra zihnimde durulunca satır aralarında korkunç bir gerçekle yüzleşiyorum.

Türkiye’de 2019 yılında 2 bin 440 çocuk değişik sebepler yüzünden hayatını kaybetmiş. Bu çocukların 21’i intihar etmiş yaklaşık otuza yakını da öz anne ve babalarının uyguladığı şiddet nedeniyle hayatını kaybetmiş. Rakamların ve göstergelerin gücü hiç bu kadar çarpıcı olmamıştı.

Çocuk intiharı ruhuma meydan okuyan bir şeydir. Te çocukluğuma kadar uzanan varoluşsal korkularımı uyandırır. Dünya ve hayat ile daha yeni tanışmış bir varlık neden intihar eder ki?

Acaba dünyanın masumiyetini kaybetmiş olmasından olabilir mi?

Çocuk intiharlarının arkasında, bileşenleri toplum, aile, erk düzenekleri, sosyal Darwinist kapitalizm, şiddet ve korku olan bir «çete» mevcuttur. Çocukların ruhuna ve vücut bütünlüğüne çöken bu çetenin yüreği bir türlü soğumamıştır ve soğuyacak gibi görünmüyor.

Ozanın dediği gibi “kamucu bir kurtuluş” ütopyasını içimizde hâlâ diri tutmayı başarabiliriz. En azından motorları maviliklere birlikte sürmek için bunu başarabiliriz:

«Ufukta kara bir kış görünüyor sevgilim

Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri»

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *