“Bize göre İslamcılık, umudunu kaybetmeden her çağda söylenecek bir sözünün olmasıdır. Kur’an’dan beslenerek çağın sorunlarına çözüm üretmek, kısaca içtihadın önünü açmaktır.”
Gülbahar Ay Satan
Pişmanlık… Bir müslüman niçin pişmanlık duyar? Son çeyrek asırdır gençliğini Kur’an’ı yorumlamaya adamış ‘’İslamcı’’ diye nitelendirdiğimiz abiler son zamanlarda geçmişe dair pişmanlık içeren açıklamalar yapmaktadır.
Hırsızlık yapmayan, zina yapmayan, yalan söylemeyen, namaz kılan, oruç tutan bir müslüman bu amellerden pişmanlık duyabilir mi? Elbette hayır. Zaten eski İslamcı abilerin pişmanlığı, geçmişteki bireysel eylemlerine dönük değil, İslamcı söylemlerine, müslüman topluluk olma çabalarına karşı bir pişmanlık duymak şeklinde kendini göstermektedir. İslamcılıktan vazgeçen bu abiler kendi aralarında da ayrılmaktadır. Artık onların yeni övgü alanları; laiklik, demokrasi, kemalizm, hümanizm, felsefe… Hepsi de artık adeta haşa Allah’tan daha merhametlidir(!)
Bu yazımızda anlaşılabilmek için öncelikle İslamcılık nedir, İslamcı kimdir açıklığa kavuşturmamız gerekmektedir.
– İslamcılık kavramının ortaya çıkış tarihi konusunda ortak görüş son iki-üç asra dayandığı yönündedir.
İslamcılık, yüzünü batıya çeviren Osmanlı idarecilerine karşı tavır alan müslümanlardan tutun da İslam birliğini sağlamak için çabalayan Afgani’ye kadar, tek adam yönetimine karşı olan Said Halim Paşa’dan tutun da M. Akif’e kadar, Hasan el Benna’dan tutun da Seyyid Kutub’a, Ali Şeriati’den tutun da Humeyni’ye, Ercümend Özkan’a kadar birçok Müslüman, İslamcı olarak nitelendirilmiştir. Son yarım asırda, politikada özellikle Erbakan’ın kurduğu partiler İslamcı diye anılmaya başlamıştır. En son Ak parti mensupları İslamcılığın geldiği son nokta diye örnek gösterilmektedir.
Müslümanlara, batılılar tarafından verildiği öne sürülen “İslamcılık”, üzerinde çok tartışılan bir kavramdır. Bazı Müslümanlar, “İslamcılık kelimesi batıdan neşet etmiştir, onu gündemimize almamalıyız” demektedir. Lakin gözden kaçırılan nokta şudur ki İslamcılık; liberalizm, demokrasi, kapitalizm vb. kavramlardan ayrı bir yerdedir. Bu kavramları alıp İslam’a yamamaya çalışmak ayrı bir konudur. Çünkü, İslamcılıkta Müslümanların özne olarak bir eylemi, bir çabası söz konusudur. Bu çabayı kim hangi isimle nitelendirirse nitelendirsin ortada bir gerçek vardır. Müslümanların bu çabası çoğunlukla batıya karşı bir tavır olsa da özne olan batının kendisi değil Müslümanın hak ile batıl arasındaki seçimidir. Her çağda batıl ve zalim figürler karşımıza farklı suretlerle çıkmaktadır. Ve Müslümanlar kendi çağlarındaki batıllarla olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkileşim içine girerek kendi imtihanını vermektedir.
– İslamcılık bizim neyimiz olur: İslamcılık, tarihsel birikimi asla değişmez bir din zanneden anlayışa karşı çıktığı gibi emperyalistlerin sömürüsüne karşı tavır alan bir yol da izlemiştir. Bu tanıma, yaklaşık bir asır önce yaşamış İslamcı diye nitelendirilen Müslümanların kitaplarını, görüşleri okuyunca kolayca varılmaktadır.
Bize göre İslamcılık, umudunu kaybetmeden her çağda söylenecek bir sözünün olmasıdır. Kur’an’dan beslenerek çağın sorunlarına çözüm üretmek, kısaca içtihadın önünü açmaktır. Her alanda; siyasette, ekonomide İslam’ın yetkin olduğuna, potansiyeli olduğuna inanmaktır. Burada aslolan “inanmaktır” dedik çünkü, Müslümanların her zaman bir devlet kurma gücü olmayabilir. İslamcılığın projelerini pratiğe dökmek için şartlar gerekmektedir. Lakin İslamcılık iddiasının her Müslümanda muhakkak olması gerekmektedir. Bir Müslümanın ufkunda eğer İslamcılık yani İslâmi düzen yoksa bu müslümanın yere sağlam bastığından bahsedilemez. İslamcılık, vahyin bahsettiği ümmet için bir umut ışığıdır. İyiliği emreden kötülükten alıkoyan bir topluluk (ümmet) özlemi yoksa bu din seni nasıl ayakta tutabilir?
Dolaysıyla İslamcılık isimlendirme bakımından birkaç asırdır kendini gösterse de içerik bakımından elçilerin arkadaşlarına kadar dayanmaktadır. Örneğin Hz. Muhammed (as) vefat ettiğinde, bir anda telaşa kapılan sahabe kısa sürede toparlanarak, Kur’an’ın ışığında “elçi ölümlüdür ama İslam yaşıyor” diyebilmiştir. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer öncülüğünde ümmetin birliğinin devamı için istişare ederek hemen bir halife seçmişlerdir. Müslüman tarihine baktığımızda Emevi imamlarının arkasında namaz kılmayan ve korkmadan içtihat yapan Ebu Hanife de İslamcı kimliğe sahiptir. Bir adaletsizliği gördüğünde yüksek sesle muhalif olan birçok alim buna örnek verilebilir. Buradan şu anlaşılmalıdır ki, İslamcılık ne mutlak iktidar olmaya odaklanan ne de kuru kuruya muhalif olandır. Örneğin; Osmanlı Devleti’nde, zaten bir devlet var olduğu için (ki çok güçlü zamanları olmuştur) İslamcılık faaliyetleri uzun bir süre yöneticilere karşı farklı ve durağan seyretmiştir. Evet Müslümanların tarihine yapıldığı gibi İslamcılığın tarihini de (ki zaten ikisi de birbirinden ayrı şeyler değil) doğrusal ilerleyen bir grafikte değerlendirmek işgüzarlık olacaktır. İkisi de kendi çağında imtihanını vermiştir; Kur’an’ın ilkelerine uyunca yücelmiş, hevasına uyunca inişe geçmiştir. Yine yücelmenin illa ki iktidar olmak olmadığını vurgulamamız gerekmektedir. Yücelmek; alnı ak Müslüman kalabilmektir.
“İslamcılık sadece son iki asırda var olmuştur” demek, Müslümanlar daha önce ‘batıl’a karşı hiçbir çaba içine girmemişler demekle aynı şeydir. Ayrıca bu düşünce her Kur’an’a dönelim diyenin modernistlikle suçlanmasına kapı aralamaktadır. Bu durum şu anlamsız yargıya benzemektedir; sanki Müslümanlar Yunan felsefesiyle tanışmadan önce hiç düşünmemiş, hiç mantıksal çıkarım yapmamış gibi tüm övgüleri filozoflara çevirmek. Özellikle Osmanlı’nın yıkılış sürecinde yaşayan alimler, batıya karşı olan söylemlerine rağmen modernistler diye anılmaktadır. Bunun en büyük sebebi, İslamcıların, mevcut yönetimi korumak yerine yanlışları eleştirmeleri olarak da görülebilir. Çoğu gelenekçi, İslamcıları Osmanlı’nın yıkılışına sebep bile göstermektedir. Onlara göre ‘İslamcılar batıya özenen Arap milliyetçileridir.’ Ve ‘gerçek Müslümanlar Anadolu’da, yani Türkiye’de yaşayan Müslümanlardır. Ehli sünnetin omurgası da buradadır.’ Evet, bu söylem ilgi çekici gelebilir. Ama bunu söyleyen gelenekçiler, İslamcıları modernistlikle, batı hayranlığıyla suçlamasına rağmen, dünya sistemine karşı en çok uyum gösteren kesim de kendileridir. Geçmişin ihtişamıyla pasif bir hayat yaşamaktadırlar. Neredeyse tek yaptıkları şey, düşünmeye çalışan her Müslümanı “batının aklıyla düşünüyor” paranoyalarıyla yaftalamaktır. Elbette batı Müslümanların zaaflarını bilerek, planlarıyla her durumdan faydalanmak istiyor, bazen de faydalanıyor. Lakin her şeyi, her fikri olanı batının oyunu sanmak da batının istediği ve onların işlerine yarayan bir durumdur. Kur’an mealinin okunmasını bile batının oyunu olarak gören bazı gelenekçiler, bilmelidir ki Kur’an, batının bizi yönlendirebileceği bir kara kutu değildir. Doğru yola ileten apaçık bir kitaptır. Son asırda Kur’an’ın Türkçe tefsiri yazılınca daha doğrusu halka paylaşılınca buna batılıların öne sürdüğü bir kitap gibi bakmak kendi ayağına sıkmaktır. Osmanlı’da bilgi halktan adeta gizli tutuluyordu ama düşünün ki istenildiğinde tefsir yazabilecek potansiyele sahip nice alimler vardı. Ki ilk tefsirleri de zaten onlar yazmıştır. “İslam fıkhı yeterlidir” diye içtihadın önünü kapatmak olmaz. Sonuçta tarihte içtihat yapanlar da birer insanoğlu idi. Sonuç olarak İlahiyat camiasındaki gelenekçiler de gelenekçilere karşı olan ekol de birbirini eleştirmekten öteye gidemiyor. Zaten öteye gitmek gibi bir dertleri de yoktur. Onlar, üniversitede İslami literatürü konuşarak maaş karşılığında mesleklerini icra ediyor. Normal, pratik hayatlarında ise, iki kesim de aynı partiye oy veriyor. İslamcı, söyledikleri ile hayatında bir farklılık oluşturan kişidir. İşte bu yüzden (istinaslar kaideyi bozmaz) İlahiyat camiasından bir İslamcı çıkmaz. Lakin iki tarafın da hem birbirlerini eleştirmek için yazdıkları kitaplar hem de çevirilerle litaretüre kazandırdıkları kitaplar inkar edilemez.
– Ülkemizdeki son yıllarda, daha çok kemalist gazeteci yazarlar, dışarıda ise batılı yazarlar, öne çıkan Müslümanların hepsine ortak bir isim vermeyi uygun görüyorlar. Öyle ki Müslüman ülkelerde emperyalistlerin desteğiyle eline silah alan gruplardan tutun da tek derdi iktidardan pay almak isteyenlere kadar birçok Müslüman, İslamcı diye anılmaktadır. Rant elde etmek için çabalayan bir Müslüman ile hak ile batılın arasını ayırmak için canını ortaya koyan Seyyid Kutub aynı İslamcı sıfatıyla anılmaktadır. Aslında bu toptancılıkla, bir Müslümanın yaptığı hatayı ya da uğradığı ‘yenilgiyi’ İslam’a mal etmek istemektedirler. İslamcılık iflas etti diyerek umut törpülemeye çalışmaktadırlar.
Kur’an’da görüyoruz, çoğu zaman varlıklı güçlü kişiler kendi ahlaklarını dayatmaktadır. Günümüzde bu çoğu zaman “korku yayma siyaseti” ile karşımıza çıkmaktadır. Hem ‘cahil’ Müslümanlar hem de batı, İslami kavramları kendi fikirlerine, siyasetlerine alet ederek ‘kirletmişlerdir’. Çoğu Müslüman etiketlenmemek, için kendi kavramlarına dahi sahip çıkamıyor. Örneğin; cihat, şeriat vb.
– Değişen eski İslamcı abilere gelecek olursak, geçmişte yanlış düşündüğünü söyleyen bu abilerin, hakikat değişmediyse ki (örneğin ırkçılık halen haramdır) ümmet söylemleri yerine ulusçuluğa methiye diziyorlarsa bu kendilerinin değiştiğini göstermektedir. Bazı Müslümanlar değişime, gelişmenin bir emaresi diye hep olumlu bakmaktadır. Lakin değişime Kur’an’da her zaman olumlu anlamda örnek verilmez, insan kötüye, batıla meylederek de değişebilir. Eğer Müslümanlarda bir çözülme varsa bu kendilerinden kaynaklıdır, Müslümanlar Kur’an’ın çağırdığı toplumsal yasalara yaklaştıkça sorunlar zaten çözülecektir. Bu Allah’ın sünnetidir. Bunun için ayetlerin her çağda yol göstereceğine iman ediyoruz.
– Eski İslamcı abiler, pişmanlıklarını anlatırken özeleştiri mi yapıyor yoksa İslamcılara hakaret mi ediyorlar belli değil… Hem daha önce her şeyi mutlaklaştırdıklarından dem vuruyor hem de yine mutlak doğru yoldaymış gibi konuşuyorlar. Kendi geçmişleri üzerinden, günümüzde halen İslamcılık iddiasında olanları küçümsüyorlar. Eski iddialarını; deli gömleği giymek, mecnun olmak, cahillik, gençlik heyecanı, hayal dünyasında yaşamak, bağnazlık gibi kelimelerle nitelendirerek, direkt onurları ve umutları kırıyorlar. Bir zamanlar örnek aldıkları Seyyid Kutub onlara göre artık aşırı bir prototip!
Kendi pişmanlıklarını dile getirmeleri, tevazudan çok bir kibri anımsatıyor. Hele bazı eski İslamcı abiler o kadar üst perdeden konuşuyor ki onları dinlerken aşağılık ve yanlış bir yoldaymış hissine kapılmamak için sağlam bir iman gerekiyor.
Değişen eski İslamcı abilerin bazıları açıkça İslamcılıktan beri olduklarını söylüyor. İslam’ın siyasetten, yönetimden, kamusal alanlardan uzak tutulması gerektiğini söylüyor. İlginçtir ki onlara göre, Müslüman, birey olarak kalırsa ahlaklı ama topluluk ve yönetim için ise güvenilmez biri oluveriyor. Oysa İslam’ı; siyasal, kamusal, sosyal diye ayırmak bu dine aykırıdır. Şimdi yönetimle ilişkisi olmayan bir din mensubu hangi alanda söz hakkına sahiptir? Bir düşünelim; okuyacaksın, çabalayacaksın Müslümanım diyeceksin ama başka idarenin elindeki 25 yıl okuduğun eğitime dair sözün olmayacak! Mimariye, kentleşmeye, sanayiye, tarıma, ifsad edildiğinde toprağı suyu korumaya dahlin geçmeyecek. Ekonomiye, ticarete dolayısıyla faize, gelir adaletsizliğine dolayısıyla tekelleşmeye, sermayenin belirli ellerde toplanmasına, köleliğe, sömürüye, açlığa, adaletsizliğe karşı senin düzeltebileceğin bir sözün bir yetkinliğin olmayacak! Her şeyi yönetimdekilerin insafına bırakacaksın! Hem insanı ve doğayı sevmekten bahsedeceksin hem de dünyayı ve insanları senin boş bıraktığın siyasi yeri dolduran emperyalistlerin insafına bırakacaksın! Bu durum nasıl içselleştirilebilir?
– Son yıllarda, Müslümanların azınlık olduğu ülkelerde köşelerine çekilmemesini isteyen ve İslami olmasa da yönetimlerde pay sahibi olmalarını, köşe kapmalarını ve demokrasiyi öğütleyen Gannuşi göze çarpmaktadır. Oysa Müslümanların, demokrasinin bir yanılsama olduğunu farketmeleri gerekir. Burada köşeye çekilmek cümlesi ilginçtir. Ki sayıları milyarı aşan müslümanların tek çıkış yolu bu mudur? Batının hediye ettiği demokrasiyle yönetimde hak sahibi olan Müslümanların, dünya sisteminin eleğinden geçmeleri gerektiğini unutmamak lazımdır. Bu tuzağa en son demokrasi ile seçilen Mursi düşmüştür. Demokrasi ile seçilmiş ama emparyalistlerin çizdiği çizgilere dokununca aşağı indirilmiştir. Zaten sorunlu olan demokrasi (sorun; azınlıkların rızasına değil de çoğunluğun isteğine göre sonuçlandığı için, azınlıkların nefret ve kininin depreştirmeye yol açmaktadır.) bir de batının oyunlarına maske olarak kullanılınca ağır sonuçlara yol açmaktadır. Demokrasiye mesafeli olanlara bağnaz gözüyle bakılmaktadır. Sorun demokrasinin batı ürünü olmasından ziyade sığ bir yönetim biçimi olmasıdır.
Gannuşi, İslami olmayan yönetimlerde bulunmanın mübah olduğuna, meşhur Hz. Yusuf kıssasını örnek göstermektedir. Acaba Firavun, Yusuf (a)’ın güzel ahlakını, ilmini tersine çevirmek, onu asimile etmek için mi yönetimde yer vermiştir yoksa ona güvendiği için her şeyi onun bilgisine ve tasarrufuna mı bırakmıştır? Bu noktayı iyi kavramak lazımdır. Yusuf (a) hiç olduğundan farklı görünmüş müdür?
Türkiye’deki bazı Müslümanlar, Gannuşi’nin anlaşılmadığını, onun demokrasi üzerinde değerli fikri çalışmalarının olduğunu ama Müslümanların derinlemesine okuma alışkanlığı olmadığı için yüzeysel tek tip bir demokrasiyi anladığından dert yanmaktadır. İslam apaçıktır, hak ile batılı her insan anlayabilir. Sen, hem kalabalıklara seslenerek demokrasi çatısındaki politikaya davet edeceksin hem de derinlemesine anlaşılmayı bekleyeceksin. Kalabalıklar yüzeyselliği sever. Ancak şahsiyet sahipleri derinlemesine inceler. Müslümanlar, üzerinde düşünerek hazırladıkları, İslam’ın ilkeleriyle çelişmeyen, gayrimüslimlerin de rıza gösterdiği bir yönetim şekliyle (ki içinde seçim de olabilir) yönetime talip olabilirler. Elçi, müşrikler tarafından ona sunulan devleti istemedi. Elçi, sayıları çok az da olsa, ümmeti inşa etmeyi seçti. Onun liderliği, ne kavmine, ne verdiği tavizlere, ne karizmaya ne de servete dayalı idi. Onun liderliği güçlü ilkelere dayanıyordu. Medine’de ona biat edilmesinin sebebi elindeki anayasa niteliğindeki güçlü ilkelerdi. Adaletli, şeffaf antlaşmalardı. İslam ve Müslüman denilince herkesin aklına emin olmak, güvende olmak geliyordu.
Yaşayan çoğu İslamcıların fikirleri bulanık suya bakmak gibi… Onlara; sabırla, şeffaflıkla, olgunlukla, bilinçli bir topluluk, bir ümmet olma fikri çok ütopik geliyor ama emperyalistlerle uzlaşarak ümmeti diriltmeye çalışmak daha mantıklı geliyor. Bu kavram kargaşasında, gelecek nesiller için ümmet ne anlam ifade edecektir? Örneğin tesettürden taviz vermeyen olgunlaşma sürecine giren bir bireye biraz özgürlük verilince artık en büyük derdi eşarbın rengi ile ayakkabı uyumu oluyor. Bu erkekler için de geçerlidir. Çünkü daha bütünsel bir bakış açısına sahip olmayanların; olgunlaşmalarını, izzeti tatmalarını, dava sahibi olmalarını engellemek için yüzeysel özgürlükler verilmektedir. Maalesef yüzeysel özgürlüklere, İslam’ın bütünlüğünü kavramış olan tek tük Müslümandan başka herkes kanmaktadır. Oysa Ümmet demek, muhtaç, aciz bir kafa çoğunluğu demek değildir. Nesilleri zorluklara karşı ilkeli duruşları yetiştirir. Her anlamda kabiliyet kazanır. Ümmet, durağan değil, aklını kullanan, istişare eden dinamik bir topluluktur. Bunun için bir şeyi nasıl kazandığın önemlidir. Maalesef içinde bulunduğu durumu okuyamayanlar, insanlara yön vermeye çalışmaktadır. Ne kazanıldığından ziyade neler kaybedildi ona bakılmalıdır.
Çoğu zaman umutları kıran bazı eski İslamcı abiler, bu kadar farklı düşünen Müslümanların, İslam çatısı altında bir araya geleceğine çok umutsuz bakmaktadır. Her Müslüman kendi mezhebini kendi ırkını yüce görürse elbette birlik olunamaz. Sadece İslam kardeşliğine inananlar bir olabilir. Kaldı ki herkes tek tip olmak zorunda değildir. Örneğin: bir şehirde yapılan evlerin sağlam olması için temeline koyulan malzemeler aynı olmak zorundadır. Temeli (tevhidi) inşa ettikten sonra herkes evini istediği renge boyayabilir. Ümmetin bu farklılıkları zenginliktir.
– Son olarak değinmeden geçemeyeceğimiz bir konu; kendileri demokrasiyle sisteme eklemlendiği halde, kendini halen Seyyid Kutub çizgisinde gören İslamcı abiler var. Bunlar kendilerine bakmadan kemalizme övgü düzen, 19 Mayıs’ta emeği geçenlere rahmet okuyan eski İslamcıları eleştiriyorlar. Gerçekte ise birbirlerinden bir farkları yoktur. Bu İslamcılar, bir sisteme, bir kişiye, bir gruba destek verirken ekleme yaparak “Destek veriyoruz ama hatalarını da eleştiriyoruz” diye hep yuvarlak hatlar çizmektedir. Elbette Müslüman hata yapabilir, lakin İslam’a zıt unsurlar barındıran bilinçli yapılan seçimlere hata denilemez. Bu aykırılıklara küçük bir dil sürçme muamelesi yapılamaz. Çünkü bir Müslümanın muhalefeti, eleştirisi yüzeysel olmaz. Bu ancak günah çıkarmak olur. Müslümanın eleştirisi bütünseldir. Bir temeli bir zemini bir anlamı vardır. Neyi niçin eleştirdiğini bilir. İtikadi konuları bile basitleştirerek, onları hata olarak görmek bir çürüme emaresidir.
– İslamcılık iddiasının yani İslami düzen fikrinin üstünü çizdikten sonra yapılan tüm faaliyetler, çabalar hatta eleştiriler ehlileşmiştir. Anlamsızlaşmıştır. Buharlaşmıştır.
Müslümanlar tavizsiz ve takiyyesiz başarıya ulaşamaz fikri ise şeytandır. Bu yüzden Euzü billahi mineşşeytanirracim.
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *