DEVLET NİÇİN OTORİTERLEŞME GEREĞİ DUYAR?

DEVLET NİÇİN OTORİTERLEŞME GEREĞİ DUYAR?

“Seküler yapılanma özünde kapitalist unsurlarla inşa edildiğinden para, güç ve iktidar her türlü ahlaki güzelliğin önüne geçirilmekte ve merhamet duygusundan da uzaklaşılmaktadır.”

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de birinci gündem maddesi koronavirüs olarak devam etmektedir. Bununla beraber son dönem iç siyasette ve toplum katmanlarında sosyal medya üzerinden yürütülen bir çatışma da söz konusu. Devlet mefhumu otoriterleşme yolunda hızlı bir şekilde ilerlemektedir. İslam bir meseleyi ele alırken kuşkusuz tevhid, adalet, merhamet temelinden ele alır. Merkeze Allah’ı koyar ve yapılan her iş öncelikle O’nun rızasına uygun bir şekilde yapılmak zorundadır. Dünyada kimsenin keyfi ya da itibarı Allah’ın önüne geçemez. Dolayısıyla böyle bir sistem içinde akrabalık, yandaşlık vs. gibi yakınlıklar her daim hakikate ve liyakate göre değerlendirilir. Adalet ilkesi aynı şekilde hem toplumun inşasında liyakate, emanet ve ehliyet ilkelerine göre hareket ederken, özel şahsa karşı işlenen suçlarda ve kamuya karşı işlenen suçlarda da suçu işleyenin kimliğine, makamına, hangi partinin ya da kulübün temsilcisi olduğuna bakılmaksızın hukukun gerektirdiği işlemi yapmaya devleti mecbur eder. İslami devlet yapısı, tevhid ve adalet ilkesini hayata geçirirken merhamet, şefkat duyguları ile de toplumdaki yaraları sarmaya özen gösterir.

Resulullah (sav)’ın örnekliğinden yola çıkacak olursak, kendisine gadreden münafıkların başı olarak bilinen Abdullah ibn Sebe’ye bile oldukça merhametli davrandığı görülmektedir. Hatta onu öldürmek isteyen Ömer’e, “Ey Ömer, Muhammed dostlarını öldürtüyor mu dedirteceksin” diyor. İslam, bir devlet olarak suça açıkça karışanı elbette suçun misli ile cezalandırır. Suçun şahsiliği ilkesi İslam’ın savunduğu bir şeydir. Suçu işleyen dışında suça iştirak etmedikleri sürece onun ailesi ve yakın çevresi bundan dolayı suçlanmaz, tahkir edilmez. Seküler devlet yapılanmalarında da teorik olarak bu ilke vardır. Ama seküler devlet yapılanmalarında en önemli ilke insanın tanrı yerine konulmasıdır, burada hümanizma dediğimiz mefhum geçerlidir. Batı, tanrıyı öldürmüş (!) yerine ise ‘insan’ı koymuştur. 

İnsan merkeze geçince insanın yaptığı iyi ve kötü ne varsa hepsi kıymetli görülerek her türlü azgınlığın önü devlet koruması altında açılmıştır. Haliyle bu durum tevhidi bozduğu gibi adalet ilkesini de yerle yeksan etmektedir. Seküler yapılanma özünde kapitalist unsurlarla inşa edildiğinden para, güç ve iktidar her türlü ahlaki güzelliğin önüne geçirilmekte ve merhamet duygusundan da uzaklaşılmaktadır.

15 Temmuz darbe girişimine binaen bir televizyon programında bir hanımefendi “…15 Temmuz’da biz tam istediğimizi yapamadık. Bazı şeyler kursağımızda kaldı. Doğru anlaşılsın diye söylüyorum bizim aile maddi ve manevi olarak çok donanımlıdır. En az elli kişiyi götürür. Mesela bizim sitede oturan üç-beş kişi var benim listem hazır…” şeklinde bir beyanatta bulundu. Daha sonra başka bir gazeteci de “…karılarınızı bizden nasıl koruyacaksınız, çocuklarınızı bizden nasıl koruyacaksınız…” gibi ahlaka mugayir açıklamalarıyla devam etti. Akabinde, gazetecilik ve siyaset mesleğini icra eden kadınlara karşı ahlaksızca bir taciz ve linç kampanyası başladı. Adeta savaşta ganimet bölüşüyormuş gibi kadınları aralarında ahlaksızca pay ettiler. Tüm bu olanlara karşı devleti yönetenler seslerini çıkarmadıkları gibi darbecileri sevindirmemek gerek diyerek, bu yapılanlar karşısında sessiz kalarak zımnen destek oldular. Bu da gösteriyor ki bugün adamına göre hukuk işletilmektedir. Böylesi bir yapılanma içerisinde halk, adalet ilkesine güven kaybettiğinde o ülkenin insanları arasında ötekileştirme faaliyetleri de zirveye çıkar. Öteki yani düşman. Milliyetçi ulus devletlerin diliyle vatanseverler ve vatan hainleri…

Grup Yorum’un bir sanatçısı konserlerinin sürekli polis baskınına uğraması ve konserlerinin üç yıldır yasaklı olmasını protesto etmek amacıyla girmiş olduğu ölüm orucunda hayatını kaybetti. Ölümü üzerine memleketi Kayseri’ye defnedilmek istendiğinde cesedi yakmakla tehdit eden bir grup milliyetçi protesto eylemi yaptı. Kayseri Ülkü Ocakları başkanı bu protesto yüzünden partinin genel başkanı tarafından görevden alındı. Akabinde sosyal medya üzerinden, görevden alınan başkan, tehdit edildiği gerekçesiyle elinde otomatik silahlarla bir grupla beraber görüntülü tehdit mesajı yayınladı. Devlet yine seyirci kaldı. Devlet imhal eder ama ihmal etmez mantığıyla düşündüğümüzde görüyoruz ki, var olan konjonktürde bu tür eylem sahiplerinin, ahlaki olup olmadıkları yerine, devletin yanında yer alıp almadıklarına bakılıyor. Böylelikle adalet ilkesi buharlaşırken topluma alttan alta şu mesaj da verilmiş oluyor: gücün ve güçlünün yanında yer alan kazanır. En ufak devlet memurluğu kadrolarından tutun da en yükseğine ve kamu ihalelerinin alınışına kadar, işlerin gücü elinde tutanların insafına terkedilerek yapıldığı ortadadır. Kapitalist seküler devlet düzeni, insanın merkeze konulduğu rüyasından uzak, yalnızca güçlülerin merkezde olduğu ve kutsandığı otoriter bir devlet düzenine dönüşmüştür. Geri kalan ise tebadır ve her daim propagandalarla yönetilir. Bilgi, ahlak seviyesi en aşağılara çekilerek bir gösteriş toplumu inşa edilir. Haramın serbest bırakıldığı, helalin ise gözlerden ırak kılındığı bu yeni gösteriş toplumunda güçlülerin insafına terkedilmiş tebalar söz konusudur.

Mardin’in Nusaybin ilçesinde bir sitenin içerisinde oynayan yaşları dört ila on arası çocuklar sokağa çıkma yasağı gerekçesiyle bir polis memuru tarafından havaya ateş edilerek ve ürkütücü bir ses tonuyla kovalanmakta ve bir çocuk ağlamalar eşliğinde polis aracına götürülmektedir. Bu olay sosyal medyada gündem oldu ve polis memuru açığa alındı. Burada sorun şu idi; devletin sert üslubu doğal olarak en alt kademedeki memuruna kadar sirayet etmişti. Meriç nehrinden karşıya geçmeye çalışan aileler çocuklarıyla birlikte boğulduğunda, ölen masum çocuklar için yapılan “İyi ki de öldüler, büyüselerdi Fetöcü olacaklardı…” şeklindeki yorumları hatırlarsınız. Görünen o ki, biri eğer devlet tarafından terörist yahut potansiyel terörist damgası yemişse çocukları da, ailesi de bu damgayı yemekte ve ona göre muamele görmekteler. Nusaybin’deki vaka da benzer bir görüntü sunmaktadır. Devletin otoriter yüzünü temsil eden ibretlik bir hadise olarak görünmektedir.

Yukarıda örnek verilen dört olay da birbirinden farklı münferit olaylardır. Mardin Nusaybin örneğindeki şahsın bir devlet görevlisi olması sebebiyle, onu dışarda tutacak olursak, diğer üç olay sivil kişi ve kurumlarca yapılan eylemlerdir. Bu eylemlerde kullanılan dilin düzeysizliği dikkat çekicidir. Üstelik bu dil, kendisini İslam’a nispet eden kimseler tarafından kullanılmaktadır. Sorun şu ki devleti yönetenlerin, kendi helvadan putları olan ‘diplomasi dili’ yerine öfke dilini benimsemesiyle birlikte, kendilerine tabi olanlar da aynı dili kullanarak insanları tehdit etmeye başlamışlardır. Bir zamanlar Türkan Saylan gibilerinin öne sürdüğü “biz bu ülkenin asıllarıyız” anlayışı bugün milliyetçi-muhafazakar iktidarın sahiplerinin kullandığı dil haline gelmiştir. Artık toplumda da, bu ülkenin asılları olarak kendilerini tanımlayan milliyetçi-muhafazakar bir grup türemiştir. Üstelik kullandıkları dil öncekilere rahmet okutacak cinstendir. Bu ülke bizimdir ve biz ne istersek onu yaparız, hukuku da kendimize uydururuz ve kimse bizim istemeyeceğimiz bir şeyi yapamaz mesajları içinde herkesi sindirme moduna geçmişlerdir. Bu otoriterleşme kendisini ilahlaştıran bir anlayışın ürünüdür. İşte İslam’ın güzelliği buradadır. Her ne olursa olsun yegane ilah Allah’tır ve O’ndan başkasına kulluk etmek dünyada ve ahirette zelil olmak demektir. Müslümanlar bu ilkeyle yaşadıkları için zulme karşı her daim seslerini yükseltenlerdir, dilini, edebini ve ahlakını her koşulda muhafaza edebilenlerdir. 

NORMALLEŞME SÜRECİNE GİRERKEN

Dünyayı olduğu gibi ülkemizi de etkisi altına alan yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgını, alınan bir takım önlemler sonucunda düşüş göstermeye başlamış, alınan tedbirler de gevşetilmiştir. Bu durumu normalleşme olarak tanımlayan devlet yetkilileri, kademeli bir şekilde eski düzene dönüleceğini açıkladılar. Ama eski düzenden kastın, yasak ve kısıtlamaların olmadığı bir yaşam formu olmadığı anlaşılıyor. ‘Kontrollü sosyal hayat’ olarak adlandırılan bu yeni duruma ilişkin, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı devletin en yüksek makamı tarafından da dillendirilmiş durumdadır. Virüs vakasının üzerinden aylar geçmesi sonucu elimizde bir takım veriler oluştu. Aslında bu virüsün normal bir grip virüsünden beş kat daha az insan öldürdüğü, genellikle kronik rahatsızlığı olanları, bağışıklığı düşük olanları ve yaşlıları daha fazla etkilediği de bir gerçek olarak karşımıza çıktı. Peki bu virüs niçin bu kadar abartılarak dünyada her şeyin üstünde bir mesele olarak servis edildi? Bununla ilgili birçok teoriler ortaya atılmış durumda. Kimisi bu teorilere komplo teorisi dese de kimisi de bunun gerçek bir komplo olduğu kanaatini taşımakta. Bir virüs nedeniyle (ki verilere göre sıradan bir vaka) dünyadaki tüm üretimin, ticaretin, eğitimin, hayatın nerdeyse durma noktasına gelmesi elbette ki üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bunun akabinde insanlığın ne ile yüz yüze kalacağını da izleyip göreceğiz. Malumdur ki modernizm her şeyi kuşatmak ve kontrol altına almak ister. Çünkü yeryüzünün ilahı olarak kendisini görür. Bunun için her zerreye hükmetmek gibi bir ideal sahibidir. Parayı kontrol altında tutarak ekonomileri, haberleşme ağını kontrol ederek, kendi yönetiminin propagandası dışındaki şeylere izin vermeyerek, bilgiyi yönetmek ister. Eğitim müfredatının çerçevesini çizerek yetişecek neslin kendi iktidarını yüceltmesini sağlayarak nesli yönetmeyi ister. Bu liste uzayıp gider. Dünyaya yeni problem olarak sunulan her şey aslında insanlığın kısıtlanması ve daha çok sömürülebilmesi için yeni gerekçeler oluşturur.

Eğer insanlar muktedirler tarafından üretilen bu tür gerçeklere, gerekçelere teslim olmak istemiyorsa donanımlı olmak zorundadır. Özellikle Müslümanların herkesten daha hazırlıklı olması gereklidir. Ama görünen o ki bir hazırlık olmadığı gibi, toplumla birlikte Müslümanlar da savrulup gitmektedir.  

Bu süreçte tedbir adı altında kimseyle görüşmeyen, misafir kabul etmeyen ve misafir olarak da kimseye gitmeyen eve kapalı bir hayata alışılmış oldu. Dijital dünya dedikleri şeye hızlı bir geçiş oldu. Dersler dijital, konferanslar dijital, selamlaşmalar dijital bir hal aldı. Sanki biraz da sevdik biz bu hayatı. İnşallah hayırlara vesile olur. Belki bu sayede ev halkına daha fazla zaman ayırarak onlarla emri bil maruf nehyi anil münker konusunda kayda değer bir şeyler yaparız. Tabii bunun neticelerini de Allah ömür verirse ileride görme imkanına sahip oluruz. Bu sürecin sonunda normalleşme aşamasına geçildiğinde kimin normaline döneceğimizi de tartışmamız esastır. Müslümanların normali ile seküler hayatın normalini karşılaştırmamız elzemdir.

Malum Müslümanların normali Allah’ın vasat toplum, vasat insan dediği bir normalliktir ki bu insan tipi de İslam’ın ideal tipidir. Allah Müslümanları tarif ederken yanları yataklardan uzaklaşır diyor. Dünyayı boşuna yaratmadın Rabbim diyerek günün her saatini tefekkür içinde geçirir diyor. Yeryüzünde din Allah’ın oluncaya kadar cehdine devam eder diyor ama öyle uzaktan değil. Canının ve malının karşılığında Allah’a karz-ı hasen verir diyor. İslam’ın öngördüğü normalin, küresel sistemin normalinden çok farklı olduğu kesindir. Bizim hayatımızda normal ve anormalin yeri değişmiş durumda. Hayatın normale döneceği bu yakın zamanlarda acaba Müslümanlar da kendi normaline dönebilecek mi? Dünyayı anlamak kadar değiştirebilme sorumluluğunu da üstlenerek kendinden başlayan ve ehliyle devam edecek bir cehde girebilecek mi? Kuşkusuz insan ölümsüz değildir ve bir gün hak vaki olacaktır. İnsan ömründe birçok salgın ve hastalık atlatacaktır. Çünkü insanın elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıkmakta ve çıkmaya da devam edecektir. İnsan böylesi bir süreçte yaşama bağlandığı kadar Allah’a da bağlanıp bağlanmadığını elbette tefekkür edecektir. “Ey insan nereye bu gidiş!” ayetini henüz bu dünyada okuyabilme fırsatımız varken gidişatımızı Allah’ın normaline göre tasarlamak için henüz geç kalmış sayılmayız.

Kapitalist temeller üzerine inşa olmuş seküler bir devlet yapısı için ‘normal’ tanımı elbette ki farklıdır. Onun normali; zulme sessiz kalabilen, ezan, bayrak, vatan gibi bir teslis inancına sadık, milliyetçilik ve muhafazakarlıktan ödün vermeyen, propagandaların güdümünde yaşayan bir tebaya sahip olmaktır. Adamına göre hukukun işlediğini gördüğünde gücün adamı olmaya çalışmak normaldir!  İhalede yandaş kayırmak, emanet ve ehliyete riayet etmemek, liyakatsiz kimseleri sırf birilerinin adamıdır diyerek kurumlara atamak normaldir! AVM’lerin camilerden önce açılması ve sağ elle yemek yeme hassasiyeti gösterenlerin Allah’ın hakkını gasbetmesi normaldir. Bu liste de yine uzayıp gider. Allah’ın normali ile seküler muktedirlerin normallerinin çok farklı olduğu kesindir!

Eğer bizler de bu süreçte normalleşeceksek kendi inandığımız normale dönmemiz şarttır. İslam’ın olmayan normaller bizim anormallerimizdir. Bizi Rabbimizle buluşturmayacak ve O’nu razı etmeyecek şeyler anormallerdir. Küresel kapitalizmin zulmüne karşı bir program geliştirmek niyetimiz varsa bunu ancak İslam’ın normallerine sahip çıkarak yapabiliriz. Daha ulusalcı, daha milliyetçi ve daha seküler olmaya ihtiyacımız yoktur. Daha fazla okumaya ve daha fazla tefekküre ihtiyacımız vardır. Zira Aliya’nın dediği gibi “savaş düşmana yenilince değil ona benzeyince kaybedilir.”

NEKBE OLAYI

Siyonistlerin 14 Mayıs 1948 tarihinde Filistin’de bir “devlet” kurmalarının ardından binlerce Filistinlinin yerlerinden ve yurtlarından sürgün edilmeleri, katledilmeleri Nekbe yani “Felaket” olarak tanımlanmıştır. Nekbe, 700 binden fazla Filistinlinin 1948’de topraklarından sürülmesinin adı. Sözcük ilk olarak Arap aydını Konstantin Zureyk tarafından Ağustos 1948’de ortaya atıldı.

Zureyk, Nekbe sözcüğünü ‘sürmekte olan’ olarak kullandı. Zira 500’den fazla Filistin köyünün yıkımı 1948’de değil, İsrail  işgalini takip eden yıllar içerisinde gerçekleşti. İşte Filistinliler İsrail Devletinin kuruluşunu temsilen 14 Mayıs’ın bir gün sonrasını yani 15 Mayıs’ı felaket günü ilan etti. İlk felaket günü 1998 yılında anıldı. 1998’den bugüne İsrail kentlerinde, Kudüs’te, Batı Şeria’da, Gazze Şeridinde, Lübnan’da, Suriye’de ve Ürdün’deki mülteci kamplarındaki yaklaşık 12 milyon Filistinli, 14 Mayıs 1948 sürecinde yaşanan trajediyi Felaket Günü etkinlikleriyle anıyor.

İsrail’in devlet olarak ilan edilmeden önce İngiliz mandasındaki Filistin topraklarında Vladimir Jabotinsky, Eliyahu Golomb tarafından kurulan Haganah, 1920-1948 yıllarında Filistinlilere karşı silahlı eylemler düzenleyen siyonist paramiliter örgüt olarak faaliyet gösterdi. 1948’den sonra İsrail ordusuna dönüştürülen siyonist Haganah örgütünün bilinen isimleri arasında, İsrail’in ilk Başbakanı David Ben Gurion, 5. Başbakanı İzak Rabin ve 11. Başbakanı Ariel Şaron da bulunuyor.

Filistinlilerin yerlerinden edilme süreci, Siyonizm’in 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde temellerinin atılması, Filistin’in mandalığının Britanya’ya devredilmesi ve 1917 yılında dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour tarafından ilan edilen bildirinin sonucunda meydana geldi. Birleşmiş Milletler de 1947 yılında 181 sayılı kararla Filistin’i Siyonist yerleşimcilerle Arap yerleşikler olmak üzere ikiye böldü. Bir yıl sonra Siyonistler işgal politikalarının onay almasının, Batı’nın tam desteğini aldıkları anlamına geldiğinin farkına vararak, ‘Nil’den Fırat’a Siyonizm’ isimli eski rüyalarının gerçekleşmesi için yeni kıyım, şiddet ve işgal dönemini başlattılar. Öyle ki işgal edilen kısımlarda sadece 160 bin Arap kökenli Filistinli kalabildi.

İsrail 14 Mayıs 1948’de bağımsızlığını ilan etti. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ve çoğunluğunu Arapların oluşturduğu 13 ülke, BM’nin Filistin konusundaki çözüm planına karşı olsa da, BM Genel Kurulunda yapılan oylamada 33 “evet” oyu alan İsrail, İngiltere’den bağımsızlığını ilan etti. İsrail’in bağımsızlık ilanının ardından 1948 Arap-İsrail savaşı patlak verdi. Bu süre içinde yüzlerce Filistinli katledildi. Bugün Yafa, Hayfa ve diğer İsrail kentleri o tarihlerde Filistin toprağıydı. Yüzbinlerce Filistinli evlerinden edildi, bu toprakları terk etmek zorunda kaldı.

Evlerinden kovulan Filistinliler bugün Suriye, Lübnan ve Ürdün’deki mülteci kamplarında yaşam mücadelesi veriyor.

Siyonist İsrail kurulmadan önce yapılan katliamlar İsrail devleti kurulduktan sonra da kaldığı yerden devam etti. Bu katliamları kısaca hatırlayacak olursak:

1946 yılında Deir Yasin Katliamı: Bu katliam İsrail’in en bilinen ilk katliamıdır. İsrail’in kurulmasından iki sene önce Deir Yasin’e giren Moşe Dayan’ın liderliğindeki çete, uyumakta olan Filistinlileri (resmi rakamlar 576 kişi olarak belirtiyor) otomatik silahlarla tarayarak öldürüyor.

1953’te Şaron Katliamı: Sonraki yıllarda İsrail’de başbakanlık da yapan Ariel Şaron bir Filistin köyünü basarak 60 kadar insanı katlediyor.

1982’de Sabra ve Şatilla Katliamı: Şaron’un emriyle Hıristiyan Falanjistlerin yapmış olduğu bir katliamdır ki 600 kadar Filistinli katledilmiş, doğranmış ve 1800 kadarı ise kaybolmuştur.

2002’de Cenin Katliamı: Sahnede yine Şaron vardır ve bu sefer başbakandır. Cenin mülteci kampına girmek isteyen İsrail çetelerine karşı mücadele eden halkın erzağı bitince direnişi sonlandırırlar ve akabinde İsrail çeteleri halkın kampın merkezinde toplanmasını isterler, bu istekleri reddedilince de Filistinlileri havadan bombardımana tabi tutarlar. Sağ kalanlar ise kurşuna dizilir. Bu olayda en az bin kadar Filistinlinin öldüğü söylenir. İsrail katliamı gizlemek için ölüleri toplu mezarlara defneder.

2009’da Gazze Saldırıları: İsrail tarafına roket atıldığı gerekçesiyle havadan bombalanan Gazze’de yine binden fazla Filistinli katledilir.

2014’te Gazze Katliamı: Ramazan ayında başlayan saldırıda iki binden fazla Filistinli katledilmiş on binden fazla Filistinli ise yaralanmıştır.

Katliamlarla birlikte yurtlarından sürülen binlerce Filistinli çeşitli ülkelere göç etmiş olsalar da gittikleri yerlerde yine huzura kavuşamamışlardır. Sürgün edildikleri yerlerde yepyeni ve zor bir hayata başlayan Filistinliler, sadece vatansızlığın getirdiği ekonomik sıkıntılarla değil, toplumsal anlamda kabul görmemenin neden olduğu sosyal problemlerle de karşılaştılar. Lübnan’da ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören Filistinli mülteciler, Ürdün ve Suriye’de ise, yönetimlerin gazaplarına muhatap oldular. Nekbe’nin bu pek bilinmeyen yönü, Filistinlilerin yaşadığı trajedinin en düşündürücü boyutunu oluşturmaktadır.

Ürdün yakın tarihinde “Kara Eylül Olayları” olarak bilinen ve Kral Hüseyin’in emriyle başlatılan operasyonlarda, en az 25 bin Filistinli hayatını kaybetti. Filistinli grupların ülke içindeki faaliyetlerinden rahatsız olan Kral, onlara boyun eğdirmek için 1970’in Eylül ayında askeri bir bastırma operasyonu planladı. Pakistan’dan Ziya ül Hak’ın da destek verdiği operasyonlar Filistinlilerin bölgeyi terk etmesiyle sonuçlandı.

Nekbe tecrübesi, Filistinliler açısından bazı olumlu sonuçlar da doğurdu. Dünyanın dört bir tarafına dağılan mülteciler, Filistin davasına duyulan sempatinin de etkisiyle siyasette ve akademide kendilerine yer buldular. Yabancı dil eğitiminden sosyal bilimlerde yaptıkları çalışmalara kadar, Filistin diasporası, Arap dünyasının en eğitimli ve derinlikli halkını teşkil etmektedir. Nekbe, bu yönüyle Filistinlilerin şuur altını ve zihin dünyalarını besleyen bir faktöre de dönüştü. Her yıl, “Nekbe Günü” olan 15 Mayıs’ta Filistinliler evlerine dönme talebiyle gösteriler yaparken, mülteciler uzun süredir kayıp olan evlerinin anahtarlarını sembol olarak saklıyor. Birleşmiş Milletler Yardım ve Kalkınma Ajansı’na (UNWRA) göre,  Ortadoğu ülkelerine dağılmış dört milyondan fazla kayıtlı Filistinli mülteci bulunmaktadır.

Evet, büyük felaketin 72. yılı geçtiğimiz Mayıs ayı içerisinde yeniden hatırlandı. İslam ülkelerinin zayıflığı ve İsrail yanlısı tutumu maalesef Filistinliler aleyhine giderek daha da sıkıntılı bir hal almaktadır. Filistinliler giderek yurtsuzlaşmakta ve harita İsrail lehine sürekli büyümektedir. Her ne olursa olsun Filistin davası her Müslüman için kanayan bir yaradır ve Müslümanların dilinde duadır. Allah, elbette zalimlerden intikamını alacaktır.

İKTİBAS (Haziran ayı yorumu)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *