Muhatabı İnsan Olarak Görmek

Muhatabı İnsan Olarak Görmek

“İnsanlık ve Müslümanlar Kur’an ve sünnet gerçeğinden önemli ölçüde uzaklaşmış olmalılar ki muhatapları ile olan ilişkilerinde de insani ve İslami söylemlerden uzaklaştıklarını görüyoruz.”

Muhatabı İnsan Olarak Görmek

Süleyman Arslantaş / Her Taraf

Kur’an tüm insanlığa gönderilmiş bir kitaptır ve o tüm insanlık için hidayet rehberidir. Hazreti Resul’ün sünneti ise bu rehberliğin açılımı, ete-kemiğe bürünmüş halidir. Bu nedenledir ki Müslümanların muhatabı sadece Müslümanlar değil tüm insanlıktır. Müslüman, öncelikle muhatabını insan olarak görmek mecburiyetindedir. Toplumu, muhataplarını katagorize ederek onlara yaklaşması doğu değildir.  Tıpki Hz. Ali (r.a)’nın ifade buyurduğu gibi ki o, halife olduğu zaman valilere gönderdiği mektupta; “Muhataplarınıza iyi davranın. Zira onlar ya dinde kardeşleriniz ya da yaratılışta eşdeğerleriniz.” demişti.

Yüce Allah Kur’an’da insanları, evlatlıklarını babalarına nispet ederek çağırmalarını emrediyor. Yani bugün bizlerin sıkca ve aşağılamak kastı ile nesepsiz olarak nitelendirdiğimiz kimseler için bakınız ne buyuruyor: “Evlatlıklarınızı öz babaları adına çağırınız! Allah katında en doğru olan budur. Eğer babalarını bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul ediniz …” (Ahzab/5). Yani kuran velevki muhatabımızın nezhebi bilinmese de yani amiyane tabir ile “piç” olarak nitelendirse de biz Müslümanlara onlara ilişkin hitabımızda “Din Kardeşi”olarak görmeyi emrediyor.

İnsanlık ve Müslümanlar Kur’an ve sünnet gerçeğinden önemli ölçüde uzaklaşmış olmalılar ki muhatapları ile olan ilişkilerinde de insani ve İslami söylemlerden uzaklaştıklarını görüyoruz. Sanırım bunun da en temel nedenlerinin başında, neyin İslam’a uygun olduğunu tespitden önce karşılaşılan sorunlara İslam’a nasıl uyarlarız anlayışının öne çıkmasıdır. Oysa biz Müslümanların başöğretmeni Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.v)’dır. O, yüce resul bırakınız haram hükmü açıkca belli olanları, şüpheli olanlar için bile bizleri uyarıyor. Veda hutbesinde: “Müslümanların kanları, malları ve ırzlarının haram olduğu” nu açıkça ifade buyuruyor. Ve yine Numan b. Beşir’den rivayet edilen bir hadisde; şüpheli olan şeylerden kaçınmayı emrederken, şüpheli olan şeyleri terk eden kimselerin dinlerini ve ırzlarını koruyacaklarının altını çiziyor.

Din ve ırzın korunması. Bu iki esası nasıl ele almalıyız? Acaba sadece İslam dini ve Müslümanların ırzı olarak mı değerlendirmeliyiz? Yoksa yaratılışta; “Biz, insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tin/4)buyruğunda olduğu gibi din ve ırz kavramlarını tüm insanlığın değerleri olarak mı anlamalıyız? Mesela Kur’an’da: “Onlar, yalnızca; ‘Rabbimiz Allahtır.’ Demelerinden dolayı haksızca yurtlarından sürgün edilip, çıkarıldılar. Eğer Allah’ın, insanların kimini kimiyle defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allahın isminin çokca anıldığı mescidler muhakkak ki yıkılıp giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah güçlü olandır aziz olandır.” (Hac/40)

Lütfen Hz. Muhammed (s.a.v)’in Resul olarak gönderildikten sonra muhatap aldığı ve ilahi mesajı ulaştırmaya çalıştığı Mekke müşriklerinin, onların ekonomik, sosyal ve en önemlisi de din ve ırz yaklaşımlarının göz önüne alınız. O dönemi anlatan hocalarımız ve kitaplar içkinin, zinanın, faizin ve her türlü ahlaksızlığın zirve yaptığı bir ortam olarak anlatmaktadırlar. Ama, o kutlu Resul, onları muhatap aldı. Anlattı, ikna etmeye çalıştı. Onları katagorize etmedi, ilk başta faizcisine faizci demedi, fahişesine fahişe demedi. Zira o kutlu resulün başından sonuna kadar CİHAT kavramına yüklediği en önemli mana cihadı; “Akıl ile vahiy arasına giren engelleri ortadan kaldırma operasyonu” olarak algılamasıdır. İslam’da genelde bütün savaşlar vahyin insanlara ulaşmasına engel olanlara karşı yapılmıştır.

Tüm din ve felsefi ekoller genelde insanın inanmak ve yaşamak için ne yapmalarına yönelik düşünce üretirler. Bu yönde çalışmalar ortaya koyarken de kavramlardan başlarlar. Bugün İslam dünyası, İslam dışı dünyanın çarpıklıklarına şahit oluyorsak yeniden insanlığa “kavram” kültürünü vermemiz gerekir. Allah insanı aklı nedeniyle muhatap kabul ederken, bizler niçin muhataplarımızı akliyetinden dolayı kabul etmiyoruz? Özellikle ilahi vahyi kabul eden Müslümanlar nefisleri ile sair insanlarla, Rableri ile olan münasebetlerini yeniden gözden geçirmelidirler. Nesebi belli olmayana bile “Dinde kardeşim” demeyi öğütleyen ırz ve iffet konusunda başta Müslümanlar olmak üzere tüm insanlığı teyakkuza çağıran Yüce Allah (bkz. Nur/11-26). Müslüman olsun veya olmasın hiçbir kadına iffetsizlik, ırzı olmayan ve benzeri yakıştırmaları, söylemleri ifade etmemeliyiz. Bu nedenledir ki inanç ve amel tercihimiz ne olursa olsun muhataplarımıza karşı daha ölçülü olmak mecburiyetindeyiz. Hele bu durum bir kadın için ise daha da dikkatli davranmak zorundayız.

Son zamanlarda, Selahaddin Demirtaş’ın eşine karşı yapılan saygısız, iffetsiz ifadeleri ifade edenleri eğer sorgulayamıyorsak, kınayamıyorsak gelecekte bizimde iffet ve ırz anlayışımız sorgulanır. Devlet büyükleri sıkça Şeyh Edebali’ye atfen “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Sözünü dile getirirler. Ama lütfen dikkat ediniz Şeyh; Müslümanı yaşat ki devlet yaşasın demiyor…

Başöğretmenimiz kutlu Resul (a.s) hicret öncesi müşriklerin kendisinde olan emanetlerini sahiplerine iade etmesi için kuzeni Hz. Ali’yi görevlendirmişti. Allah aşkına, bugün kim, kaç kişi kendilerini yurtlarından çıkartmak ve canına kastetmek isteyenlerin emanetlerini kendilerine vermesi için bir yakınını görevlendirir? Düşünebiliyor musunuz, kendi dinlerine rağmen bir din ortaya koyan Hz. Muhammed’e en kıymetli mallarını emanet ediyorlardı. Niçin? Çünkü o, “El-Emin”di. Ya bizler, ya bugünkü insanlık?

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *