Hani sormuştuk ya önceki yazımızda, ‘Kendi gündemlerimizi belirleyip onlara gereğince sadakat göstermek, hakkını vermek, süreçlerini takip etmek çok mu kolay?’ diye… Cevabı ortaya çıktı işte; hiç de kolay değilmiş…
Mustafa Bozacı
Dergimizin geçen ayki sayısında ‘Gündem Erozyonu’ başlıklı yazımızın ardından, bizi yanıltmış gibi görünse de ana tema açısından haklı çıkaran ve bizlerin ne yapıp etsek bu hal ve gidişatın şimdilerde sadece birer nesnesi durumuna düştüğümüz bir hız ve akış içinde yine bu gündem krizini yaşıyor, hissediyoruz bir şeklide… Bugünlerde ortak ve tekli bir gündemle… Ve dahası, daha yoğun olarak…
Bir anda gündem teke evrildi. ‘Tek yekûn içinde yazılıp çizildik’! Bu tekli gündem, gündem erozyonu/enflasyonu tezimizi çürüten değil, aksine güçlendiren bir nitelik arz ediyor. Boyutları, etkileri, sebep ve sonuçları, bizlerin pozisyonu, getirdikleri götürdükleri, yansıma ve tezahürleriyle… Eskisen dünyanın birçok bölgesinde farklı gündemlerle farklı kırılmalar oluştururlarken şimdi tek gündemle, tek bir mekan algısıyla küresel dünya, global köy üzerinde senaryonun son perdesine yaklaşıldığı/gelindiği hissini, imasını veriyorlar.
Oyunu kuranlar ‘kazan kazan’ pozisyonlarını sürdürüyorlar, bizlerin de bir şekliyle dâhil olduğumuz halk yığınları ise birer aparat, nesne, ‘şey’, araç, oyunun üzerine kurgulanmış/kurulmuş olduğu figüranlar olarak, ne yazık ki genel çerçeve/resim içinde kaybetmeye mahkûm bir edilgenlik içinde bulunuyoruz. Burada her zaman söylediğimiz gibi ‘kaideyi bozmadıkça’ istisnadan bahsetmeye gerek duymuyoruz. Ve bu söylemin/istisna iddiasının, kendimizi haklı çıkarabileceğimiz argümanları bulunabilse de etkileri, çekim gücü ve tüm boyutlarıyla bir kopuş halinde deklare edilememesinden dolayı sadece kendini ilzam eden bir ‘istisna’ olarak kalacağı kesindir.
Evet, birkaç aydır bizler olduğu kadar, tüm dünya bir virüs gündemine, ‘corona’ olgusuna kilitlenmiş durumda. Tek bir gündemimiz var, tüm gündemleri askıya alan, herkesi tek noktaya kilitleyen, hizaya getiren! Onunla yatıyor, onunla kalkıyoruz! Hatta sınırlar, ondan hareketle belirleniyor. ‘Otur!’ diyorlar, oturuyoruz; ‘Kalk!’ diyorlar, kalkıyoruz. ‘Organize işler’ ürüyor hasılı…
Çoklu gündemle günlerimizi, ömürlerimiz, meşguliyet ve mensubiyetlerimizi yönlendirenler, heder edenler, değerlerimizi edere dönüştürenler şimdilerde bunu tekli gündemle daha kolay bir halde gerçekleştirebiliyorlar. Artık o kadar maharet/şeytanlık kesbetmişler ki farklı coğrafyalardaki farklı senaryolardan, tuzak ve kumpanyalardan her yerde aynı anda vizyona konulan bu corona tekli gündemine geçtiler! Var bu işte de bir çapanoğlu ya, hayırlısı! Bakmayın siz bu senaryoda yitirilenlere, kelli felli insanların da hastalık belirtilerine… Hedefe giden yolda onlar için her şey, her yol mübah! Onlar senaryonun gerçekleşmesi için gerçek/önemli/çeldirici aktörler! Neticede istatistiğe konu sayısal bir veriden öte gitmiyor hiç kimse… Bunlar hafif semptomlar, asıl hastalık, aymazlık kalplerde, zihinlerde! Sonrası ise üzerinde daha durulmaya, düşünülmeye değer süreç ve sonuçlara gebe…
Kamuoyu öyle bir bilgi kirliliği, manipülasyonla dolu ki kime kulak vereceğimizi, işin neresinden tutacağımızı, nerede durmamız gerektiğini bilemiyoruz! Bilen de belli değil! Bir sihirdir, hipnozdur serapa sürdürülüyor! Yine asıl meselenin ‘yaratılış gerçeği’ ve ‘imtihan’ olgusundan hareketle bir bakış, bir duruş ve düşünüş ölçütüne, bilgi kaynağına sahip olup olamamakla alakalı olduğunu düşünüyoruz biz… En başta da, en sonda da… Bu meselede olduğu gibi her meselede de…
Zaten meselenin bir boyutu da bununla ilgili; ‘infodemi’, asılsız ve aşırı haber kirliliği/salgını coronanın/virüsün getirdiği salgın risk ve bileşenlerinden daha tehlikeli bir hal almış durumda! Korku imparatorluğu kurulmuş durumda! Bir deli(!)/(uyanık) bir kuyuya bir taş atıyor, kırk akıllı(!)/(akıllı geçinen uyuşuk/ukala) çıkartmaya çalışıyor! İşin kendisinin taşı çıkarmak değil, taşın atılmış olması, bunun sebep ve hedefleri olduğunu görmeden, duymadan, bilmeden… Taş çık(artıl)sa ne olur; atı alan/çalan Üsküdar’ı geçti, dünyaya tur bindirdi!
Hani sormuştuk ya önceki yazımızda, ‘Kendi gündemlerimizi belirleyip onlara gereğince sadakat göstermek, hakkını vermek, süreçlerini takip etmek çok mu kolay?’ diye… Cevabı ortaya çıktı işte; hiç de kolay değilmiş, hatta kendimizi sair/uydurulan/dayatılan gündemlerden muhafaza etmekten daha da zormuş! Öyle olmasa böyle bir aymazlık içine düşmez, mefluç bir halde kalmaz, yılgınlığa, kanıksamışlığa, öğrenilmiş çaresizlik sendromuna, en nihayetinde Stockholm sendromuna kapılmazdık!
Virüs Çin işi mi, ABD işi mi, yoksa ortak/koalisyon işi mi belli değil! Çok önemli de değil! Bizler her boyutuyla süreç ve sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalmıyor muyuz? Kendimizi istisna bilip tutabiliyor muyuz? Virüsün bir noktada başlasa bile birden aritmetik olarak tüm dünyaya yayılmış olması ne anlama geliyor? Virüsün üretilmiş olmasıyla, doğal olması arasında sonuçları itibariyle bir fark kaldı mı? ABD’nin dünyanın farklı (hemen her yerine) yayılmış biyolojik laboratuarları ne anlama geliyor? İnsanlığa hizmet(!) bir zamanlar ‘bomba’ ile olurken şimdilerde daha kolay ve ekonomik/kullanışlı olması sebebiyle biyolojik silahlara mı evrildi? Meselenin buraya evrilmesinde, o bombaların denenmesi sürecinde dünyanın güzelliklerini, denizlerini, doğal kaynaklarını (en başta su, hava ve toprak) kirletmesinin, sonuçta kendilerinin de bir taraftan bu kirlenmeden etkilenmeleri sebebiyle, bir ilgisi herhalde vardır! Keza, ‘İklim sözleşmesi’ yani ‘küresel ısınma ve dünyanın soğutulması yaklaşımlarının’ konuyla (ABD bu sözleşmeden çekilmişti!) bir ilgisi de vardır diye düşünüyoruz! ‘Dünyanın akciğerleri/ormanlar’ hızla tüketilirken/katledilirken insan nefesinin/akciğerlerinin bundan etkilenmemesi mümkün müdür? Siz yarasaların ve diğer vahşi nebatat ve hayvanatın yaşam alanlarını hiçe sayar doğal yasalara (Sünnetullah’a, Allah’ın koyduğu sınırlara) kör ve sağır kesilir, nefsinizin/şeytanın ‘ölümsüzlük, bitmez tükenmez mal’ iğvalarına kapılırsanız, o virüs pangoline, fareye veya başka hayvana bulaşarak elbette ayağınıza dolaşır, tuzaklarınızı başınıza çalar! Sizi köyünüze, evinize tıkar, geri döndürür! Bundan tuzağın sahibi de kurtulamaz!
Şimdi insanoğlu ‘süreli’ denilerek gelip geçici edasıyla ‘ölüm korkusu’ içinde bir cendereye sıkış(tırıl)mış, evlere hapsolmuş, paronayaya tut(tur)ulmuştur! Zaten genel anlamıyla tüm bu yeryüzü koşuşturmacasının, mücadele ve savaşlarının, çekişme ve kamplaşmalarının ardında bir ‘ölüm korkusu’ ve ‘ölümsüzlük’ arayışı yok mudur? Bırakınız sair insanları/inanmayanları, farklı inanç sahiplerini, ne yazıktır ki ‘inandım diyenleri’ de aynı savruluş ve kaçış, koşuşturma içinde görmüyor muyuz? ‘Kendisinden kaçıp durduğumuz ölümün bize mutlaka kavuşacağı’ (üstelik her nerede ve ne halde olursak olalım) bizim iman umdelerimiz/ilkelerimiz arasında değil midir? Dahası ‘sonrasında Rabbimize döndürülüp hesap vereceğimiz’ bir hakikat değil midir? İşte bizce meselenin bam teli, bu ‘hesap verme’ olgusudur diye düşünüyoruz… Ellerimizle yapıp ettiklerimizden dolayı, yeryüzünün, ekinin ve neslin ifsad edilmesi neticesinde, zulümatın ayyuka çıkması, ifsadı engelleyecek, ‘vasat ümmet; hayra çağıran, marufu emreden/iş edinen, münkeri engelleyen/nehyeden bir salihler topluluğunun, cemaatinin olmamasından değil midir tüm bu yaşananlar? ‘Biz büyüdük de kirlendi dünya’ diyordu ya bir şarkı sözü, işte öyle, ama siz o büyümeyi ‘ur’ olarak, tekebbür, tekasür olarak, değerlerin yitirildiği, ‘edere’ hapsolmuş nicellikler savaşı, koşuşturmacası olarak okuyunuz…
Yine, ‘tanrının sessizliği’ vurgusuyla sözüm ona bir ümitsizlik, inançsızlık, kafalarda soru işareti oluşturarak ‘Tanrının varlığına inanmama inancını’ tahkim etmeye çalışanların, buradan bilimin/nefis ve hevanın ilahlığına yol arayanların, ‘kötülük problemini’ kendilerince ve insanın iyilik noktasındaki sorumluluk ve ihmallerini görmezden gelerek Allah’a yükleme hadsizliği içinde olmaları neticede ‘bilim tanrısı’ kavramını ikameye çalışmaları da üzerinde durulması, hadsizliği Allah’ın imhal etmesi/mühlet vermesi/hemen cezalandırmaması olarak okunması gereken durumdur. Sürecin hemen evvelindeki ‘deizm’ tartışmalarını da buna eklemek meselenin büyük resmini görmemizi sağlayacaktır.
Başımıza gökten taş yağmıyorsa buna şükretmek gerek! Bakınız ‘Allah ihmal etmez, ihmal eder!’ ifadesi bunu ilzam ediyor; eğer yapıp ettiğimiz her cürmün, işlediğimiz her günahın ardından Rabbimiz hemen ceza verecek olsaydı, yeryüzünde insan kalmazdı! Burada ‘dua, istiğfar ve tövbe’ ne kadar önemli hale geliyor bir daha anlayalım! Allah’ın yüceliği, rahmet ve merhameti, münezzehliği, rububiyet ve ulûhiyeti billur hale geliyor, açık oluyor, keşke bilsek! Anlayan kalblere, gören gözlere, işiten kulaklara…
Keza olup biteni, yukarıdaki tavrın tam tersi olarak tamamen Allah’ın bir iradesi, işi olarak görenler de zannımızca topu taca atmaktadırlar. Şeksiz ve şüphesiz tüm işler başında da sonunda da O’na döndürülür, O’nun bilgisi dışında yaprak düşmez, ama bu musibeti, corona virüsünü, O (cc), bizlerden, elimizden geleni ardımıza koymadan sergilememizi, imtihan gereği inananları ayırt etmesi şeklinde, kulluğun gereğini beklerken O’na hamlederek, İsrailoğulları’nın Musa’ya (as), ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada bekliyoruz!’ demesi gibi bir atalete düşmemiz anlaşılır gibi değil! Yok, öyle olsa, zannediyor muyuz ki, bu iş günlük sayısal verilere, zamana yayılarak keyfe keder olurdu! Bir anda taş üstünde taş, yürüyen ayaklarda can kalmaz, iş aniden olup biterdi! Biz yine kendi hesabımızla baş başa kalırdık! O sebeple, bir an önce aklımızı başımıza almanın zamanı geldi de geçiyor! Kaldı ki çok uzun zamandır bu helaki hak edecek cürümler, ifsad, inkâr ve zulümler çoktan daha çok şekilde yeryüzünün her tarafına yayılmış vaziyettedir. Müstekbir, münkir, cahil, aceleci, doyumsuz, müstağni, zalim ve cani beşer eliyle… Müslümanım diyenlerin müsaitliği ve sessizliği içinde… Hele ‘corona’yı Kur’an’da tarama yaptırıp bularak (q-r-n; nesil anlamında), buradan keramet devşirenlerin kafalarını kaldırıp ‘Ne haldeyiz?’ diye iyice bakıp düşünmeleri ve bir şoka tabi tutulmaları gerekiyor!
Benzer şekilde farklı inanç kesimlerinde toplu/bazen tekli ayinlere, şeytana emredip salgını durdurmasını isteyenlere, farklı inanç kesimlerinin birlikte duaları şeklinde uzantılarına da şahitlik ettik süreçte… Hayatın bir eve, hatta odaya sığdığını, vazgeçilmez bildiklerimizden ve maddi edinimlerden uzak kalma hissini, sağlığın ve boş zamanın değerini, haz ve hızdan feragat edilebildiğini, tokluk ve açlıkla imtihanı (Sokağa çıkma yasağından önce yaşananlar ise çok yönlü ibretlik bir haldi!), diğerkâmlığı, dünya nimetlerinin esasen bir bu kadar nüfusa yetebileceğini (Yeter ki nüfuz mücadeleleri durdurulabilsin!), bir nebze de olsa, ihmal edilen aile mefhumunun yerini ve önemini, eğitimin ve iş hayatının uzaktan/evden de sürdürülebildiğini bir şekilde öğrendik, öğreniyoruz. Unuttuğumuz, terk ettiğimiz, aklımıza gelmeyen ‘itikaf’ ibadetini bizlere hatırlatmasını da mesela… (Bu arada yazının elinize ulaştığı zamanlar inşallah Ramazan ayını ve orucu da idrak etmiş olacağız. Tebrik ederiz… Bayramlara kavuşmayı, bayramlarda buluşmayı, dostları ve dostluğu çoğaltmayı Mevlamız’ın nasip etmesini niyaz ediyoruz. Bu buluşma ‘iftar sofraları’ tefekkürü ve ‘Kur’ana dönüş’ vesilesi anlamında bir hayırlı fırsata dönüştürülebilir inşallah…) Yine, cürümlerin, günahın azalması, israfın önlenmesi gibi sair faydalı taraflarının olabildiğini de… Lakin Kur’ani meselle, ‘denizin dalgaları arasında Rabbini bilen ve birleyen insanoğlunun, karaya ayak basar basmaz, ahdini/sözünü unutup isyan ve nisyan içinde gaflete dalarak, şirke (her türlü; egemenlik, sınırlar, ekonomi, sosyal ve siyasal tüm alanlarda) düştüğünü, zulme kaydığını, yalana ve talana sarıldığını, ifsad ve israfa yöneldiğini, kula kulluğu ikame ettiğini, nefsini ve hevasını ilah edinmeye kalktığını…’ unutmamak gerekiyor! Rabbimiz her an bir işte/faaldir ve yaratmayı, farklı vesilelerle hayata müdahalesini sürdürmektedir.
Allah, tarih boyunca farklı kavimlerin, bu istikbar ve istiğnaları, hadsizlikleri, ilahlık ve rablik taslamaları, hak ve hidayet davetine sırt çevirmeleri, vahye sağır ve kör kesilmeleri sebebiyle kâh bir rüzgâr, kâh bir zelzele/deprem, kâh bir su, kâh bir çığlık, kâh bir salgın (Abduh; çiçek salgını) ile köklerini kazımış, mal ve mülklerini o ezdikleri, sömürdükleri, aşağıladıkları ‘iman eden kullara’ terk etmek zorunda bırakmıştır. Nemrut’u bir sinek, Firavun’u bir su helak etmeye yetmiş de artmıştır! Hiç kimsenin Allah’ın eşsiz güç ve kuvvetinden, kudretinden şüphesi olamayacağı gibi, bunu sınamaya, bir bilgimiz olmadan herhangi bir sebebe, olaya bağlamak gibi haddi de olamaz, olmamalıdır!
‘Öyle bir fitneden/sınamadan/elemeden sakının ki içinizden sadece zalimlere erişmekle kalmaz!’ ve ‘Rabbimiz içimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helak etme!’ uyarılarını birlikte düşündüğümüzde, tefekkür ettiğimizde virüs pandemisini okuyun bakalım, nasıl okuyacaksınız! ‘Allah’ım bizi kâfirler/nankörler topluluğu için fitne kılma!’ dua ve tazarrusunu, bugün ‘mü’min/müslümanım diyenlerin’ birbirleri için fitne haline gelmiş olmalarını, birbirlerini o hale getirdikleri bir vasatı düşünerek kıyas edelim, bakalım elimizde bugünkü sonuçlardan başka bir şey kalıyor mu?
Bakınız Kâbe kapalı, bırakın beş vakti, cumasız cumalarımız(!) oldu! (Bu arada cumaya elit nesi’/bypass uygulaması bir tarafa da şu üç Cuma kaçınca nikâhın düşmesi meselesine sanal bir çözüm bulmaları gerekmiyor mu? Bizden hatırlatması!) kelli felli cemaatlerden (malum süreçten önce de öyleydi ama süreç sonrası öyle bir olgu da kalmadı, artık tek sıra halinde dizilebiliyorlar sadece!), üstelik ‘kader’ diye bir amentü maddesine yapışıp ecel olgusunu dillendirip dururlarken, kimsenin ‘gıkının’ çıkmaması hayra alamet midir? Tamam, tedbir, kurallara riayet, ama inanın o şeksiz, şüphesiz, sorgulamayan itaatin altındaki asıl saik/etken şu ‘ehli-sünnet’ algısının ‘imama/devlet reisine koşulsuz/fasık da olsa itaat’ algısını yeri çok büyüktür! Hatta tektir! Bu arada dünyanın hemen her yerinde farklı kültür ve inançtan kesimlerin küçük büyük ibadet/ayin/tapınma merkezlerinin aynı anda kapalı olması da oldukça manidardır. Bize bu işin altında bir çapanoğlu/bit yeniği olduğunu hatırlatmaktadır!
Corona meselesi esasen bir sonuç değil, bir sürecin önemli bir adımıdır, ileri bir merhalesidir. Adım adım ilerleyerek, bir hedefe kilitlenip ona doğru yol alan bir sinsi/şeytani planın bir evresi, belki sondan bir önceki adımıdır diyebiliriz. Zira biliyorsunuz bu virüs türü uzun süredir tanınıp bilinen bir türdür. Virüsün A, B, C türleri, mutasyonu, kendi içinde bir doğallığı olan, esasen insanın ‘yeri delemeyeceği’, ‘dağlara boyunun yetmeyeceği’ hakikatlerini hatırlatan, aciz ve zayıf oluşumuzu, şükrümüz için emrimize verilen hayvan ve bitkilerin varlığına muhtaç, iki nefes arası bir sınıra mahkûm, atılmış bir sudan yaratılmış olduğumuzu gözler önüne seren, kendi küçükten de küçük, ama çok büyük birer ayet/işaret olarak ortadadır. Yeryüzünde, vahşi ortamda, bin altı yüz dolayında virüs olduğu, bunlardan altı yüze yakınının insana bulaşır nitelikte olduğu (Dr. Dennis Carroll) bilinen bir gerçek iken bunlardan biriyle (genetiğiyle) oynamaya kalkarsanız, onların sınırlarına nüfuz etmeye yeltenirseniz boyunuzun ölçüsünü alırsınız. ‘Tek dişi kalmış canavar’ medeniyetinin(!) mümessillerinin hallerine bir bakınız, ne haldeler, himmete muhtaç durumdalar. Özellikle tüm ülkelerin sağlık sistemi şişirilmiş birer balon gibi patladı! Devasa taş yığınlarından oluşmuş binaların içinin boş olduğu anlaşıldı! Bir maske, bir tanı kiti, bir oksijen aparatı vb. konularda tüm imajlar silindi, maskeler düştü, makyajlar aktı! Tüm dünya bir virüse karşı ele avuca gelecek bir öneri dahi sunamadı! Deneye yanıla, eski üretim, farklı hastalıklarda kullanılmış ilaçları gündeme alıp bir arayıştır, oyalamacadır gidiyor! Şimdi oturup bir virüsle baş edemeyen ‘bilim tanrınızı’ helvadan put gibi ağzınızda geveler durursunuz, yersiniz; her zırvayı yediğiniz gibi! Covid-19’un, öncesinde kehanetlere konu olup farklı mecralarda dillendirilmesi, kitaplara konu olması, film senaryolarına dönüşmesi hep o adımın birer tezahürüdür. Damla damla damarlarımıza zerk edilen, zihinlerimize işlenen algı operasyonlarının ileri bir aşamasını göstermektedir. Reel, görünen bir çeldiriciye, yadsınamayan bir gerçekliğe işaret etmektedir. Bu arada o kâhinler, yazar ve çizerler, senarist ve film/dizi yapımcıları birer Firavun’un hizmetlisi/yakîni sihirbaz rolü üstlenmişlerdir. Yine bilip bilmeden, düşünüp taşınmadan, sürecin sonuyla ilgili, ‘Kapitalizm kaybedecek!’, ‘Vahşi kapitalizm daha güçlenerek çıkacak!’, ‘…direksiyonu sola kırmak lazım!’, ‘İslam ve sol diyalogu/çalıştayı’ gibi arayış ve söylemler (Bunların her birinin verisini internette bolca bulabilirsiniz!), Nasreddin Hoca’nın yitiğini başka yerde (ışık altında; Kur’ani söylemle, şimşek parıltısının yanıp sönen şavkı altında) araması benzeri, istikameti yitirmenin, pusulayı şaşırmanın bir göstergesi olsa gerek… Bunlara ‘küreselciler’ ile ‘ulusalcılar’ arasındaki ‘Kim kazanacak?’ odaklı, handiyse zar atmaya indirgenecek tartışmaları da ekleyebilirsiniz… ABD/Trump ile DSÖ/WHO arasındaki tartışmaları da… Unutmadan, Türkiye dâhil birçok ülkenin, çok önceden ‘pandemi’ ile ilgili (Burada DSÖ/WHO’nun işlevini, meseledeki rolünü de görmek gerek!) raporlar hazırlayıp planlar yaptığı, bugünkü verilerden çok daha ağır sonuçları öngördüklerini de hatırlatmakta fayda var!
Evet, bir süreçtir izleniyor, bir nakış gibi işleniyor… Bizler de peşinden sürükleniyoruz! Selin önündeki kütükler gibiyiz! Çer çöpe döndük! Ne ederimiz var ne çekerimiz? Oysa hakikate sahip ve taraf olduğumuzu iftiharen söyleyip caka satarken, ‘hak edişsiz, peşin ödeme/şefaat de bekleyerek’, işi, sa’yi, cehdi, eylemi unuttuğumuzdan (Akif’in ‘Vaiz Kürsüde’ adlı şiirindeki gibi Allah’ı vekili umur, eciri has, lala, bacı, dadı, yanaşma, ırgat, müdiri vezne, muhassıl, asker, kumandan, eczacı vb. kılmak veya ‘Ya kendi gelecek, ya Hızır’ı gönderecek!’ ifadesinin ilzamı gibi…) ‘bâtılı, selin üzerindeki köpük gibi’ diyerek geçiciliğine, sahteliğine, zayıflığına dikkat kesilmemiz gerekirken, bizler tam tersi bir durumda himmete muhtaç hale geldik, ellerimizle ördüğümüz duvarlar altında meskenette, zanlarımızla ürettiğimiz kuruntu ve vehimlerimizin kuşatmasında atalette kalarak… Sonra da şeytana/şeytanlaşanlara küfretmeyi kâr zannederek, iş, maharet bilerek…
Süreç bir süre daha böyle devam edecek, ayıkmaz, uyanmazsak… ‘İlaç mı, aşı mı?’ derken, ‘Karantina süreçleri ne zaman bitecek, hayat kaç ay sonra normalleşecek diye düşünürken?’, bu hali atlatıp uyansak dahi, bu uyandığımız dünyanın eskisi gibi olmayacağı bir gerçek! İmtihan sürecek! ‘Ölüm ve hesap hakikati’ hiç değişmeyecek! Bunu her kesim için, olumlu olumsuz tüm bileşenleri ve sonuçları için söylüyoruz. Günler aramızda döndürülüp duruyor! Ah vah ile geçiyor ömrümüz! Sızlanmaktan başka bir şey yapmıyoruz!
‘Aşı, chip ve dijital para’ (Bill Gates-Rothschild ve Rockefeller/13 aile- daha üst/dip akıl) (Gates, 5 yıl önceki konuşmasında virüsün bugünlerde sıkça gördüğümüz fotoğrafını tıpkısının aynısı olarak vermişti!) olguları artık görmezden gelemeyeceğimiz, yakın gelecekte kaçışın çok zor olacağı (ama asla imkânsız değil; iman varsa imkân da var), sürecin son noktaları, aşaması… Bunu çok öncelerden başlatıp İstanbul Sözleşmesinden bağımsız da olmayan, post-hümanizm, trans-hümanizm, yapay zekâ gibi meselelerle birlikte düşünmeliyiz. Bakınız en serinkanlı yorumlar bile yine bu dünya hayatına dönük çıkışları, çareleri işaret ediyor, dünyevi çareye endeksli… ‘Hadi gel köyümüze geri dönelim…’ temalı, çift çubuk, tarla tohum işleri… Elhak, bunların doğruluk, çözüme isabet payları vardır ve yüksektir. ‘Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!’ denirken; beslenme, su meselesi, tarım ve hayvancılığın önem kazanması, endemik/yerli tohumlara dönüş, tabiatla yüzleşme ve barışma önemli hale gelecek, öne çıkacaktır.
Büyütülmeyecek(!), ama görmezden de gelinemeyecek bir mesele ile karşı karşıyayız. Hayat devam ettiği sürece bu, ilk olmadığı gibi son da olmayacak. Tarihte nice toplumlar yok oldu, yakın zamanlarda şu istatistikî verilerden daha fazla can kayıplarına şahitlik ettik. Şimdi kanıksamış ve irkilme melekemizi yitirmiş bir vaziyette, tv illüzyonuna maruz kalarak ölümlerin adedini sayar, üst üste ekler hale geldik! Kitabî bağışıklığa dönmez, idrak yolları enfeksiyonundan korunmaz, zihin yollarımızı açık tutmazsak, şeytan ve avanesinin adımlarını izlemekten vazgeçip hidayete tabi olmazsak bu mikrop gibi daha üzerimize çok pislik yağar! Yığın olmaktan, güdülenip güdülmekten kurtulup el ele, omuz omuza vererek, imkânlarımızı (her ben’in) imkânlarımıza (bizim) eklemezsek biz de iflah olmayacağız ve bu ateş bize de dokunmaya devam edecek! İnkâr edenler tağut yolunda harcarken, bizler Allah yolunda harcama azim ve kararlılığı göstermek zorundayız! Yoksa, yok!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *