Neden kendin için yeterli, geçerli gördüğün bir vesileyi, kardeşinin derdine de derman olsun diye geçerli bir vasıta addetmedin de, aynı kaynaktan bir yudum daha içilince kaynağın kuruyacağını sanarak, tamamını kendine saklamayı yeğledin?
Latif Değer
Hani hatırlar mısın benim bütün hercailiğimi, kolaycı hükümlerimi, kendime bakmadan kurduğum başkaları hakkındaki keskin hüküm cümlelerimi düzeltmem için, bakışlarımı kendime çevirmem için harcadığın onca zaman ve emeği; onlardan hiç mi kendine de pay biçmedin hiç mi kendini de sorumlu görmedin, ‘acaba ben de mi’ diye hiç mi düşünmedin?
Sürekli sükûnet, akl-ı selim, ahlak, adalet, acaba telkin eden duruşun ve sesin kendine hiç mi bir şey söylemedi?
Hani “sağlam ve sadık”, o kadar ki “bir binanın kurşundan kaynatılmış tuğlaları gibi” birbirine kenetlenmişlerden olacaktık da hayat boyu aynı kuvvetle olmasa bile, aynı netice ile sonuçlanan menfaat bağlılıkları kurmuş olan hak hukuk bilmezlere karşı, adalet yolunun inşası için beraber yürüyecektik de hiç birbirimizin arkasında boşluk hissi oluşturmayacak bir bağ kuracaktık ya… Şimdi nasıl gönlün elverdi de elde edeceğin o ‘küçük lezzetler bahçesi’ için hedeflediğimiz o büyük amaçları hemen unutuverdin?
Ya sen nasıl kendine hiç de bakmadan, kendi durumunla ilgili kurulacak onca hatırlatıcı cümleyi sadece sana karşı kurma cesareti gördüğünü, hiç de mütekabiliyet gözetmeden, anlık bir zevkin için kurduğun “Allah da biliyor kime neyi vermeyeceğini!” hükmüyle harcadın kardeşini?
Nasıl kıydın da söyledin o içimden bile gizlediğim, her seferinde, ‘acaba’ diye kendime bir kere daha sorduğum, ‘kardeşime karşı olumsuz bir his taşıyor muyum’ muhasebeme rağmen, hem de herkesin ortasında, bir anlık zevkine kurban ettiğin, durumun hassasiyetini hiç eden o cümleyi?
Ya sen hangi insan derinliğinden seçip de getirdin o ‘sıkışmışlık’ cümlesini, o ‘bir yere kımıldayamazsın artık’ nihayetini, ‘o vah zavallı vah’ acımasını da bilediğin okla beraber taşıyan yazıklanmayı?
Kendi emeğinin tamamına ermesi için harcadığın onca çabaya rağmen ya sen ey ağabey, sen nasıl düşündün, nasıl hak ve reva gördün, o emeği alıp bir başka emeksizin kucağına vermeyi; emeğin sahibini, eksiğini görüp söyleyeni, yanlışına göz yummayanı cezalandırmak için vasıta kılmayı?
Kendini garantide hissetmek, güvenilir göstermek, zaafsız eksiksiz bir ilişki zemininde tutmak için; her işi, her sözü, her duyguyu, her şüpheyi her serzenişi üstünkörü geçiştirmelerin içinden nasıl çekip çıkardın da bir başkasına dostunun en mahrem kalması gereken, en hassas olduğu eksiğini söyleyiverdin, onu en korumasız zemine taşımak anlamından gram eksik olmayan o cümleyi?
Nereden biliciydin de o ‘bilinmeyen geleceği’, ‘gün gelip yegâne sığınacağım senin olacağını’, senin de benim de sığınmamız için tercih etmemiz gereken Yegâne’yi hiç hesaba katmadan, öyle söyleyiverdin?
O nasıl bitimsiz bir iki dakika, iki gün, iki hafta, iki ay sonrasını hesaplayamama idi ki, kendi kurguna denk düşmeyen her sözü, her fikri, her itirazı -yukarıdakinin hep orada kalacağına inançla ve arkanda olduğundan emin olduğun iradesine çarpıp yere düşsün diye- elinin tersiyle ittin?
Hangi hakikat, hangi saygı, hangi adalet seni bilmediğin tanımadığın, neyi niye söylediğini kestirme imkânın olmayan uzak kardeşinin sözlerini bir divanenin sözlerine benzetiverip de mahkûm ettirdi dersin?
Niye öyle yorumladın, ‘Hakikat’i yorumlama hakkını sadece kendinde görerek, şu ana kadar olmayan, yapılmayan, düşünülmeyeni yapma cesareti gösterenin yapmak istediğini?
Kendin için hak gördüğün şeyi kardeşin için neden bir zaaf sebebi saydın da insanca sığınmalarını, bir korunma talebi olarak yapmak istediklerini ‘yolun en uzağına savrulmak’ addettin?
Dün yaptığın, hatta rızkının bir kısmının teminine ortak ettiğin şeyleri, bugün belki hayırlı bir niyet, samimi bir kalp ile bir kez daha denemek isteyeni neden ‘kaybetmişlerden’ saydın hemen?
Sen hangi büyük hak etmişlikle, fermanla, ilhamla ve takdirle oraya ulaşmıştın ki, şimdi bir başkası için aynı şeyi düşündüğünde “onca eksiği, zaafı, beceriksizliği ile burada bulunmaya zinhar uygun değildir!” diyebilmektesin yanıbaşındakine?
Hangi büyük ilim ehlinin talebesi idin de, görünen gözlenen hikâyen, muhakemen, edinimin, birikimin ne yüce idi de, sözüne muhalif olan bir başka sözün ne kadar taze, temelsiz, emeksiz, gayretsizce varılmış, başkasından duyulup öykünülmüş sözlerden biri olduğuna hemen de hükmediverdin?
Neden kendin için yeterli, geçerli gördüğün bir vesileyi, kardeşinin derdine de derman olsun diye geçerli bir vasıta addetmedin de, aynı kaynaktan bir yudum daha içilince kaynağın kuruyacağını sanarak, tamamını kendine saklamayı yeğledin?
Nasıl vardın o büyük sözlerden, o büyük yunma, yıkanma, arınma çabalarından, bu küçük ‘kibrit kutusu ufk’a; onlarca yıllık arınma gayreti, onca okuma, çaba bu cılız kalp hassasiyetine, bu bencil vadiye, bu ‘kendinden başkasına meyve vermeyen bağ’a varmak için miydi?
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? (Koca Akif)
Ne yazık!
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *