Köprülüzâde’den Kıblelizâde’ye

Köprülüzâde’den Kıblelizâde’ye

Arif Ay: “Kırk yıl düşünsem size mektup yazmak aklımın ucundan geçmezdi. Çünkü siz, Türkoloji sahasında dokunulmazlığı olan bir yere sahipsiniz. Akademik çevreler sizi eleştirmekten kaçınırlar. Ne olur, ne olmaz diye çekinirler sizinle ilgili şahsi görüşlerini ortaya koymaktan.”

Yeni Şafak gazetesinin 15 Nisan tarihli kitap ekinde ilginç bir makale yer aldı. Öteye Mektuplar başlıklı köşede yayımlanan makale, Mehmed Fuad Köprülü’ye hitaben Arif Ay tarafından kaleme alınan bir mektuptu. Köprülü’ye karşı oldukça ağır eleştirilerin bulunduğu işte o mektup:

ARİF AY (Öteye Mektuplar/10)

Sayın Mehmed Fuad Köprülü,

Sizden altı yaş büyük olan, dokuz yıl Paris’te kalan ve orada kulağına çalınan ya da Fransız Millî Kütüphanesi’nde kayıtlı E. Blochet’nin “Cataloge Des Manuscrits Turcs, II, p. 193, No. 1191” eserinde rastlamış olabileceği düşünülen ve Ahmed Yasevî’yi merak eden “Aynı tarihlerde (1918) Fuad Köprülü de bütün dil ve edebiyatların mukâyesesi mevzûlu bir eser yazmak müddeâsında idi. Ben kendisine demiştim ki: Bu büyük mevzua girmeyiniz. Bizim daha mühim mevzûlarımız vardır. Meselâ Ahmed Yesevî nedir, kimdir? Bir araştırınız. Bakınız, bizim milliyetimizi asıl orada bulacaksınız.” diyen Yahya Kemal’in yönlendirmesiyle, yirmi sekiz yaşınızda yazdığınız ve sizi meşhur eden “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eseriniz, lise öğrencisiyken kasabamızın halı pazarının duvarına dinî kitaplar sergisi açan yaşlı amcadan aldığım kitaplardan biriydi. Heyecanla okumuştum. Şiirlerini bildiğim Yunus Emre’yi ve Ahmed Yesevî’yi kitabınız sayesinde daha geniş bir biçimde tanımıştım.

TARAF TUTAN YANINIZ

Yahya Kemal’in Hâtıraları kitabında geçen yukarıdaki satırları Fevziye Abdullah Tansel’in ifadesiyle size gösterildiğinde “Olacak şey değil, Yahya Kemal, Yesevî’yi nereden bilecek; Yesevî benim tetkiklerimden sonra ortaya çıktı.” demeniz de hayli ilginç değil mi? Oysa, hafızasının güçlü olduğu söylenen Yahya Kemal, kuşsuz ağaca taş atar mı hiç? Üstelik, Fransız edebiyatı ve tarih metodlarıyla ilgili bilgileri size Yahya Kemal’in verdiğini, öğrenciniz Nihat Sami Banarlı’nın kitaplarından öğreniyoruz. 1913’de kaleme aldığınız “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl” başlıklı makalenizin Fransız edebiyat tarihcisi Gustave Lanson’dan (1857-1934) büyük izler taşıdığı söylenir meslektaşlarınızca.

Sayın Köprülüzâde,

Kırk yıl düşünsem size mektup yazmak aklımın ucundan geçmezdi. Çünkü siz, Türkoloji sahasında dokunulmazlığı olan bir yere sahipsiniz. Akademik çevreler sizi eleştirmekten kaçınırlar. Ne olur, ne olmaz diye çekinirler sizinle ilgili şahsi görüşlerini ortaya koymaktan.

Geçen aylarda Mehmed Akif’e yazdığım mektubun hazırlıklarını yaptığım sırada, sizin “Tevfik Fikret Ve Ahlâkı” başlıklı yazınızı da okumuştum. Mehmed Akif’e hücumunuz vicdanımı sızlatmıştı ve o yazınız bu mektubu yazmama vesile oldu. Yazınıza şöyle başlıyorsunuz: “Bundan on beş yirmi gün evvel dinî bir risâlenin ilk sahifesinde neşredilen hicve benzer, kaba, uzun bir manzûme, büyük Türk sanatkârı Tevfik Fikret aleyhinde, tekrarlarından hâya ettiğimiz birçok müstekreh (iğrenç) şetimleri (küfürleri) ihtivâ ediyordu. Umûmiyetle matbuat sütunlarında bu gibi sefil şahsi hücum vâsıtalarına müracaat menfûr (nefret edilen, iğrenç) ve merdûd (red ve def olunmuş) bir şey iken, dinî olmak itibariyle nezâhet ve ulviyyetini bir kat daha şiddetle muhâfaza etmek icâb eden bir mecmuada, memleketin tanınmış bir şâirinin, henüz kurumamış bir kabre karşı bu kadar kin ve husûmetle hucûm etmesi kadar küçüklük tasavvur edemiyorum.” Ardından, doğrudan Mehmed Akif’i hedef alan şu cümleleriniz geliyor: “İlhâmını dinden alan bir şâir, böyle hasîs, karanlık ve garazların değil, İlâhî bir şefkâtin, bir nûrun, en geniş bir afv ve mağfiretin nağmekârı olmalıdır.” diyorsunuz. Buradaki amacım mazide kalmış “Tarih-i Kadim” ve “Zangoçluk” tartışmalarını gündeme getirmek değil. Söz konusu yazınızın rahatsız edici yanı, bir bilim adamı olarak tarafsız olmanız gerektiği yerde taraf tutmanız ve Tevfik Fikret’i yüceltip, göklere çıkarırken, Mehmed Akif’i yerin dibine sokmanızdır. Konuyu Mahir İz’in anılarından aldığım şu cümlelerle kapatacağım: “İşte Tevfik Fikret Bey, devrinin edebî şâhikası, Servet-i Fünûn’un herkes tarafından hürmetle takdir edilen otoritesi iken ‘Tarih-i Kadim’ ile mânen intihar etmiştir. Akif’in:

Şimdi Allah’a söver, sonra biraz bol para ver
Hiç utanmaz, protestanlara zangoçluk eder

Beyti ile verdiği kahhar cevap; Fikret’in hiç düşünmeden, sıkılmadan koskoca tarihî bir milletin ve bütün İslâm âleminin vicdânına âdeta kudurmuşcasına saldırması sebebiyledir. Bu saldırış, herkes gibi Akif’in de îmanını zedelediği için böyle acı bir cevap vermiştir. (Yılların İzi, s.231)

LİSE MEZUNU PROFESÖR

Sayın Köprülüzâde,

Hayatınızda ilginç dönemeçler var. Dedeniz Bükreş sefiri Ahmed Ziya Bey sizi çok severmiş ve severken de: “Gel bakalım koca Köprülü! Köprülüler hânedanını sen ihyâ edeceksin!” derken, geleceğinizi görmüş sanki. “Hadi, büyüdün artık… Yürüsene!” dediklerinde: “Ben yürümez, korkar, düşer!..” deseniz de maşallah bir yürümüş, pîr yürümüşsünüz. Lise mezunu olarak, Ziya Gökalp’in de aracılığıyla 1913’de yirmi üç yaşında Dârülfünûn Türk Edebiyatı Tarihi Müderrisliği’ne atarlar sizi. Üniversite mezunu olmadan profesör olmak bir ilk olsa gerek Türkiye’de. Kırk dokuz yaşında Yedigün Mecmuası’na verdiğiniz bir röportajda tahsil hayatınız hakkında şunları demişsiniz: “İdadiye’den sonra Hukuk’ta üç sene okudum. İmtihanlarda gâyet muvaffak oldum. Lâkin Hukuk’ta büyük hayâl inkisârı ile karşılaştım. Tedrisat son derece fenâ idi. Şark lisanlarını, Fransızcayı bâzı hocalarımdan daha iyi biliyordum. Hatta bâzı dersleri, bâzı bahisleri onlardan çok evvel ve daha iyi öğrenmiştim. Hukuk’ta fazla kalmak zaman kaybetmekten başka bir şey değildi.” İlber Ortaylı Hoca: “Fuat Köprülü girdikten hemen sonra terk etti Hukuk Mektebini: ‘beş para etmez’ dedi. Tembelliğinden değil, ders disiplini ve müfredatını beğenmediğinden.” diyerek sizi onaylar bir bakıma. (Avrupa Ve Biz, s.63)

Birgün Yahya Kemal’le Bâbıâli Caddesinde yürürken Yahya Kemal’in Paris’ten arkadaşı doktor Nazım Bey’le karşılaşırsınız. Nazım Bey’in yanında “şişman, değirmi yüzlü, hâl ve sân’ı taşralı bir çocuk gibi mahcup” biri vardır. Sizin düşünce hayatınızı etkileyecek hatta biçimlendirecek, “Köprülüzâde cehd adamı, Yahya Kemal de vecd adamı” diyecek olan o kişi Ziya Gökalp’tir. Yine o, Yahya Kemal’e:

Harâbisin harâbatî değilsin!
Gözün mâzîdedir âtî değilsin!
Diyen ve Yahya Kemal’e belleklere nakşolan o ünlü:
Ne harâbî ne harâbâtîyim,
Kökü mâzîde olan âtîyim
Beyitini söyleten de Ziya Gökalp’tir.

EDEBİYAT TARİH VE SOSYOLOJİ

Sayın Fuad Köprülü,

Ziya Gökalp’in Auguste Comte’dan, sizin de Ziya Gökalp’ten aldığınız üç ayaklı formülü edebiyat, tarih ve sosyoloji olmak üzere tüm düşünce hayatımıza sabitlediniz. Auguste Comte’un: 1-İnsanlığın çocukluk dönemi, 2- İnsanlığın ergenlik dönemi, 3- İnsanlığın yetişkinlik dönemi formülü, Ziya Göklap’te: 1-Muasırlaşmak (Çağdaşlaşmak, Batılılaşmak) 2- İslâmlaşmak, 3- Türkleşmek şeklinde acayip bir çorbaya dönüşür. Birbirini tekzip eden bu malzemeyi: 1- İslâmiyetten evvel Türk edebiyatı (Türkleşmek), 2- İslâm medeniyeti tesiri altında Türk edebiyat (İslâmlaşmak) 3- Avrupa medeniyeti tesiri altında Türk edebiyatı (Çağdaşlaşmak) şeklinde edebiyata uyarlayarak edebî olmayan bir edebiyat tarihi inşa ettiniz. Sözgelimi, ne demek Halk Edebiyatı? Böyle bir edebiyat yok. Bakınız Cemil Meriç ne diyor: “Batı dillerinde karşılığı olmayan bir mefhum: Çağdaşlaşmak; cıvık, korkak, murdar… Bu habis kelimeyi, lügat hazinemizden tardetmedikçe, düşünce selâmetine ulaşamayız. (Kırk Ambar, s.264) Yine Cemil Meriç’e kulak verelim: “Bizce bir ülkenin edebiyatını, halk için edebiyat, aydınlar için edebiyat diye ikiye ayırmak büyük bir hamakattir. Çünkü önce ‘halk’ mefhumunu müphemiyetten kurtarmak ve ilmî bir tarife bağlamak lâzım. Bu ise yapılmamıştır ve yapılamaz. Demokrasi ‘imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle’den söz eder. İslâmiyet de aile asaletini şiddetle reddeder. Batı’nın hiçbir edebiyat tarihinde böyle bir tasnife rastlayamazsınız.” (Kültürden İrfana, s.241)

ALİ EMİRİ İLE ARANIZ HİÇ İYİ OLMAMIŞ

Sayın Köprülü,

Halk edebiyatını millî edebiyat olarak göklere çıkarıp, Süleyman Çelebi’yi “Sarmısakzâde” diye hafife alarak, yazdığı Mevlid-i Şerifi de “halk lisanıyla yazılmış basit bir eser” diye küçümsemeniz de hayli tuhaf değil mi? Siz Süleyman Çelebi’ye “Sarmısakzâde” dersiniz de başkaları durur mu? Ali Emirî de sizin için “Sâbık idadî mezunu Kıblelizâde” der. Ali Emirî ile aranız hiç iyi olmamış. Ali Emirî sizi eleştirmek için “dört yüz lirayı aşk edip iki senelik kağıdını tedarik edip” Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuasını çıkarır. Aranızın açılması da ilginç: “Bu kitabı aldım; eve geldim. Yemeği içmeği unuttum. Bu kitabı Sahaf Burhan 33 liraya sattı. Fakat ben bunu bir kaç misli ağırlığındaki, elmaslara, zümrütlere değişmem.” dediği Divanü Lügat’it Türk’ü Ziya Gökalp’le birlikte görmek istersiniz. O da size göstermez ve Ali Emirî’nin bu tavrı aranızda husûmete yol açar. Doğaldır, insanların sevdikleri de vardır, sevmedikleri de… Sözgelimi “tipik Bizanslı Fuat Köprülü.” (Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, s.200)” dediğine göre Sabahattin Ali de sizi sevmeyenler arsında.

Sayın Fuad Köprülü

Süleyman Nazif sizin için şunları der: “Nev’i şahsına münhasır; habb ve gayz gibi hâlâtta heyecanına mağlup, ifrata esir, maamafih sevdiği, sevmediği anlarda da samimiyetten ayrılmayan bir karaktere sahip.” Gerçekten de önemli bir tespit.

İlkokul üçüncü sınıflar için 1924’te yazdığınız ders kitabı “Millî Tarih” Süleyman Nafiz’in tespitini doğrulayan belgelerden biri. Bu kitaptaki ilk konu: Hürriyet mücadelesi. Konunun girişine bir Avrupa dergisinden alındığı belli bir resim koymuşsunuz: Sultan Abdülhamid ayakta duruyor ve altında: “İstibdat döneminin iğrenç bir timsali, istibdat devrinin adamları zalim Abdülhamid’e tapınmaktan utanmazlardı.” diye yazıyorsunuz. Bu sözlerin dokuz yaşındaki bir çocuğun belleğinde nasıl izler bırakacağını hiç düşünmemişsiniz anlaşılan. Daha sonraki sayfalarda da Osmanlı sultanları hakkında zalimler, gaddarlar şeklinde suçlamlarınız, kötülemeleriniz sürüp gidiyor. Osmanlı tarihini zalimlerin, alçakların tarihi olarak anlatıyorsunuz. Dedenizin “Köprülüler hânedânını sen ihya edeceksin!” sözünü yerle bir ediyorsunuz ve Ali Emirî’yi haklı çıkarıyorsunuz. Körülüzâde değil, Kıblelizâde!..

Bu tutumunuzdan dolayı dünden bugüne, nesiller tarihine düşman olarak yetişti. Daha o yıllarda Hristiyanlaşan, bunalıma giren, intihara kalkışan gençlerden söz edilir. 1924’te yazdığınız “Millî Tarih”le açtığınız uçurumu 9 Şubat 1928’de yazdığınız “Hristiyanlaşma Hadisesi ve Kültür Buhranı” başlıklı yazınızla kapatmaya çalışıyorsunuz. Yazınızdan kısa bir parça: “Çağdaş Avrupa cemiyetlerinin müesseselerini, kıymetlerini –aradaki sosyal şartların çatışması nedeniyle- yalnız şeklî sûrette almaya çalıştık. ‘İnkılâbımızı tamamlamak için artık Arap harflerini de atarak Latin harflerini almak’ isteyenler, işte bu şekilperestliğin en açık numûnesidirler.” (İbrahim Kalın, Ben, Öteki Ve Ötesi, s.408)

Sahbâ-yı ezel’le gerçi mest olduk biz
Dervişleriz bülend ü pest olduk biz
Bû deyrde binlerce sanemler gördük
Koyduk tevhid’i putperest olduk biz
Ne güzel söylemişsiniz sayın Köprülü!

Hayatınızda hep can alıcı ya da can yakıcı komisyonlarda görev almışsınız hep. Bunlardan biri de başkanlığını yaptığınız “Dini Reform Taslağı” komisyonu. Tarihçi, felsefeci ve ilâhiyatçılardan oluşan sekiz kişilik komisyonun hazırladığı “Dinin İslah Proje Beyannamesi”nde reforme edilmesi amacıyla dört öneri sunulmuştur: 1-Ayinlerin sıhhileştirilmesi (mabete sıralar konulması, ayakkabı ile girilmesi), 2-İbadetlerin Türkçeleştirilmesi, 3- Bedîleştirilmesi (çalgısal musiki) 4- Felsefeleştirilmesi ( Kur’an’ın felsfî kavranışı) Nitekim, bu önerilerden ikincisi 5 Şubat 1932’de uygulamaya konulur. Besteci Sadettin Kaynak Dolmabahçe Sarayı’na çağrılır ve Süleymaniye Camii’nde Türkçe hutbe ve mukabele okuması için görevlendirilir. Sadettin Kaynak’ın “Sarık saracak mıyım?” sorusuna “Hayır, sarık istemez, başın açık ve fraklı olarak git.” emri verilir. 5 Şubat Cuma günü Sadettin Kaynak minbere çıkar ve “Ey ulu tanrı…” diyerek hutbesine başlar.

Sayın Köprülü,

Anlı şanlı profesör iken kürsüyü bırakıp Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer alırsınız. “Neden siyaset?” diye soranlara şöyle bir gerekçeyle karşılık verirsiniz: “Denize düşen çocuğunu kurtarmak için suya atılan bir babaya hiç kimse ‘sen ilim ve ihtisas adamısın, suya atılmayı başkasına bırak!’ diyemez” Öyle de, Demokrat Parti’yi kuranlar Halk Parti’li. Halk Parti’liler mi Halk Parti’den vatanı kurtaracak? Celal Bayar İttihat ve Teraki murahhas mes’ulü, Menderes Halk Parti Aydın Müfettişi, Koraltan Halk Parti’nin anasır-ı asliyesinden zaten.

Menderes sizi dış işleri bakanı yapar. “Kıbrıs gibi bir meselemiz yok” şeklinde verdiğiniz bir demeciniz çok tepki toplar ve görevden alınırsınız. Siz buna çok kırılırsınız hatta kinlenirsiniz. Partiden ayrılırsınız. 27 Mayıs darbesi sabahı asker dipçiği ile cemselere bindirilen Demokrar Parti’lilere “Naasılll!” diyerek nanik yaptığınız söylenir. Haydi bu söylenti diyelim. Yassıada duruşmalarında mahkeme başkanı Salim Başol’un “Menderes’le ilgili neler diyecek siniz?” sorusuna “Tanımıyorum.” demeniz de söylenti değil ya!

Mektubumu sizin şu sözlerinizle bitireceğim: “Hayat ile eser arasındaki râbıta ekseriya sahtedir. Eserlerinde en kuvvetli ahlâk telâkkilerine tesâdüf ettiğimiz ne kadar sanatkâr yahut ahlâkçı vardır ki, ferdî hayatında o telâkkilere ittibâdan tamamiyle uzak durur.”(Ord. Prof. M. Fuad Körülü, Edebiyat Araştırmalar 2, s.329)

Eyvallah!

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *