İnsan, doğaya ve dahi kendi öz doğasına harp ilan ettiği günden beri amansız bir arayış içinde devinip duruyor. Ancak fark edemediği/es geçtiği bir şey var ki o da en büyük kaybı olan doku/ruh ve anlam kaybıdır.
Şehirlerimiz: Aynı’nın Cehennemi
Ahmet Ferhat Öksüz
“Babamın gölgesi koruyor beni
Oh ne güzel şehir bu eski şehir…”
m. âkîf inan
Hızın ve hazzın bir puta dönüştüğü/dönüştürüldüğü bir zamanda/mekânda yaşıyoruz. Günler, aylar ve yıllar boşa akan bir nehir gibi boşluğa doğru süzülüp gidiyor. Güneş eski heybetini azametini kaybetmiş gibi, doğarken bile hissiz ve isteksiz. Hele gökyüzü, şairlere ilham vermiyor artık. Çünkü insanoğlu gökyüzüne dönmeyi unutmuş bir halde. Şehrin olanca kalabalığı, gürültüsü ve kiri bir saniye bile olsun o büyük şansı vermiyor artık insanlara. Bir hapsin içinde yaşıyor gibiyiz, açık hava hapishaneleri… Artık her yer panaptikon her şey simülasyon diyebiliriz. Olaylar bizim dışımızda seyrediyor. Özne durumunda değiliz, nesneleştirilmiş zihinlerimiz/hayatlarımız var hepimizin. Anlamımızı, bizi biz yapan o derin sırrı kaybettik, bulamıyoruz hiçbir yerde. Aradıkça daha da kayboluyoruz, az evvel geldiğimiz yeri dahil. Belki bir toz zerresi dahi bizden ağır belki bir çer-çöp… Uzaklar zaten meçhul, yakınlar uzaktan daha meçhul. Her şey bir anda olup bitiyor, yetişemiyoruz; kendimize bile.
İnsan doğasından hızla ve geri dönülmeksizin uzaklaşıp gidiyor. Bunda hiç kuşku yok ki doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı yerin büyük ve azımsanmayacak bir etkisi var. Yaşadığımız yerlerin yani şehirlerimizin hali içler acısı. Şehirlerimiz kimliğini kaybetmiş durumda. Huzuru, güvenliği, sevgiyi, saygıyı maalesef o büyük binaların arasında, şehrin en köhnemiş ara sokaklarında kaybettik ve artık hiçbirimiz tam olarak güvende değiliz. Bir insanı içinde deli edecek kadar büyük kalabalıklar, baktıkça başımızı döndürecek koca binalar, modern insanın yeni tapınağı haline gelmiş AVM’ler hep biraz daha öldürüp duruyor yaşam heveslerimizi. Bu hengamede nefes alabileceğimiz hiçbir yer/muhit yok denecek kadar az. İnanın buna “yaşamak” denmez. Bu durum hepimizi bir “yaşayan ölü” haline getirdi/getiriyor. Caddede yürüyen kalabalığın içinde kaybolmuş insanların yüzlerine şöyle bir bakın, hepsinde gizli ve neredeyse patlamak üzere olan bir haykırış göreceksiniz ve bunların büyük kısmında koskoca bir yalnızlık size “merhaba” diyecek, “merhaba!” Dikkat ediyor musunuz bilmiyorum, artık kimse kolay kolay birbirine bir “merhaba” bile demiyor. Bir selâm dahi kesmiyor artık yolumuzu. Belki bizi tekrar canlandıracak bir selâm, gelmiyor işte! Yalnızca o kalabalıklarla birbirine çarpan yalnızlıklarımız birbirine “merhaba” diyor. Yazık, onlar daha vefalı! Bir çoğumuz bir taş kadar hisli değiliz. Etrafımızda dönen dünyadan bihaberiz, bu normal olabilir mi? Ya da şöyle sorayım soruyu; “normal” diyebileceğimiz bir şey kaldı mı? Neredeyse yok gibi…
Kur’an’ın o sarsıcı tabiriyle seslenelim o vakit; ey kalabalıklar, “bu gidiş nereye?”
Bizim kadîm şehirlerimiz var/dı, içinde koskoca bir tarihi barındıran. Medeniyetin beşiği olan şehirlerimiz. Şimdi asıl soru/sorun burada yatıyor; biz bunun neresindeyiz? Ne yaptık biz kendimize, niye bu hale geldik? Kendi dünyamızı/hayatlarımızı kendi ellerimizle yaşanmaz hale getiren bizler değil miydik/miyiz? Kadîm şehirlerimizin her biri birer güneş gibi farklıydı. Onlar farklılığa tahammülün başkentleriydi. Farklılık onlar için bir tahammülsüzlük sebebi değil bilâkis bir onur nişanesiydi. Onlar, bünyelerinde her şeyden biraz barındırıyordu. Tıpkı içinde hezârlarca çiçek türünü barındıran bir bahçe gibi… Ki o şehirlerdi ki bal yapan, mis kokan. Peki şimdi ne yaptık? Her şeyi birbirine karıştırdık. Tuttuk kendi ellerimizle hepsini birbirine benzettik, aynılaştırdık. Bu kadar aynı’lık/benzerlik yetmiyormuş gibi. Bunu kendi ellerimizle yaptık ve böylece kendi kendimizin/medeniyetimizin/kadîm olan her şeyimizin celladı/katili olduk. Artık şehirlerimiz bal yapmıyor, yapsa da yaralı. Üstelik artık o mis koku kayboldu, zehir kokuyor/saçıyor her yer. Bütün şehirlerimiz birbirinin aynısı artık. Her yerde aynı tornadan çıkmış binalar, sokaklar, AVM’ler hatta hayatlar, kültürler, konuşulan ağızlar bile aynı… Kimseyi birbirinden ayıramıyoruz artık, tüm münkünlerin kıyısındayken imkansızlığın denizine açıldık, boğulmak üzereyiz. İmdat desek, duyacak/yetişecek olan var mı?
“Ey deprem gel yetiş bu şehirlerin
Doğayı çarpıtan konumlarına…”
m. âkîf inan
Şehirlerimizi birer canavara dönüşmüş müteahitler eliyle metaya çevirdik. Kendi ellerimizle ihanet ettik şehirlerimize, medeniyetimize. Üstelik hala bu yanlışta ısrar ediyoruz. Geri dönmeyi düşünmüyoruz. Ne yazık ki düşünsek bile o eski güzelliği tam manasıyla bulamama gibi büyük bir riskimiz de var. Bazı şeylerin maalesef geri dönüşü olmuyor. Olsa da o şey artık eski tadını vermiyor. Neredeyse tüm anlamından/sırrından yoksun halde buluyoruz onu karşımızda yani kimliksiz, sahipsiz ve kimsesiz, ulu orta…
“Cehennem, aynı’dır.” diyor Chul Han bu yüzyıla bakarak. Baudrillard’ın felsefesi de aynı’lığın tenkidi üzerinedir. O her şeyin üretimle giderek birbirine benzediğini, aynı’laştığını ifade eder. Oysa daha geçen yüzyıl için Sartre “Cehennem, öteki’dir.” demişti. Demek oluyor ki geçen yüzyıl öteki’nden ben’e olan şiddet meyli bu yüzyılda ben’den ben’e doğru meyletmiş oldu. Bu da en nihayetinde her şeyi giderek birbirine benzetti ve hali hazırda da buna devam ediyor. Bu durumla birlikte insan, kendi doğasını hedef alıyor. Bir güdümlü füze düşünün ki kendi kendini hedef kılsın! İşte insan da bu güdümlü füze misali kendi kendini hedef alıyor. Sonunda kurban olan da kendisi oluyor. İşte şehirlerimiz de, medeniyetimiz de, değerlerimiz de bu düzeneğin bir dışavurumundan ibaret hale geliyor. Her şey önü alınamaz bir “aynılık” potası dahilinde eriyip gidiyor. Modern(!) şehirle aslında kendi kendimizi hedef alıyoruz. Kendi kendimize hapishaneler yapıyoruz. Mahkumuz biz, hepimiz! Farkında mıyız, o da meçhul…
Bugün dünya “küreselleşme” adı/mottosu altında resmen köyleştiriliyor. Artık her yer taşra, her yer birbirinin kopyası bir ayna. İnsana/insanlığa ait ne kadar değer varsa “alınır-satılır” durumunda yani her şey basit bir meta, daha fazlası kesinlikle değil. Değer yargılarımız/kavramlarımız içi boş birer masal, artık çocuklar bile inanmıyor. Bizden sonraki kuşağın bizden kopacağını, çok daha farklı bir dünyada olacağını kestirmek güç olmasa gerek.
İnsanlarımızdaki sanatsal zevk git gide yok oluyor. Önceki devirlerde inşa ettiğimiz her şeyde bir aşk bir sanat zevki mevcuttu. Oysa şimdi her şey ruhsuz ve zevksiz, sıradan bir taş yığınından ibaret kalıyor. Şehirler de bu zevksizlikten aslan payını almış durumdalar. Şöyle geniş bir perspektiften bakın, zevksizliğin, ruhsuzluğun egemen olduğu koca bir taş yığınından ibaret, modern zamanlarda şehir dediğimiz. İnsan, bunların içinde boğulup gidiyor, nefes alamaz hale geliyor. Nereye gitsek kalabalıklar, gürültü, her türlü kirlilik bizi amansız bir şekilde teslim alıyor. Her şey olağan halini, doğal halini kaybetmiş durumda. Hep bir olağanüstü hal halinde yaşıyoruz ki buna “yaşamak” denirse… Taklitçilik sanki ruhumuza işlemiş, her alanda kendini büyük puntolarla gösteriyor. Komşularımızla ilişkilerimiz kezâ en büyük yaralarımızdan sadece bir tanesi. Komşu kavramı nerede kaldı sahi, göreniniz, duyanınız var mı? Her çeşit insanın içinde kader birliği yaptığı, farklılıkların rengarenk bir mozaik oluşturduğu, bizi biz yapan, toplumsal yaşamın en büyük simgelerinden olan mahalle ve mahalle kültürümüze ne oldu? Neden o derin ve mistik dokuyu/kültürü/mozaiği bırakıp da kendimizi bu samimiyetsiz/kaba/rezil şehirlerin içine hapsettik? Apartman/gökdelen kültürü(!) bizim neyimiz olur?
“Dönüştür ey kalbim bahçeli eve
Anlamı ezen o makinaları…”
m. âkîf inan
Son 2 asırdır örnek alınmaya çalışılan Batı’da bile bu kadar zevksizlik neredeyse yoktur. Kezâ Paris şehri, eski ve yeniyi beraberinde yaşatır. Venedik buna bir diğer örnek teşkil eder. Endülüs ki mimarinin başkentlerinden biridir. Avrupa’nın birçok kadîm şehrinde eski yapılara tam manasıyla bir dokunulmazlık biçildiğini bilmek gerek. Avrupa’nın atası olan/varsayılan Antik Yunan’da inşa edilen site/şehir devletleri de buna bir başka/arkaik örnek daha sunar. O şehirlerde de her şehir devletçiği kendi içinde müstakil bir yapı tahsis etmiştir yani orada da bir farklılıktan bahsedilebilir. Farklılık, zenginliktir ki birçok gelişmeyi kendiyle beraber getirir. Oysa bunun tam tersi olarak aynı’lık/benzerlikse tam manasıyla bir fakirlik sebebidir. Şehirlerimiz manevi olarak çok fakir şehirler olup çıkmıştır. Bunun sebebi aynı’lıktır. Aynı olma durumu her yerimize nüfuz etmiş durumda ve bizi derinden yaralamaktadır.
Hülasâ modern zamanların ruhtan, zevkten, semantikten yoksun, baştan aşağı nihilizm kokan yapıları, şehirleri arasında kaybolup giden bir insanlık söz konusu. İnsan, doğaya ve dahi kendi öz doğasına harp ilan ettiği günden beri amansız bir arayış içinde devinip duruyor. Ancak fark edemediği/es geçtiği bir şey var ki o da en büyük kaybı olan doku/ruh ve anlam kaybıdır. Bunları kaybeden insan, aradığı şeyin ne olduğunu bile bilememektedir. Buna tam bir kayboluş denilebilir. Tarihin cehenneminde/Aynının cehenneminde kaybolmuş bir insanlık…
Ve çalıp gidiyordur zannımca kadîm şehirlerimizin taş plaklarında, nihavend bir haykırışla, Kemanî Serkis Efendi’nin o eşsiz bestesi;
“Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime
Perde-i zulmet çekilmiş korkarım ikbâlime
Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbâlime…”
İktibas, Mart 2020, sayı 495
Leave a Comment
Your email address will not be published. Required fields are marked with *