Kötülük Problemi ve Dinsel Gelenekler

Kötülük Problemi ve Dinsel Gelenekler

Dinler Tarihi Uzmanı Prof. Dr. Şinasi Gündüz, “Kötülük Problemi ve Dinsel Gelenekler” konulu sohbetinde, insanlık tarihinin kadim sorunu ‘kötülük’ problemi üzerine konuştu.

KÖTÜLÜK PROBLEMİ VE DİNSEL GELENEKLER

Şinasi Gündüz1

“Kötülük problemi” denildiğinde hayır ve şer tartışmaları bağlamında birçok kelami meseleden fıkıhta tartışılan çeşitli konulara kadar birçok husus doğal olarak akla gelir. Ancak burada ele alacağımız husus, genel anlamda din felsefesinde tartışılan bir problem olarak kötülük problemidir. Tabi kötülük problemi sadece din felsefesinin değil aslında tüm din bilimlerinin ve bu arada hassaten dinler tarihinin de ilgilendiği bir konu olarak karşımızdadır. Kaldı ki bu konu, din bilimleriyle uğraşanlar bir tarafa, günübirlik yaşantımızda karşılaştığımız olaylara bağlı olarak da sıklıkla gündemimizdedir. Örneğin Türkiye’de son zamanlarda yaşanan deprem hadiselerinde bir sürü acı yaşanmış, insanlar hayatını, evini kaybetmiş, bir kısmı sakat kalmış ve ciddi anlamda fiziksel ve psikolojik travmalar yaşanmıştır. Bu ve benzeri hadiseler kötülük probleminin çeşitli bağlamlarda sıklıkla gündeme gelmesine tartışılmasına vesile olmaktadır.

Kötülük denilen şey insanın gündelik hayatında sıklıkla tecrübe ettiği, konuşup tartıştığı bir durumdur. Her şeyden önce ahlâki bir sorundur ‘kötülük’. Ahlaki bir problem olarak bireysel ve sosyal çevremizde, kişisel davranışlarımızda sıkça yüz yüze olduğumuz bir hadisedir. Sadece deprem gibi, yangın gibi, sel gibi afetlerle değil bizatihi birçok ahlâki davranışlarımızla, sosyal ve bireysel yaşantımızda aşina olduğumuz bir kavramdır kötülük. 

Genel anlamda kötülük iyiliğin karşıtı olarak değerlendirilir. Dolayısıyla iyi olanın karşıtı olan şey kötülüktür; zulüm, fitne, fesat, ahlaksızlık, musibet ve benzeri her türlü aklımıza gelen durum kötülük kapsamında değerlendirilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de kötülük kavramını ifade etmek açısından birçok terim kullanılır. Örneğin “şer” kavramı kötülüğün karşılığı olarak en yaygın kullanılan kavram olarak karşımıza çıkar. Bunun yanı sıra Kur’an’da vurgulanan el-emri bi’l-maruf ve’n-nehyi ani’l-münker terkibindeki “münker” ile “fahşa”, “sû” ve “seyyie” terimleri de günah, uygunsuz davranış ve ahlaksızlık bağlamında kötülük için kullanılır.

Kötülük bugün dünya genelinde bireysel tutum ve davranışların yanı sıra sosyo-politik anlamda, ekonomik anlamda egemen bir gelenek, yaygın bir kültür gibidir. İçinde yaşadığımız coğrafyayı düşünün; savaştan, kandan, nefretten ve gözyaşından geçilmiyor. Dünya genelinde müthiş bir baskı var, zulüm var, emperyalizm var. Kötülük üzerine inşa edilen bir dünya düzeni var. Müesses dünya düzeninde siyasal, ekonomik ve askeri gücü elinde bulunduranın her şeyi her tutum ve davranışı kendine mübah saydığı bir düzen oluşturulmuş. Öyle ki adalet, hak ve hukuk kavramları bile güce göre şekillenmiş. Güçlüysen haklısın veya paran varsa haklısın sistemi… Böyle bir düzen kurulmuş. Dolayısıyla iyilik kavramının arka planında yer alan önemli bir değer olan adalet, bugün günümüzde “gücün adaleti” şeklinde tecelli ediyor. Yoksa, haklı olanın hakkının verildiği bir adalet yapısı değil. Güçlü olanın her zaman ben haklıyım dediği bir sistem kurulmuş. Bu müesses yapıda örneğin uluslararası düzlemde gücü elinde tutan yapılar örneğin ABD adeta, “ben patronum ne dersem o olur” diyor. Uluslararası ilişkilerde ABD Başkanı Trump “ben verdim, ben aldım” havasında, sanki her şeyin sahibi benim diyor. Dolayısıyla layuhti bir değer olarak lanse ediyor kendisini. Öyle ki kimse ondan hesap soramıyor. Niçin? Çünkü güçlü, silahı var, parası var, bütün dünyada egemen bir yapısı var; bundan dolayı.

Benzer şekilde dünya genelinde kapitalist sistem sermayeye dayalı bir zulüm düzeni oluşturulmuş. Üretim-tüketim döngüsü içerinde faize dayalı finansal yapı bu sistemin tam merkezinde yer alıyor. Paranın, sermayenin kutsandığı bu yapıda eğer bu kutsallara sahip değilseniz bu yapıya katkınız yoksa bir böcek kadar değeriniz yok, hatta yaşamaya hakkınız bile yok. Kaldı ki her şey, sermayenin önünde, tüketim toplumu anlayışı çerçevesinde her şey müşteri konumuna indirgenmiş durumdadır. Yani ne kadar tüketiyorsan o kadar değerlisin; böyle bir algı oluşturulmuş. Kapitalizm bütün dünyada gerçekten acımasızca bir sömürü düzeni oluşturmuş durumda.

Kötülük bağlamında dünya genelinde yaşadığımız sorunlara dair örnekleri çoğaltmak mümkün. Çıkarcılık, bencillik, tamahkarlık, yalancılık, servet, makam ve cinsellik düşkünlüğü ve benzeri sayısız ahlâki kötülükler var. Bunların yanı sıra yaşadığımız dünyada ‘doğal afetler’ olarak adlandırdığımız ve kimilerine göre doğal kötülük diye tanımlanan hadiseler de var.

Seküler dünya kötülüğü nasıl tanımlıyor?

Dinin kötülük meselesine bakışını ele almadan önce, öncelikle günümüzde dünya genelinde egemen bir yapı oluşturmuş olan seküler dünya görüşünün kötülüğü nasıl tanımladığı üzerinde kısaca durmak yararlı olacaktır. Malum, şu anda içinde yaşadığımız topraklar da dahil sekülerizmin egemen olduğu bir dünyadayız. Kabaca Batıda Aydınlanma dönemi ile birlikte ‘insan’ merkezli bir evren ve hakikat anlayışının kurgulandığını görüyoruz. Bu ‘insan’ merkezli evren anlayışında, evrenin tam merkezinde insan yer alıyor, “hakikat” insana göre tanımlanıyor, “kurtuluş” insana göre biçimleniyor; insanın egemenliği, insanın her yerde tatmin duygularının karşılanması merkezde yer alıyor. Metafizik, Tanrı gibi kutsal değerler dışlanıyor, insanın aklı ve tecrübi verileri kutsallaştırılıyor.

Bu yaklaşımın bir ürünü olan seküler dünya görüşünün kötülük meselesini iki perspektiften tanımlamaya çalıştığını ve kötülüğe yönelik değerlendirmelerini buna göre yaptığını görüyoruz. Seküler dünya görüşünün temelini oluşturan insan merkezli “varlık ve hakikat anlayışı” bağlamında iki temel ilke karşımıza çıkıyor. Bunlarda ilki “faydacılık” ilkesidir; yani iyilik-kötülük tanımlamasında, bir şey ya da bir durum insanın işine yarıyorsa, insana bir fayda sağlıyorsa bu iyi olarak görülüyor, bir fayda sağlamıyorsa kötü ve değersiz olarak addediliyor. Bu perspektif doğrultusunda pragmatizm/çıkarcılık ve hedonizm/hazcılık gibi hususlar da iyi-kötü değerlendirmelerinde belirleyici kıstas haline geliyor.

İyi ve kötü tanımlamasında dikkate alınan bir diğer ilke ise evrensellik ilkesidir. İyilik-kötülük tanımlanmasında bir şeyin iyi ya da kötü olmasının, evrensel anlamda iyi ya da kötü olarak düşünülmesiyle mümkün olabileceği tartışılıyor. Yani sana göre bir şey kötü olabilir, ama herkes bu işe nasıl bakıyor? Bir örnek vermek gerekirse; eşcinsellik iyi midir kötü müdür sorusuna bazı liberal ve reformist mezhepler bir tarafa dinlerin genelinin bakışı paraleldir. Şöyle ki dindar bir Müslüman, dindar bir Hristiyan, dindar bir Yahudi, hatta bir Budist, bir Hindu eşcinselliğe iyi demez; bunu genel anlamda bir günah olarak görür. İyi ve kötü değerlendirmesi açısından bunu kötülük kategorisinde addeder. Dinin öngördüğü yaklaşımlardan hareketle bunu böyle değerlendirir. Ama seküler dünya görüşünün yönlendirdiği bir zihin bu konuda farklı düşünür. Öyle ki; ‘buna senin kötü demen onun kötü olduğunu göstermez, evrensel anlamda bakacaksın sen buna’ der. Peki, burada evrensellikteki ölçü nedir? Örneğin bir tutumun ya da durumun yaygınlığı mı? Tabi ki hayır. Burada evrenselliğin ölçütü olarak ileri sürülen şey; evrensel değerler olarak ön plana çıkarılan hususlardır, özgürlük, eşitlik kavramı, insanın kendi tercihlerine saygı duyulması gibi… Bu bağlamda örneğin Türkiye’nin de hukuki anlamda taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olarak adlandırılan bildirge, özgürlük, özel hayata saygı gibi değerleri ön plana çıkaran bir hukuki vesikadır.

Bir diğer açıdan baktığımızda, seküler dünyanın, kötülük kavramını egemen güç ve iktidar bağlamında tanımladığı dikkati çekiyor. Burada özellikle egemen paradigma karşımıza çıkıyor kötülük tanımında… Güç ve çıkar ilişkileri bağlamında bir tanımlama yapılıyor. Şimdi dikkat edin, mesela günümüzde her güç odağı kendi terör tanımını üretiyor. Herkesin kendi teröristi var; öyle ki senin teröristin benim teröristim olmayabilir diyor. Bunun birçok örneği var, işte Türkiye ile Amerika arasındaki mesela ‘terörist kimdir’ tartışmalarını düşünün. Kuzey Suriye’deki PYD Türkiye’ye göre teröristtir. Çünkü Türkiye bunu kendi güç, iktidar, siyaset ilişkilerinde terörist olarak tanımlıyor. Ama Amerika için ya da bir Fransa için terörist değil. Niye? Çünkü onlara göre onlar kendileriyle işbirliği içinde olan özgürlük savaşçıları. Kutsal bir eylem gerçekleştiriyorlar diye görüyorlar. Bütün bunların arkasında ne yatıyor? Bunun arkasında tabii ki güç mücadelesi yatıyor. Çünkü çıkarlar egemen paradigma doğrultusunda birleştiği zaman tanımlar birleşiyor. Çıkar çatışması söz konusu olduğunda ise tanımlamalar da farklılaşmaya başlıyor. Bu durum sadece terör meselesinde değil genelde iyi ve kötü tanımlamasında böyle. Dolayısıyla günümüzde egemen gücün ve iktidarın tanımladığı bir iyi-kötü kavramıyla karşı karşıyayız. Tabii asıl konumuz bu olmadığı için ben bunu geçiyorum.

Dinlerde ‘kötülük’ meselesi

Peki, dinler meseleye nasıl bakıyor, dinlerde hangi zaviyeden bakılıyor bu kötülük meselesine? Her şeyden önce dinlerin, bütün dünya dinlerinin, kabile dinleri dediğimiz Afrika’daki küçük geleneklerden tutun da İslam, Hristiyanlık, Yahudilik gibi dünya genelinde bilinen etkin dinlere kadar tüm inanç sistemlerinin öğretilerinde iki temel vurgu dikkati çeker. Bu iki husus dinin bütün öğretilerin merkezinde yer alır ve onları şekillendirir. Bunlardan birisi ‘hakikat’ öğretisidir. Bütün dinler insanlara bir hakikat öğretisi sunar. İkincisi de ‘kurtuluş’ öğretisidir. Her din hitap ettiği bireyin kurtulmasını hedef edinir. Kurtuluş, peki neden ve nereden kurtuluş? Hani kurtulacak ne var? Dinlerin kurtulmak konusunda kişileri yönlendirdiği ve kurtarmaya çalıştığı şey nedir? Kurtuluş açısından üzerinde durulan en temel husus günah ve masiyettir, günahkârlık durumudur. Kur’an-ı Kerim’in sû dediği, seyyie dediği, münker dediği şeyler, bunlar günahla ilişkili şeylerdir. Yine insanın eksikliği, ahlâki eksikliği, tabii bunların tamamı da aslında günah kavramı içerisinde değerlendirilir. Bundan başka dinden dine farklılık olmakla birlikte, dinlerin bir kısmı insanı ölümden kurtarmaya, ölümü alt etmeye adeta insanı ölümsüzleştirmeye çalışır. Mesela Hıristiyanlık böyledir. Hıristiyanlıkta insan günahın ve ölümün tutsağı olarak görülür ve dinin temel amacı insanı günahla birlikte ölümden de kurtarmaktır. Ayrıca insan yeryüzüne düşmüşlükten de kurtarılmaya çalışır. Gnostik dinlerde olduğu gibi bazı dini geleneklerde insanın asli benliğini oluşturan ruhsal varlığı yeryüzüne, bu süfli maddi evrene atılmış, düşmüş bir varlıktır; dini öğretilerin amacı ruhun bu süfli alemden kurtarılmasıdır. Son olarak Budizm gibi gelenekler, insan yaşantısının tamamıyla acı ve ıstıraptan ibaret olduğunu, bunun nedeninin yine insan olduğunu ve bundan kurtulmanın da insanın elinde olduğunu vurgulamaktadır.

Her dinin kurtuluş öğretisi dinin kendi teolojisine göre şekilleniyor baktığımız zaman. İnsanın kurtulması ya da kurtarılması hususunda dinin dikkat çektiği ve hitap ettiği bireyden bunlardan sakınmasını uzak durmasını istediği günah, masiyet, ahlaki zafiyet, düşmüşlük ve benzeri tüm olumsuzluklar kötülük olarak karşımıza çıkıyor. Kaldı ki kötülük sadece bunlar olarak da görülmüyor, aynı zamanda insanın içerisinde yaşadığı fiziksel çevredeki birtakım olaylarla yaşamına sağlığına dair geçirdiği bazı tecrübeler de da kötülük bağlamında düşünülüyor. Çevremizde karşılaştığımız deprem, sel, kıtlık gibi doğal afet olarak nitelenen durumlarla kişisel yaşantımızda karşı karşıya kaldığımız hastalıklar, sakatlıklar, kazalar gibi hadiseler buna örnek olarak verilebilir. Bütün bunlar insanın içinde yaşadığı bir realite olarak dinlerin kötülük kavramı açısından şu ya da bu şekilde üzerinde durduğu ve izah etmeye çalıştığı hususlar.

Kötülüğe dair tartışmalarda dini gelenekler bir şekilde şu temel soruyla yüzleşmek durumunda kalıyor: “Kötülük neden var?” Ve dahası, özellikle tanrı inancına yer veren teist dinler açısından kötülüğün mevcudiyetinin o dinin inandığı üstün güç inancı açısından izahı nasıl yapılabilir? Özellikle de tek tanrı inancına yer veren İslam ve Yahudilik gibi dinlerde kadir-i mutlak olan Yüce Varlık kötülüğe nasıl ve neden izin vermektedir? Mesela İslam’da Allah, kadir-i mutlak, her şeyi yaratan, yöneten, bilen, gücünde kudretinde ilminde sınır olmayan Allah, neden Allah kötülüğe izin veriyor sorusu kötülük problemi konusunda yalnızca dışarıdan kişiler tarafından değil, aynı zamanda İslam’a bağlı olduğunu ifade eden ve kötülükle yüz yüze gelen inananlar tarafından da zaman zaman dillendirilir.

Kötülüğe dair bu sorgulama aslında kadim bir sorudur. Bu soruyu Milat’tan önce 3. yüzyılda Epikür ve Laktenyus gibi bazı erken dönem Yunan filozofları sormuştur örneğin. Aydınlanma dönemi denilen batıdaki seküler pozitivist düşünce tartışmalarının ortaya çıktığı dönem sonrası bu soruyu David Hume gibi düşünürler güncel bir perspektiften tekrar dile getiriyor. David Hume “Din Üstüne Diyaloglar” isimli kitabında, Epikür’ün bu sorularının halen cevaplanmadığına dikkat çeker. Hatırlayalım neydi o sorular? Her şeye gücü yeten bir iyi Tanrı varsa, yani kadir-i mutlak ve ilminde de sınır olmayan bir iyi Tanrı varsa, kötülük neden var? Tanrı’nın kötülüğü ortadan kaldırmaya gücü mü yetmiyor? Eğer gücü yetmiyorsa o zaman bu durumda o güçsüz bir Tanrı olur. Yok, eğer Tanrı’nın gücü yetiyor da -ki kadir-i mutlaktır- hâlâ kötülüğü ortadan kaldırmıyorsa o zaman o kötü bir Tanrıdır. Yok eğer, hem Tanrı kadir-i mutlaktır, kötülüğü ortadan kaldırabilir, buna muktedirdir ve hem de iyi Tanrıdır ise; o zaman kötülük nereden geliyor, yani kötülük nasıl izah edilecek?

Monoteist dini geleneklere yöneltilen bu sorular cevaplanması gereken ciddi sorular olarak dinin karşısında duruyor. Yalnızca dinin dışında ya da karşısında olan kişilere dini savunmak amacıyla değil zaman zaman dindar bireylerin yaşadıkları tecrübelerden hareketle de bu soruların cevaplanması gerekiyor.

Bazen başına bir felaket gelen kişi, “Allah’ım niye ben” sorusunu yöneltebiliyor. Buna birileri, “Allah seni imtihan ediyor” dediğinde felaketten canı yanan “İyi de niye beni imtihan ediyor, niye seni imtihan etmiyor?” itirazını yöneltiyor. Bu tarz yaşanan bireysel acılardan, ıstıraplardan, felaketlerden başka kötülük meselesi açısından inanan bireyi izah etmede daha zorlayıcı durumlar da yaşanıyor. Üçüncü sayfa medya haberlerinde sıklıkla görmeye aşina olduğumuz şiddet ve cinayet haberleri sıklıkla kötülük meselesinin dinsel/teolojik açıdan tartışılmasına vesile oluyor. Örneğin serseri bir adam ya da kadın tarafından doğar doğmaz öldürülüp çöplüğe atılan veya ölüme terkedilen bir bebekle ya da şiddete maruz kalıp vahşice katledilen bir çocukla ilgili bir haber insanın zihninde kaçınılmaz olarak şu soruların oluşmasına yol açıyor: Bu çocuğun suçu-günahı ne? Böylesi bir hadise cinayete ya da şiddete maruz kalan bebek ya da çocuk açısından basitçe “ilahi imtihan” ile izah edilebilir mi? Böylesi durumlarda, cinayeti işleyen kişi ya da kişiler zalim, Allah onu imtihan ediyordu, cezasını da verecek, ama o bebeğin/çocuğun suçu-günahı ne peki? Olayın mağduru açısından yapılan bu iş iyilik mi kötülük mü? Genelde hiç kimse buna iyilik demiyor; kötülük olarak görülüyor. Peki kötülükse, o zaman bunu inandığımız o kadir-i mutlak, her şeyi bilen, mutlak iyi olan Allah inancıyla nasıl izah edeceğiz?

Soru bu ve gerçekten cevaplanması çok da kolay olmayan sorular bunlar. Tabii bu sorular özellikle monoteist geleneklere, yani tektanrıcı dinlere sorulan sorular. İslam, Yahudilik ve -her ne kadar teslis inancı tartışılır olsa da- kendisini tektanrıcı olarak gören Hıristiyanlık gibi dinlere soruluyor öteden beri. Kötülük problemi konusunda dinlerin bu soruya verdikleri cevaplara da ‘teodise’ diyoruz. ‘Teodise’ dinlerin Tanrı inancıyla bu kötülüğü nasıl izah ettiklerine yönelik açıklamaları…

Kötülük meselesi iki kategoride ele alınıyor: “Doğal kötülük” ve “ahlâki kötülük” şeklinde. Doğal kötülük; deprem, sel, kuraklık, kıtlık vesaire yani doğal düzenle ilişkili olan ve insanları etkileyen birtakım hadiselerle, afetlerle ilişkili. Ahlâki kötülük ise; insanın tutum ve davranışlarıyla, insanın dahil olmasıyla ortaya çıkan ve kötülük olarak değerlendirilen eylemler, fiiller. Dinlerin kötülük meselesine izahları bu iki kategoriye göre değişiklik arz ediyor. Dinin içinden kötülükle ilgili yapılan izahlara bakıldığında, öncelikle kötülüğün tanımlanıp sorgulanmasına dayalı bir yaklaşımla meseleyi açıklanmaya çalışılması dikkati çekiyor. Yani kötülük nedir, bir kavram olarak kötülüğün mahiyeti nedir, bu bağlamda örneğin doğal kötülük diye bir durum var mıdır gibi sorularla işe başlıyorlar. Kötülük kavramına dair bu sorgulamada kötülüğü toptan reddedenler de karşımıza çıkıyor. Kötülük diye bir şey yok derken, kötülük iyiliğin azlığıdır şeklinde felsefi bir argüman yapılıyor örneğin. Ayrıca yine bu tartışmalar bağlamında “Tanrı’nın iyiliği” konusunu yeniden tanımlayarak kötülük meselesine bir yorum getirmeye çalışan yaklaşımlar da karşımıza çıkıyor. Bir de; Tanrı inancı konusunda Tanrı’nın kadir-i mutlaklığını sınırlayarak, Tanrı inancına farklı bir yorum getirerek kötülük meselesini izah etmeye çalışan dinler karşımıza çıkıyor.

Çoktanrıcı ve düalist dinlerin kötülük problemine yaklaşımı

Teist dini geleneklerin kötülük meselesine yaklaşımı açısından çoktanrıcı ve düalist geleneklerle tektanrıcı gelenekler arasında bariz bir fark vardır. Öyle ki örneğin politeist geleneklerde -yani çoktanrıcı dinlerde- kötülük bir mesele değildir, bir sorun değildir. Çünkü çok tanrıcı dinler birçok tanrıya inandıkları ve tanrıları da ahlâki yönden iyi ya da kötü olarak niteledikleri için tanrı inancı açısından kötülük bir problem olarak görülmez. Zira böylesi dinlere göre kötülük denilen durumlar ya da hadiseler, kötü tanrıların ürünü olan durumlardır. Bir başka ifadeyle kötülüğün müsebbibi ve sorumlusu kötü karakterli tanrılardır. Kötülükle hiç ilişkisi olmayan iyi tanrılar da vardır. Bu durumda bu dini gelenek bağlıları kötülükten ya da kötü tanrıların şerrinden ancak iyi tanrılara tapınmakla ve onlara bağlanmakla kurtulabilecekleri kanaatindedirler. Dolayısıyla onlar için aslında kötülük denilen şey tanrı inancı açısından bir mesele değildir; bu bir problem değildir. Nitekim, sevgi tanrısı ya da tanrıçası olduğu gibi, nefret tanrısı ya da tanrıçası da vardır, barış tanrısı da vardır, savaş tanrısı da vardır. Dolayısıyla insanın ahlâki yönden iyi-kötü diye nitelediği, tanımladığı özelliklerin ya da niteliklerin tanrısal düzlemde de karşılığı vardır. Bu açıdan tanrı inancı bağlamında ya da dini yaklaşım açısından kötülük bir mesela olarak görülmüyor.

Düalist geleneklere baktığımızda, bu dini yapılarda da kötülük meselesi tanrı inancı açısından bir sorun değildir dinin önünde… Çünkü düalist geleneklerde de biri iyi diğeri kötü karakterli iki tanrıya inanç doğrultusunda kötülük kötü tanrının müsebbib ve sorumlu olduğu bir durum olarak nitelenir. Doğal afetler de böyle, ahlâki kötülükler de böyle. Dolayısıyla iyi-tanrı diye nitelenen tanrısal güce tapınmak ya da ona yakarmak kötülükten kaçınmanın ya da kötü-tanrının gücünden uzak olmanın bir yolu olarak görülüyor. Düalist gelenekler yalnız tanrı tasavvurlarında değil insanla ilgili yaklaşımlarında da “düalist antropoloji” dediğimiz bir insan anlayışı ortaya koyarlar. Bu doğrultuda örneğin Sabiilik, Maniheizm gibi gnostik düalizme yer veren dinler insan varlığındaki birbirine zıt/karşıt şu iki yapıya dikkat çekerler: Bunlardan ilki insanın gerçek benliğinin ifadesi olan “ruh”tur; diğeri ise ruhun tam zıddı özellikleri haiz olan “beden ve nefs”tir. Bu iki unsurdan aslolan ruhtur, ruhun varlığı gerçektir, beden ve nefs ise kötülüğün kaynağı olan özü itibarıyla süfli yapılardır. Dolayısıyla insan dediğimiz yapı, bu ikisinin aslında bir araya geldiği, bu ikisinden mürekkep olan bir varlıktır ve benlik, yani insanın gerçek benliğini oluşturan ruh, bedenle nefs içerisinde bir tutsaktır; adeta bir hapishane hayatı sürmektedir. Bu dini geleneklere göre bu düalist antropoloji bağlamında ahlâki kötülük denilen şey, beden ve nefsin ürünüdür, ruhun ürünü değildir.

Bu çerçevede, sadece insan anlayışında değil evren anlayışında da bir düalizm söz konusudur bu tarz geleneklerde. Sabiilik, Maniheizm gibi dinlerde maddi evren, maddi alem dediğimiz şey kötülük alemidir, bilfiil kötüdür ve bütün kötülüklerin kaynağı maddenin kendisidir. Dolayısıyla doğal kötülük diye sınıflanan durumlar, yani afetler yapısı itibarıyla bizatihi kötü olan bu maddi alemin ve onun kötü yöneticilerinin ürünüdür. Madde, kötülüğün en somutlaşmış halidir, insan bedeni de dahil. Böyle düşünülüyor. Peki, iyi olan şey nedir? İyi olan, yüce tanrısal alemdir, “Pleroma” denilen tanrısal alem. Mutlak iyi olan bu tanrısal alem, kesinlikle maddi evrenin dışındadır. Aslında iyi aleme ait olan insanın asli benliği olan ruh bu maddi evrene düşmüş bir varlıktır ya da atılmış bir varlıktır, beden ve nefs hapishanesinde tutsak hayatı sürmektedir.

Bu perspektiften baktığınız zaman böylesi dini gelenekler açısından ‘kötülük problemi’ diye bir şey yok. Kötülük denen şey maddenin ürünü zaten. Kötülük, bedenin, bedenin süfli arzularının ifadesi olan nefsin ve şu maddi evrenin ürünü olan bir şey. “Zaten yapısı itibariyle kötü bir dünyada yaşıyoruz. Bedenlerimiz ve nefsimiz olarak biz kötüyüz zaten” diyor gnostikler. Peki bunlara göre iyi olan şey nedir? “İyi olan şey ruhtur, ama ruhu bu kötülüğün tutsaklığından kurtarmak gerekiyor, arındırmak gerekiyor, hakikatin farkına varması gerekiyor, sonra da yeniden kendi alemine kurtuluşla dönmesi gerekiyor” diyor, böyle bir yaklaşım var gnostik geleneklerde. Ki bu çerçevede gnostiklerin, içinde yaşadığımız şu kötülüklerle dolu evreni, alemi sanal bir alem olarak tanımlamaları dikkati çekiyor. Gnostik varlık ve evren anlayışı son zamanlarda çeşitli bilim-kurgu eserlere konu oluyor. Örneğin Matrix adlı filmde adeta gnostik kozmolojiyi esas alan bir kurgu karşımıza çıkıyor. Filme göre, içinde yaşadığımız dünya aslında gerçek bir dünya değil, sanal bir dünya ve biz öz olarak, benlik olarak bu kurgusal sanal dünyada tutsak olarak yaşıyoruz ve “gerçekten yaşadığımızı düşündüğümüz sürece” bu tutsaklığımız devam ediyor. Yani “aslında içinde yaşadığımız evreni/düzeni/yapıyı sorgulamaya başlasak, bunun hakikatini ve kendi hakikatimizi sorgulamaya başlasak kurtuluş yoluna gireceğiz, hakikati anlamaya başlayacağız, ama sorgulamadığımız müddetçe o Mr. Smith’lerin tutsağı olarak yaşıyoruz” diyor film. Bununla adeta gnostik kozmolojinin ve antropolojinin temel tezlerini yansıması olan bir film, tavsiye ederim izlemek isteyenlere.

Budizmin meseleye bakışı

Budizm kendi içerisinde birçok farklı akım barındırmakla birlikte Buddha’nın öğretilerinden hareketle genel anlamda Budizm’in insan merkezli bir hakikat ve kurtuluş öğretisine sahip olduğu bilinmektedir. Bu çerçevede Budizm dört temel gerçek dediği bir hakikat anlayışında, bu hakikat anlayışını kötülük kavramı üzerine bina ediyor. Dört temel gerçek var diyor Budizm, birinci gerçek şu: Hepimiz kötü bir dünyada yaşıyoruz, her şey kötü, iyi olan hiçbir şey yok. İnsanın karşılaştığı her durum kötüdür, doğum kötüdür, ölüm kötüdür, yaşam kötüdür, çalışmak kötüdür, hastalık kötüdür, kötülük bir gerçek diyor, acı, çile, kötülük bir gerçeklik. Peki, bu gerçeklik nedir o halde, yani bunun sebebi ne, nereden çıktı? İkincisi diyor, bu kötülüğün sebebi de sensin diyor insana. Kötülüğün sebebi insanın kendisidir, kendi benliğidir diyor, benlik dediği şeydir, yani kötülüğün müsebbibi de insandır diyor. Üçüncüsü, peki bu sürekli bir kader mi? Bir kötülük var, o da benden kaynaklanıyor. Onu yenmek de mümkündür, o da yine diyor senin elinde, onu yenebilecek olan kişi de sensin. Kötülüğü yenmek için yapılması gereken şeyler de dördüncü gerçeklik olarak tanımlanıyor. Yani Budist öğretilerin, sekiz dilimli yolun izlenmesi.

Kötülük meselesi bağlamında Budizmin bu temel yaklaşımında dikkat edileceği gibi yaratıcı bir tanrı düşüncesi değil, insan merkezli bir gerçeklik anlayışı temel oluşturuyor. Yani insanın var olduğu ortam acının ıstırabın egemen olduğu bir ortandır, bunun müsebbibi insandır, bundan kurtuluş da insanın elindedir. Burada Budizmin öne çıkardığı bir kavram Anatman kavramıdır. Anatman “bensizlik” öğretisidir, yani sabit bir cevher olarak “ben”in olmadığı öğretisi. Budizme göre, bütün kötülükler insanın kendisiyle ilgili sabit bir varlık olarak kabul ettiği “ben” duygusundan kaynaklanıyor. İnsanın, ‘ben, ben, ben’ dedikçe kötülükten kurtulamayacağını, zira böylesi bir algının sadece acı ve ıstırap ürettiğini söylüyor Budizm. Gerçekte, benlik diye bir şeyin olmadığının farkına varıldığında acı ve ıstırabın alt edileceğine dikkat çekiyor.

Tektanrıcı geleneklerin meseleye bakışı

Peki, tektanrıcı gelenekler mesele nasıl bakıyor? Tüm dini gelenekler gibi tektanrıcı dinler de kötülük konusunu kendi teolojileri, hakikat ve kurtuluş öğretileri çerçevesinde izah etmeye çalışıyor. Bu doğrultuda tektanrıcı geleneklerin hepsinde homojen ya da birbirine paralel yaklaşımlardan ziyade her geleneğin tanrı, evren ve insan ilişkisine yönelik yaklaşımından hareketle çeşitli izah tarzları karşımıza çıkar. Hatta bazen bir dini gelenek içerisinde birbirinden farklı yaklaşımlar da kendisini gösterir. Böylelikle örneğin kötülüğün bizatihi varlığını, ontolojik varlığını sorgulayan bakış açılarından tutun da, problemi ilahi hikmetle açıklamaya kadar, yine insanın bununla imtihan edildiği yaklaşımından iyiliğin ortaya çıkması için bir kötülüğe de ihtiyaç vardır, kötülük olmasa iyiliğin de farkına varamayız şeklindeki izaha kadar çok değişik şekillerde bunu izah etmeye çalışıyorlar.

Yahudilik tarihinin erken dönemlerden itibaren Yahudi din bilginlerinin Tanrı inancı konusunda şöyle bir inanca sahip oldukları görülür: “Tanrı mükemmeldir, Kadir-i Mutlaktır ve her şeyi bilendir, Tanrı kesinlikle kötü değildir. Ama bunun yanı sıra evrende bir de kötülük de vardır, yani bir realite olarak kötülük de var.” Dolayısıyla Tanrı var, kötülük de var diyorlar. Peki, mükemmel ve iyi Tanrı ile kötülüğün mevcudiyeti nasıl izah edilebilir? Tanrı o zaman kötülüğü niye engellemiyor? Mesela her şeye gücü yeten bir Tanrı varsa örneğin az bir istisna dışında tüm canlıların yok edildiği Nuh tufanı neden oldu? Nuh tufanında -Yahudi kutsal kitabına göre de- birer çift canlı dışında herkes suda boğuldu; tufanın gerçekleşmesi Tanrı’nın emriydi. Tanrı bunu niye yaptı? Ya da Yahudi kutsal metninde “Tanrı halkı” olarak nitelenen İsrailoğulları niye yaşamları boyunca birçok sürgün hadisesi yaşadılar, bir sürü acı ve ıstırap çektiler? Benzer şekilde yeryüzü genelinde geçmişten günümüze birçok acı olan yaşanıyor, Tanrı bunlara neden izin veriyor? Bu ve benzeri sorular birçok Yahudi düşünürün ve ilahiyatçının zihnini meşgul etmiş, buna çeşitli cevaplar vermeye çalışmışlardır. Onüç maddeden mürekkep Ortodoks Yahudi amentüsünün babası olan Musa bin Meymun’un ya da Maimonides’in bu konudaki açıklaması dikkate değerdir. İslam egemen bir dönemde 13. yüzyılda yaşayan önemli bir Yahudi ilahiyatçısı olan Musa bin Meymun, kötülüğün bizatihi varlığını ya da gerçekliğini sorgulamakta, gerçekte kötülük diye bir şey olmadığını, kötülük dünyasında bizim gördüğümüz şeylerin aslında bir yanılsamadan ibaret olduğunu düşünmektedir. Kötülük diye bir şey yoktur demek meseleyi çözüyor mu peki? Bu durumda zulümlere, cinayetlere, ahlaksızlıklara ne diyeceğiz o zaman? Musa bin Meymun’un buna cevabı, kötülük denen şeyin aslında iyiliğin eksikliği olmasıdır; yani yeteri kadar iyi olmamaktır. Dolayısıyla kötülük olarak nitelenen şey ya da husus gerçekte kötülük değildir. Tabii bu bakış açısı gerçekte meselenin izahından öte kötülük kavramını yeniden tanımlamak suretiyle bir bakıma kötülük problemi üzerinde düşünmek yerine, topu taca atmak gibi bir şey.

Yine İslam egemen dönemde yaşayan bir diğer önemli Yahudi ilahiyatçı Saadiya Gaon da kötülük problemini ele alıyor ve mükemmel ve iyi Tanrı ve kötülük ilişkisine yönelik olarak şöyle bir izah yapıyor: Tanrı bizim iyiliğimiz için, bizim iyiliğimiz adına acı ve ıstırap çekmemize izin vermektedir. Yani aslında acı ve ıstırap, kötülük denilen şey, bizim iyiliğimizedir. Neden bizim iyiliğimize? Çünkü diyor “ancak kötülük yoluyla biz iyi insanlar olabiliriz”. Buna göre mesela Nuh tufanında Tanrı insanları niye boğdu, niye cezalandırdı sorusu, insanlar iyi olsunlar diye şeklinde cevaplandırılmış oluyor. Benzer şekilde örneğin niye mesela depremde evler başımıza yıkılıp ölüyoruz? Bundan ibret alalım diye. Niye zulüm ve ahlâksızlık yaşanıyor? İyiliğin farkına varalım diye, ya da daha iyi insanlar olalım diye… Gaon’un perspektifinden problem böyle izah edilmeye çalışılıyor.

Bu Yahudi bilginler doğal kötülük -ya da tabii kötülük- ile ahlâki kötülük ayrımı yapmıyor, hepsini işin içerisine katıyorlar. Mesela bir çocuğun açlıktan ölmesinden bir insanın cinayet işlemesine kadar, zinadan, fuhuştan, savaşlara kadar, depremden kıtlığa kadar hepsine yönelik bu izahı yapıyorlar. Yani başınıza gelen, karşılaştığımız bütün olumsuz hadiseler aslında daha iyi insanlar olmamıza yönelik Tanrının bize bir uyarısıdır diyorlar.

Hıristiyanlığın kötülük meselesine bakışında iki anahtar kavram karşımıza çıkıyor: “Asli günah” kavramıyla “kefaret” ya da “atonement” öğretisi. “Asli günah” ya da “ilk günah” kavramı Hıristiyanlığa göre insanın yeryüzündeki konumunu izah eden bir öğretidir. Hıristiyanlığa göre insan, yeryüzünde günahın ve ölümün esiri olan bir varlıktır, günahın ve ölümün tutkunudur. Peki insan neden günahın ve ölümün esiridir? Çünkü asli günah öğretisi doğrultusunda her doğan bireyin günahkâr olarak doğduğu inancı var. İlk insanlar Âdem ve Havva henüz dünya hayatına başlamadan önce cennette işledikleri bir günahtan dolayı günahkâr olmuşlar, bu günah ve günahkârlık nedeniyle de ölümlü olmuşlardır. Peki, insanlığın atası neden bu günahı işledi, niye günahkâr oldular? Günahın nedeni Tanrı’nın koyduğu yasadır Hıristiyanlığa göre… Tanrı bir yasa, bir kural koymuş, şunu yapın bunu yapmayın diye emretmiştir. Bütün ağaçlara yaklaşabilirsiniz ama şu meyveden yemeyin demiştir Tanrı. Tanrı’nın bu kuralının, yasasının çiğnenmesi insanı günahkâr yapmıştır.

Hıristiyanlığa göre insan, yapısı gereği o yasayı çiğnediği için günahkâr addedilmiş ve günahkâr olduğu için de ölümlü olarak yeryüzüne atılmıştır. Dolayısıyla, insanlığın kaderi olarak günahkârlık ve ölümlülük Adem’le Havva’nın tüm nesli üzerine adeta yapışmıştır. Yasa günaha neden olmuş, günah da insanın düşüne ve ölümlü olmasına… Hıristiyanlık açısından bu durum aslında Tanrının bir planıdır, ilahi bir senaryodur. Nitekim bu senaryo insanı günahkâr ilan etmiştir. Günahkârlık derken ahlâksızlıktan tutun savaşlara kadar, cinayetlere kadar her türlü haksızlık, kötülük olarak nitelenen her durum bunun bağlamındadır.

Hıristiyanlığa göre ilk insandan kaynaklanan bu ilk günahın ortadan kaldırılması, insanın bundan kurtulması için Tanrı yine müdahale etmiş ve kendi oğlunu yeryüzüne göndermiştir. İlahi Oğul, İsa Mesih olarak yeryüzünde bedenleşmiş ve günahtan, kötülükten kurtuluş iin tanrısal plan yürürlüğe konulmuştur. Hıristiyanlık, Tanrı’nın kendi oğlunu yeryüzüne gönderdiğini söylüyor. Tabii bu, Kur’an’daki peygamber Hz. İsa Aleyhisselam değil, Hıristiyanlığın teslis inancındaki Tanrısal bir figür olan İsa. Hıristiyanlık, Tanrı Oğlu İsa Mesih’in bütün insanların günahları için kendisini bir kefaret kuzusu gibi çarmıhta ölüme terk ettiğini düşünüyor. Buna “kefaret öğretisi” adı veriliyor Hıristiyanlıkta. İsa neden çarmıha gerilerek öldü? İnsanların günahlarından aklanmaları için. “Tanrı oğlunun, kendi kanını bir kefaret olarak sunması gerekiyordu” diyor Hıristiyanlar. Bu anlayışta, İsa insanlara olan ilahi sevgiden, Tanrısal sevgiden hareketle kendisini insanların günahları için feda etti diyor. Ve buradan hareketle de Hıristiyanlık, kötülüğü insanın kurtuluşu öğretisinden hareketle tanımlamış oluyor. Çarmıha gerilerek, kanı akıtılarak, acı çekilerek ölmesi ya da öldürülmesi iyi bir şey mi, kötü bir şey mi? Tabii ki kötü bir şey, bu iyi bir şey değil, kan akıtmak kanın akıtılması iyi olarak görülmüyor. Ama İsa Mesih’in kanının akıtılması suretiyle insanlığın günahtan kurtulmasına, iyiliğe yönelik bir adım atılmış oldu diye düşünüyor Hıristiyanlar.

İyiliğe yönelik bir gelecek tesisi için gerektiğinde bir acının, ıstırabın ya da bir kötülüğün yaşanması Hıristiyan geleneğinde farklı bağlamlarda da tartışılıyor. Örneğin Hıristiyan tarihinde Aziz Augustine döneminden itibaren bilinip tartışılan bir kavram olarak “haklı savaş” kuramı böylesi bir tartışmanın ürünü olarak tarih sahnesine çıkıyor. “Haklı savaş” (just war) kuramı, bir kötülüğün yok edilmesi ya da bir iyiliğin inşa edilebilmesi için masum bile olsa birtakım insanların kanını dökmenin caiz olduğuna yönelik bir anlayışın ürünüdür. MS dördüncü yüzyıl başlarında, ana gövde kiliseden farklı bir kilise hiyerarşi yapılanmasında ısrar eden Donatus ve taraftarlarına karşı katliama varan bir takibat yapılmış ve bu olayda hatırı sayılır oranda masum kanı dökülmüş, zamanın Hıristiyan toplumunda bu hadise ciddi tartışmalara neden olmuştur. Neticede, ileride iyi bir gelecek inşası için gerektiğinde kan dökmenin caiz olabileceği şeklinde bu anlayış ortaya çıkmıştır. Bu anlayışın yalnızca geçmişte değil bugün de Hıristiyan zihnin bilinç arkasını oluşturduğunu görmek şaşırtıcı değildir. Örneğin bu kuramdan dolayıdır ki ABD Irak’a müdahale ettiğinde, 2000’lerin başlarında zamanın ABD Başkanı “Biz burada kutsal bir savaş yürütüyoruz” demiş, Haçlı seferlerine dikkat çekmiştir. Yani yapılan müdahalenin, savaşın aslında kutsal bir mücadele olduğuna dikkat çekmiştir. Her ne kadar işte bir milyonu aşkın insan katledilmiş, ülkeler yağmalanmış olsa da biz buraya demokrasiyi getireceğiz diye yapılan müdahaleyi meşrulaştırmaya çalışmıştır. “Demokrasi” kutsal bir şey, bir “iyilik”, dolayısıyla onun inşası için gerektiğinde şiddete başvurulabilir ve Irak yıkılabilir anlayışını dillendirmiştir. Aynı siyaset bugün de hâlâ devam etmektedir. Ve burada kötülük denilen şey, iyiliğin tesisi için atılması gereken bir adım olarak görülüyor bu zihniyette, Hıristiyanlığın bu anlayışında. Dolayısıyla, Hıristiyanlıkta İsa Mesih’in çarmıhta ölümü aracılığıyla genel olarak insanlığın kötülükten kurtulması öğretisinin, bireysel anlamda size kötülük olarak gelen birtakım haksızlıklar, zulümler, vesaire yoluyla iyiliğin inşa edilmesi anlayışına dönüştüğü görülüyor.

Hıristiyanlık tarihinde çeşitli ilahiyatçıların kötülük konusunda farklı farklı görüşler ileri sürdükleri bilinmektedir. Mesela, 2. yüzyılda yaşayan kilise babası İrenaeus (130-202) kötülüğün bizatihi kendisini inkar ederek kötülük meselesini açıklamaya çalışıyor. Kötülüğün aslında sadece insanın gelişmesi ve iyileşmesi için daha iyi olması için tanrısal planın yürürlüğe koyduğu bir takım durumlar olduğunu savunuyor. İrenaeus’a göre bu durumlar/olaylar aracılığıyla insan daha iyileşiyor. Dolayısıyla ona göre kötülük gerçekte yoktur. İrenaeus, insanın zaten eksik yaratılmıştır olduğuna dikkat çekiyor ve mükemmel olan yalnızca Tanrıdır, insan ise eksiktir diyor. Eksik olduğu için de insan asla mükemmel değildir diyor. Elden geldiğince mükemmelleşmesi için kötü ya da kötülük olarak görülen durumlarla/olaylarla insanın sürekli denenmesi, sınanması, yola getirilmesi gerekir fikrini savunuyor.

Bir diğer önemli kilise babası Augustine de kötülük meselesini özgür irade ve insan tercihleri bağlamında izah etmeye çalışıyor. 4. yüzyıl Hıristiyanlığının önemli ilahiyatçılarından ve yukarıda değindiğimiz ‘haklı savaş’ kuramının savunucusu olan Augustine (354-430) ahlâki kötülükler olarak nitelenen durumların/hadiselerin, insan tercihi olan, insanın kendi seçiminin ürünü olan durumlar şeklinde niteliyor. Augustine, “iyi de peki Tanrı, insanın ahlâki yönden kötülüğü tercih etmesine neden müdahale etmiyor, neden insanı kötülükten alıkoymuyor? Tanrı istese hepimiz iyi oluruz, niye bizi başıboş bırakmış bu konuda?” şeklindeki bir itiraza, kötülük denilen şeyin aslında gerçekte iyiliğin anlaşılması ve ortaya çıkması için olması gereken bir şey olduğu açıklamasını yapıyor. Ona göre, özgür iradenin ve tercihin olabilmesi için, iyinin yanı sıra bir kötünün de olması gerekiyor. Çünkü insan kötüyü seçebilecekse seçebiliyorsa, ancak böylesi bir durumda iyiliğin bir anlamı olur kanaatini savunuyor. Bir diğer ifadeyle eğer her şey iyi olmuş olsa o zaman iyilik diye bir şey de kalmaz zaten.

Kötülük meselesine İslam’dan hareketle yapılan açıklamalara gelince, öncelikle bu meselenin ilahi inayet, ilahi hikmet, ihsan, lütuf, nizam gibi kavramlar çerçevesinde izah edilmeye çalışıldığını söylemek gerekir. İslam temel dini referanslarında, Allah’ın mutlak anlamda iyi olduğunun, mükemmel olduğunun altını çizer. Kur’an-ı Kerim’de “Allah kötülüğü dilemez, kötülük sizin kendinizdendir” denilir. Bununla Allah’ın kötülüğü istemediği, kötülüğe onay vermediği, ancak kötülüğün insan tercih ve iradesinin ürünü olarak gerçekleştiği belirtilir. Yine Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın yeryüzünde bir halife olarak insanı yarattığı insana iyiyi ve kötüyü seçme hakkı verdiği, irade yetisi verdiği ve iyinin ve kötünün ne olduğunu insana öğretip insandan iyiyi tercih etmesini isteyerek seçimi konusunda insanı başıboş da bırakmadığı ifade edilir. Allah, insana cennetin ve cehennemin yollarını öğretmiş ve siz iyiyi seçerseniz sonucu budur, kötüyü seçerseniz sonucu budur diye insanı uyarmıştır. Yine Kur’an’da, “inanan kendisi için inanmıştır”, “inkâr eden kendisi için inkar etmiştir”, “kişinin ancak kendi eliyle kazandığı vardır kendisi için” şeklindeki vurgularla, insanın bütün yapıp ettiklerinden sorumlu olduğuna dikkat çekmiştir.

Kur’an, Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu vurgularken buna bir istisna yapmaz; dolayısıyla hayrın ve şerrin de ya da iyilik ve kötülüğün de yaratıcısı Allah’tır. “Peki, hayrın ve şerrin yaratıcısıysa Allah ve mutlak anlamda da iyiyse, o zaman şerri niye yarattı?” sorusu karşımıza çıkıyor ki İslam düşünce tarihinde bunlar insan fiilleri, kader, hüsün-kubuh ve benzeri tartışma konuları bağlamında sıkça ele alınmış, çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. Ana gövde İslami düşünce ekolü, Allah’ın hayrı ve şerri mümkün varlıklar olarak var kıldığını, insanın özgür iradesiyle seçimini yapabilmesi için hayır yanında şerrin de mümkün varlık olarak mevcudiyetine imkan verdiğini düşünür. Çünkü insan böylelikle özgür şekilde seçimlerinden sorumlu olacaktır. Ama Allah, insana “sen şer işle” demiyor, “kötü ol” demiyor insana. Bunları yaratıyor ama insana diyor ki “sen iyi ol, iyi olursan kurtuluşu seçer cennete gidersin, kötü olursan bu seni helak eder” diyor. Allah’ın bu potansiyel olarak -yani mümkün varlıklar olarak- yarattığı hayır ve şerri insan kendisi tercih ediyor, seçiyor. İnsanın seçimine paralel olarak, hayır ve şer, bizatihi varlıklar halinde Allah tarafından yaratılıyor ve insan tarafından kesbediliyor.

Bu çerçevede İslam’da kötülüğün sorumlusu Allah değil insandır; zaten bundan dolayı Kur’an’da Allah kötülüğü dilemez kötülük sizin kendinizdendir şeklinde vurgu yapılıyor. Burada söz konusu edilen kötülük insan tercihlerine bağlı olarak tezahür eden durumlar/eylemlerdir. Bunlar kısaca ahlaki kötülükler olarak da tanımlanabilir. Diğer taraftan insanın iradi seçimine, eylemlerine bağlı olmayan ve kötülük olarak nitelenen deprem, sel, kuraklık, kıtlık gibi doğal afetler denilen hususlar İslam açısından kötülük olarak değerlendirilmez. Bu hususta İslam geleneği Gazali teodisesini esas alır. Gazali ahlaki ve doğal kötülük arasında bir ayrım yapar ve doğal kötülük denilen şeyin kötülük olmadığını belirtir. Allah mükemmeldir ve Allah’ın yaratmasında da bir eksiklik söz konusu değildir; dolayısıyla Allah’ın eylemlerinde bir kötülük yoktur. Afet olarak nitelenen doğal hadiseler kötülük değildir. Bu konuda İslam geleneğinin ana gövdesi Gazali teodisesini tercih eder. Tabii ki bazı münferit, marjinal gruplar istisna teşkil eder. Öyle ki kötülük konusunda düalist fikirlerle ön plana çıkan ve buna rağmen hâlâ kendilerini İslam şemsiyesinde gören bir takım marjinal gruplar vardır, bazı Gulat-ı Şia fırkaları örneğinde görüleceği gibi…

Gazali teodisesi olarak nitelediğimiz ana gövde yaklaşımda doğal kötülük diye bir şey yok. Çünkü Allah mükemmeldir, insan da dahil Allah’ın yarattığı her şey yaratılış itibarıyla mükemmeldir. İnsanı en güzel surette yarattık diyor değil mi Cenabı Hak, en mükemmel. Peki, doğal kötülük denilen şeye niye o zaman kötülük diyoruz? Bu bakış açısına göre, doğal işleyiş kötülük değildir, ancak sünnetullah çerçevesinde cereyan eden bu işleyişte insanın neden olduğu müdahaleler ya da insanın ahlâki birtakım tutumları insana kötülük olarak yansımaktadır. Örneğin sel yatağına, dere yatağına ev yaparsan sel gelip evini yıkar ve canından olursun. Şimdi burada sorumlu olan sel midir insan davranışları mıdır? Alabildiğine hoyrat bir şekilde doğal kaynakların kullanılması, tüketilmesi, doğal olarak küresel ısınmayı tetiklemekte, hava kirliliğine ve benzeri olumsuz insan yaşamına olumsuz yansıyan hadiselerin yaşanmasına neden olmaktadır.

Doğal olaylarla ilgili ana gövde İslami yaklaşım sadece bununla da kalmıyor, yaşanan bazı hadiselerin insan için ilahi birer uyarı olduğunun da altını çiziyor. Bununla yaşanan olaylarda insanın kendisini hesaba çekmesini ve bundan birtakım dersler ve ikazlar/uyarılar çıkarmasını istiyor. Ayrıca bu olayların insan için Allah’ın bir imtihanı olduğunu, sabır ve sebat konusunda insanın sınanıp denendiğini de vurguluyor. Dolayısıyla sel, deprem, kıtlık ve benzeri yaşanan doğal hadiseler bir ilahi imtihan, bir uyarı boyutuyla da yorumlanıyor.

İslam, “kötülük” denilen hadiseyi diğer taraftan asli anlamda “ahlâki kötülük” bağlamında ele alıyor. Peki, ahlâki kötülük denilen şey nedir ve bunun müsebbibi, sorumlusu kimdir? Bunun sorumlusu İslam’a göre asla Allah değildir. “Allah kötülüğü niye engellemiyor, Allah kötülüğe niye izin veriyor?” sorusu buna göre saçma bir sorudur. Çünkü İslam’a göre Allah, insanı zaten sorumlu bir varlık olarak yaratmıştır, iradesini serbestçe kullanabilsin, iyiyi-kötüyü seçebilsin diye… İnsana yönelik imtihan için insan bu iradi özgürlükle yani seçebilme ve seçtiklerinden sorumlu olma özgürlüğüyle yaratılmıştır. Dolayısıyla, insan eylemlerinde, insanın seçiminde Allah kötülüğü engellemiş olsa insanın sorumluluğu diye bir şey olmazdı. Bu durumda insanın kötülük olarak nitelenen eylemlerinin sorumlusu Allah değil insandır.

Ana gövde İslam geleneğinin bu yaklaşıma karşı bazı marjinal akımların farklı öğretileri savunduğu bilinmektedir. Örneğin Cebriyye gibi akımlar insan eylemlerinin sorumluluğunu kadere dolayısıyla da Allah’a yüklemiş ve “bizler rüzgârın önündeki kuru yapraklar gibiyiz, kader bizi nereye sürüklerse oraya gideriz” görüşünü savunmuşlardır. Bunlara göre her şey, bütün sorumluluklar Allah’a atfedilmekte, insanlar sorumluluktan muaf tutulmaktadır. Bu fideist, katı kaderci anlayış ana gövde İslam geleneğinin konuya ilişkin ortaya koyduğu perspektife aykırıdır.

İslami geleneğin ahlaki eylemler ve kötülük konusundaki yaklaşımıyla ilişkili olarak, iyi ve kötü eylemlerinin sorumlusu insan olduğuna göre peki insan iradesini iyiye de kötüye de kullanabilen, tercih edebilen bir varlık olarak neden yaratıldı, Allah neden insanı bu irade serbestisine haiz olarak yarattı soruları da gündeme gelmektedir. Mesela Kur’an’da verilen bilgilere göre insan yaratılmadan önce melekler vardır, İblis gibi birtakım varlıklar vardır. Melekler insanın yaratılmasına dair ilahi iradeyi işittiklerinde “Biz seni takdis edip sana itaat ederken, hamd ile tespih ederken, sen kan dökecek, bozgunculuk yapacak birini mi yaratacaksın” demişlerdir. Burada melekler insan tabiatıyla ilgili bu durumu nereden biliyordu sorusu soruluyor. Örneğin bu soruya son dönemlerde evrim ile yaratılış öğretisini adeta telif eden birtakım yorumlarla cevap verilmeye çalışıldığı görülüyor. O dönemde yeryüzünde bugünkü insanın atasını teşkil eden insanımsı varlıklar bulunduğu ve hayvanlar gibi vahşi şekilde bir yaşam sürdüren bu varlıklara bakarak meleklerin insan tabiatıyla ilgili böyle bir şey söyledikleri ileri sürülüyor. Evrim teorisinin etkisinde gözüken bu yaklaşım kanaatimce yanlıştır, Kur’an’daki ifadelerden bu kanaatin desteklenmesi de mümkün değildir. Zira Kur’an’da birçok yerde insanın topraktan yaratıldığı tartışmaya mahal vermeyecek açıklıkta vurgulanıyor. Dolayısıyla Kur’an insanla/Adem’le ilgili evrime dayalı bir oluşuma değil, Allah’ın sonradan olan her varlığın oluşumunda olduğu gibi “kün” emri doğrultusunda insanın topraktan yaratılışına dikkat çekiyor. Evrim ile yaratılış öğretisini telif eden yaklaşım sorunludur. Evrim teorisinin etkisinde olan bu bakış açısı Kur’an ifadelerini zorlama tevillerle evrimden hareketle açıklamaya çalışma çabasında gözükmektedir. Kaldı ki evrim teorinin kanıtlanmış bilimsel bir bulgu olmadığının da altını çizmek gerekir. Peki, melekler nereden biliyordu insanın kan dökücü ve bozguncu tabiatını sorusunun cevabı insana yönelik Kur’an’da Allah’ın yaptığı “yeryüzünde bir halife” ifadesindedir kanaatimce. Cenabı Hak yeryüzünde bir halife yaratacağım dediği zaman, aslında o halife kavramının kendi içerisinde zımnen mevcut meleklerin insan tabiatına dair ifade ettikleri şey. Burada halife, iradesini kullanabilen sorumlu varlık anlamına geliyor. Melekler halife kavramının içerdiği anlamdan hareketle insana dair o ifadeyi dillendiriyor. Çünkü halife insanı tanımlıyor. Yeryüzünde bir halife olarak insan, iradesini hem olumlu hem de olumsuz doğrultuda kullanabilen ve tüm bunlardan da sorumlu olan varlıktır. BU özelliğiyle de meleklerden tamamen farklıdır. Zaten bu farkı dikkate alarak melekler, Allah “yeryüzünde bir halife” yaratacağım dediğinde biz seni ham ile tesbih ve takdis edip dururken yeryüzünde kan dökecek bozgunculuk yapacak birini mi yaratacaksın diyorlar. Dikkat edilirse burada meleklerin kendilerine ilişkin yaptıkları nitelemede insana yönelik “halife” kavramıyla kendi niteliklerini karşılaştırıyorlar. Tabi Allah, sizin bilmediğinizi ben bilirim diyor ve Adem’i yaratıyor ve insanın yaşamı böylelikle başlamış oluyor.

İnsanın irade, seçim özgürlüğü ve iyiye-kötüye dair yapıp ettiklerinden sorumluluğu konusunda, Allah, ahlaki kötülüğün müsebbibi olan insanı neden halketti ve ona irade yeteneğini verdi, bunu yaratmasaydı kötülük de olmazdı sorusu da bazılarınca dillendirilmektedir. Öncelikle burada acizane ben bir Müslüman olarak bazı konularda haddimizi bilmenin en güzel ilim olduğunu düşünüyorum. Kadiri mutlak olan Allah’ın iradesini sorgulamanın insanın işi ve haddi olmadığa inanıyorum. Çünkü eğer biz gerçekten Allah’ı, o Yüce Yaratıcıyı her açıdan iradesini, gücünü, kudretini sorgulayan, hâşâ deney masasındaki bir denek gibi O’nu irdeleyebilecek kapasitede bir ilme, güce ve kudrete sahip olsaydık o zaman, O Tanrı olmaz biz Tanrı olurduk. Dolayısıyla ben burada ilahi bir hikmet var diyorum. Yani Allah insanı niye yarattı? “Vallâhu a’lem bi-murâdihi bih” diyoruz.

Özetle, ahlâki kötülüklerin kaynağı insanın kendisidir İslam’a göre. Kur’an-ı Kerim’de, Allah kötülüğü dilemez, kötülük sizin kendinizdendir deniliyor. Bununla birlikte dinin en temel öğretilerinden birisi olarak, “el-emri bi’l-maruf ve’n-nehyi ani’l-münker” emrediliyor; yani marufun yanında yer almak, münkere karşı çıkmak. Münker nedir? Dinin her türlü eleştirdiği, reddettiği ve sakınmamızı, uzak durmamızı istediği şey. Günah, fesat, küfür, şirk, zulüm tamamı münker bunların, bunlardan uzak durmak ve bu konuda da birbirimizi uyarmak, dinin temel emri.

Yine İslam, bize Allah’ın adil olduğunu, adaletle hükmedeceğini, herkese hakkını vereceğini bildiriyor. “Kim zerre kadar hayır işlerse karşılığını görür, kim zerre kadar şer işlerse o da onun karşılığını görür” diyor. İnsanlar açısından bunun istisnası yok. Allah her hayır ve şer işleyenin mutlaka karşılığını verecek, çünkü adil ve adaleti emrediyor. Dolayısıyla Allah’ın kuluna adaletle davranması Allah’ın kendine hak olarak tanımladığı bir şeydir. Allah asla zulmetmez, İslam inancının Allah inancı çerçevesinde ortaya koyduğu en temel vurgulardan bir tanesi bu.

Bir diğer açıdan İslam geleneği, iyilikle kötülüğün bir arada var olduğu zaman ancak anlam kazanabileceğine; ayrıca insanlarla ilgili söz konusu olan hastalıklar, sakatlıklar ve benzeri bazı durumların aslında insan için hamd, şükür, sabır, sebat, ibret ve nasihat gibi çeşitli kavramlar bağlamında da ele alınması gerektiğine de dikkat çekmektedir. Bunun yanı sıra mevcut durumda izah edemediğimiz birçok durumun arkasında ilahi bir hikmetin bulunduğunu da söylemektedir.

Bütün bunlar doğrultusunda diyelim ki bir çocuk açlıktan öldüyse, bunun sorumlusunun bütün insanlar olduğunu vurgular; bir zulüm yapılıyorsa, sorumlusu sadece onu işleyen değil, genel anlamda bütün insanlardır der. Niye? Çünkü zulmü engellemekle yükümlüyüz hepimiz. Hiç kimse bu konuda tarafsız değildir. Bir yerde bir zulüm varsa sen orada tarafsın, mazlum yanında yer alman gerekiyor. Peki, o zulmün konusu olan, yani zulmün kurbanı olan kişi açısından meseleyi nasıl izah edeceğiz? O konuda İslam bize şunu öğretiyor: Allah adaletiyle hükmedecektir, mutlaka zalimin cezasını verecektir, mazlumun da hakkını tespit edecektir, verecektir. Ama bize düşen öncelikle o hadisedeki kendi sorumluluğumun farkında olup zulmü engellemeye ortadan kaldırmaya ve adaleti hakkı tesis etmeye yönelik gereğini kendi görevimizi yapmaktır. Kendi istidatımızın dışında kalan durumlar içinse ilahi hikmete ve adalete inanmaktır.

Son olarak İslam geleneğinde, Kur’an-ı Kerim’de yapılan tanımlamalardan hareketle genel anlamda kötülüğün “şeytan” kavramıyla ıstılahlaştığı dikkati çekmektedir. Kur’an’da zaman zaman çoğul kipiyle kullanılan “şeytan” terimi kötülüğün adeta sembol ismidir. Adem’in yaratılışına dair kıssada, Allah’a itiraz edip isyan edinceye kadar İblis için şeytan kavramı kullanılmaz. İnsana secde edin diyor Cenabı Hak, hepsi secde ediyor. “fesecedû illâ İblîse”, illa şeytan demiyor. Dolayısıyla burada İblis sanki tarihsel bir figür olarak tanımlanıyor. Meleklerle birlikte yaşayan, ama meleklerden farklı olarak irade ve sorumluluk yetisine sahip olan bir varlık şeklinde bahsediliyor ondan. İrade ve sorumluluk vasfına sahip olduğu Allah’ın emrine itaatsizliğinden ve bun karşılığı cezalandırılmasından anlaşılıyor. İblis, Adem’e secde etmiyor ve Allah’ın “niye secde etmedin?” sorusu karşısında bir argüman yürütüyor, “Sen işte onu şundan, beni bundan yarattın, ben ondan daha üstünüm” şeklinde… Şimdi bakın burada İblis’in yaptığı şey, kendi iradesini, kendi iradi tasarrufunu Allah’ın emrinin önüne geçirmesi… Bu durum onu “şeytan” yapıyor; Allah onu kovuyor, ondan sonra da hep ondan şeytan diye bahsediyor.

Günah işleyen Adem’e sen niye günah işledin denildiğinde ise Âdem, Allah’ım vallahi onun tadı çok iyiydi, işte ağaç şöyle cazipti gibi argümanlarla kendi iradesini Allah’ın iradesine tercih etmiyor. Hatasını anlayıp tövbe ediyor ve tövbesi kabul ediliyor. Bakın insanın iblisten, şeytani karakterden farkı bu, hata işlediğinde bir kötülük yaptığında yanlıştan dönmesi, tövbe edip tekrar doğru yola dönmesi… İşte insanı İblis’ten ayrıştıran özellik, insan da iradesini kullanıp sorumlu olan varlık, ama insan yanlış yaptığında, kötülüğe meylettiğinde tövbe de edebilen bir varlık, bu insanı yüceltiyor ve Allah da o tövbesini kabul ediyor. Bu çerçevede Allah, Kur’an’da şeytan ifadesini çeşitli yerlerde “şeytanlar” şeklinde çoğul olarak kullanıyor. İşte insan şeytanları, cin şeytanları şeklinde… Yine Yasin suresinde olduğu gibi “lâ ta’budû’ş-şeytân … ve eni’budûnî”, yani şeytana ibadet etmeyin, bana ibadet edin diyor. Sanki insan yaşamında ibadetin iki bağlamı var, ya Allah’a ibadet ya da şeytana ibadet. O ayeti kerimenin nazil olduğu Mekke’de bugünkü anlamda satanistler yok, ama şeytana ibadet etmeyin diyor Cenabı Hakk. Burada şeytan Allah’ın otoritesine, iradesine mugayir olan her şeydir, her değer yargısıdır ve her güçtür. Dolayısıyla şeytan kötülüğün somutlaşmış hali olarak karşımıza çıkıyor.

1Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Konuşmanın özet videosu:

Şinasi Gündüz’den “Kötülük Problemi ve Dinsel Gelenekler” (özet)

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *