Hilafet kurumunun tarihi süreci ve temel özellikleri

Hilafet kurumunun tarihi süreci ve temel özellikleri

Prof. Dr. Adnan Demircan, İktibas Dergisi lokalinde “Hilafetin Hikâyesi” konulu sunumunda, Hilafet kavramının ortaya çıkışından itibaren geçirdiği aşamaları ve bugün nasıl algılandığını geniş bir çerçevede değerlendirdi.

Prof. Dr. Adnan Demircan, sözlerine dua ederek ve dinleyicilerini selamlayarak başladı: “Euzu billahi mineşşeytanirracim bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve’l-âkıbetü li’l-müttekîn. Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Rasûlinâ Muhammedin ve ‘alâ âlihî ve sahbihî ecma’in. Muhterem abilerim, değerli kardeşlerim, hanımefendiler, beyefendiler; hepinizi saygıyla selamlıyorum.”

Adnan Demircan konuşmasının başında, İktibas ve Ercümend Özkan ile ilgili anılarını paylaşarak, “İktibas, benim öğrencilik dönemimden, hatta üniversiteye girmeden önce tanıdığım bir dergi idi. Ercümend Bey’i -Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun- okurduk. Bende herhalde İktibas Dergisi’nin 4-5 cildi hâlâ var, onlar okuduğum, üzerine notlar aldığım, çizdiğim önemli bir şeydi. Maalesef şimdi gençler dergi okumuyor. Dergicilik, dergi okuma, dergi çıkarma bir dönem ciddi bir işti, önemli bir işti ve bir ocaktı adeta, o kalmadı. Şimdi asrımıza uygun olarak bilgi tüketimi, hızlı tüketim maalesef hepimizin içinde olduğu bir durum. İnşallah bundan daha iyi bir yere çıkarız diye ümit ediyorum.” dedi.

Daha sonra, konferans konusu olan Hilafet’e giriş yapan Adnan Demircan şunları anlattı:

Hilafet konusu her zaman gündemimize gelen bir konu. Önümüzdeki ay hilafetin kaldırılışının yıldönümü… Hilafet 3 Mart 1924’te kaldırıldı, 100. yıla doğru gidiyor, tartışılıyor. Tekrar hilafeti ihya etme, eskiden olduğu gibi merkez Türkiye olmak üzere bir hilafet hülyası içerisinde olanlar var. Bunu örgütsel olarak, grup olarak gündeme getiren, Türkiye’de her ne kadar yasal bir zemini olmasa da dünyanın muhtelif yerlerinde bu tip yapılar var. Ne kadar gerçekçidir, gerçekten bunların bir karşılığı var mıdır yok mudur; belki sona doğru bunun üzerinde de durmaya çalışacağım.

İki ana soru: Tarihte ne oldu ve Hilafetin temel özellikleri, çıkmazları, artıları

Hilafet konusunu tarih perspektifinden iki ana bölüm çerçevesinde arz etmeye çalışacağım: Birincisi, tarihte ne olduğunu gerçekten doğru biliyoruz muyuz? Bugün bizim bildiğimiz hilafetle ilgili algımız doğru bir algı mıdır, doğru bir zemine mi oturuyor? Genel olarak toplumun algısını kastederek söylüyorum. İkincisi de; hilafet kurumunun temel özellikleri, nitelikleri, sorunları, çıkmazları, artıları ve eksikleri nelerdir? Yani önce tarihi boyutunu, sonra da teorik boyutunu ele almaya çalışacağım.

Bu tür toplantılarda buraya gelenlerin iradi gelmesi çok önemli. Doğrusu sayı benim açımdan çok önemli değil, bir kişi de olsa başımızın üstünde yeriniz var, şeref verdiniz. Buraya iradi gelmek, toplama gelmekten çok daha önemli. Çünkü nihayetinde buraya gelen insanlar derdi olan insanlar, biz de derdimiz olduğu için geldik. Yoksa hafta sonu tatilimizi yapardık, çocuklarla giderdik bir yerde otururduk, ama derdimiz olduğu için siz de belki işinizi bırakarak geldiniz. Bu bizim açımızdan önemli. Dinleyenler çok olursa mutlu oluruz, az olursa da üzülmeyiz. Dinleyici bir kişi de olsa bildiklerimizi anlatmaya çalışırız. Çünkü buradaki gayret, çaba, adetle ifade edilmemeli bence, çünkü burada bulunmak daha önemli bir şey, sayının ötesinde bir durum. Bu bakımdan inşaallah sohbetimiz bereketli, hayırlı olur, birbirimizden istifade ederiz, bir fikir teatisine, tartışmaya vesile olur, diye ümit ediyorum.

Resulullah döneminde Mekke ve Medine’de siyasi otorite

Allah Resulü (sav), Peygamber olarak gönderildiği toplumda Hicaz bölgesinde faaliyetlerini yürütüyor. Bölgedeki iki ana şehir olan Mekke ve Medine merkez olmak üzere… Medine ismi, Allah Resulü dünyaya geldiğinde ve nübüvvetten önce, hatta hicretten önce o şehir için kullanılan bir isim değildi. Allah Resulü hicret ettikten sonra “Medinetü’n-Nebi” ismi kullanılmaya başlandı. Ama biz belki biraz anakronik de olsa geriye doğru olmak üzere de Medine ismini kullanıyoruz. Mekke ve Medine merkez olmak üzere Allah Resulü Hicaz’da yaşadı. Burada tebliğe başladığında bir merkezi devlet yoktu, yani yönetim, toplumu yönetecek bir devlet yapılanması mevcut değildi. Yüce Allah’ın, bir peygamberini orada göndermesinin elbette birçok hikmeti, sebebi vardır, bu konuda biz ne dersek bize ait olmuş olur. Nihayetinde şunun için gönderdi bunun için gönderdi desek de, bunların hepsi bize ait olan değerlendirmeler olur. Çünkü Allah peygamberini oraya göndermesinin sebebini söylemedikçe bizim izaha yönelik çabalarımızın, Allah adına konuşmamızın hakikati ifade etme açısından çok büyük bir anlamı yok.

Fakat burada devlet olmaması çok önemli. Devlet yok derken, bir “merkezi otorite” yok. Hz. İsa bir veya üç yıl kadar tebliğde bulunduğu söyleniyor kaynaklarda. Kudüs’te tebliğe başladığında. İsa (as)’ın muhatap olduğu toplumda bir otorite var, Doğu Roma İmparatorluğunun Valisi orayı yönetiyor. Yahudi din adamları, yeni ortaya çıkan, kendi cemaatlerinden olan bu insana karşı tepkilerini Vali’ye şikâyette bulunarak, idam kararına giden süreci takip ederek ve ona taraf olarak ortaya koyuyorlar. Dolayısıyla o tip yerlerde bir peygamberin peygamberlik yapması, yani bir otoritenin olduğu yerde çok daha zor bir şey. Nitekim bazı peygamberlerin yöneticiler tarafından çok büyük cezalara maruz kaldıkları, bunların doğrandıkları, testerelerle kesildikleri anlatılıyor. Tarihte bunlar yaşanmış.

Devlet yok ama otorite mevcut

Allah Resulü’nün geldiği yerde devlet yok ama sosyal bir varlık olan insanın yaşadığı yerde yönetim olur, toplumu yönetmeden olmaz. Şimdi biz burada bir grubuz 15-20 kişi… Burada bir düzen olmazsa, bir kural olmazsa, bu kuralı işletecek bir yapı olmazsa iş yürümez. Onun için orada da devletin yerine ikame edilmiş olan, Arapların geleneklerinden, binlerce yıllık birikimlerinden gelen bir olgu var, o da kabiledir. Aslında her bir kabile bir devlet gibidir. Her kabilenin lideri var. Liderler birbirleriyle ilişki kurarak ortak menfaat çerçevesinde hareket ederler. Alt kimlikleri var, üst kimlikleri var. Mesela Kureyş kabilesi dediğimizde Mekkelilerin büyük bir kısmı, Mekkelilerin müttefikleri bu isimlendirmeye dâhil oluyor. Ama daha alta gittiğimizde Cumaoğulları, Mahzumoğulları, Adiyoğulları, Teymoğulları, Haşimoğulları var. İşte Abdumenaf var, Abdumenaf dediğimiz zaman bu ismin altına giren kabilelere bakarsanız Abduşems var, Haşim var, Haşimoğulları, Nevfeloğulları var. Bütün bunlar, aslında o toplumu siyasi anlamda yöneten, sosyal anlamda yöneten, dini özelliği olan -kabilenin putu var, kabilenin ibadetleri var, kabilenin kabulleri var, töresi var, geleneği var- devlet yerine ikame edebileceğimiz bir takım yapılardır.

Allah Resulü tebliğe başladığında bu yapının onun tebliğine karşı iki türlü tepkisi oldu. Bir; diğer kabilelere mensup olanlar Hz. Peygamber’e itaat etmenin, ittiba etmenin kendileri açısından bir kayıp olduğunu düşündüler, kabile liderleri özellikle, mele dediğimiz kişiler. Dediler ki “Bizim çocuklar Muhammed’e uyuyor, bunlar elden gidiyor…” Tepkileri bu oldu. Nitekim Allah Resulü’nün tebliğine müspet cevap veren, Allah Resulü’ne itaat eden bir kabile lideri yok? Kendi amcası da dâhil olmak üzere… Onun kişisel olarak farklı gerekçeleri var. Bir lider gelip de “ya, senin söylediğin gibi, hakikaten öyle olması lazım” demiyor.

Bu kültürde zaten Allah’ı biliyorlar, dini biliyorlar, dini kavramları biliyorlar, bugün bizim dini olarak kullandığımız kavramların hepsini bu müşrikler de biliyordu. Allah Resulü burada bir tashih yapıyor, inançta tashih yapıyor.

Şimdi bizde diyelim ki türbeye büyük bir tazimde bulunuluyor. İran’a gittik, orada dini tecrübe bizden çok daha güçlü türbe üzerine, türbe etrafında oluşmuş. Her şehirde bir tane türbe var, oraya gidiyorsunuz insanlar birbirlerini yiyor, öpmek için uğraşıyorlar, ama dışarıya baktığınız zaman dini hayatta bunun karşılığı yok. Orada türbeye atfettikleri değere göre verdikleri bir dini rol var, onun üzerinden bir dini hayat oluşmuş. Bizde de öyle. Şimdi çıkıp; “Kardeşim bak, Allah’ı biliyorsunuz, Peygamber diyorsunuz, kitap diyorsunuz, buna uyun” dediğiniz zaman, kabulün dışına çıkmış oluyorsunuz. Peygamber de bunu yapmış esasen. Orada bir kabul var, kabulün dışına çıkıyor. Peygamber bunu vahiyle yapıyor. Allah’ın desteğiyle bunu yapıyor. Bunu söylediğinde orada toplumun refleksinin bir boyutu olarak özellikle diğer kabilelerden olan liderler dediler ki; “bu iş yanlış bir iş!” Tebliğ açısından böyle bir boyutu var.

Başka bir boyutu daha var. O da Haşimoğulları’nın refleksi açısından. Haşimoğullarından Müslüman olanlara baktığımız zaman, en az Müslüman olan kabilelerden birisi Haşimoğullarıdır. Allah Resulü’nün halaları Müslüman olmuşlar, onlar zaten diğer kabilelerle evli olduğu için Arap örfüne göre Haşimoğulları’ndan sayılmazlar. Kim Müslüman olmuş? Ali, Cafer, bir de Hamza Müslüman olmuş, o da kızgınlıktan dolayı, kabilecilikten dolayı Müslüman olmuş değil mi, yeğenine hakaret edildiği için. Ha sonra Müslüman olarak kalmış, Allah ona şehadeti nasip etmiş, ayrı bir şey. Ama üç kişi Müslüman olmuş. Fakat Allah Resulü’ne yönelik baskılara karşı direnç göstermişler. Resulullah’ı savunmuşlar. Kabilecilikten dolayı savunmuşlar, 3 yıl devam eden sosyal ve ekonomik boykot diye ifade edileceğimiz ambargo süresince…

Nübüvvetin 7. yılıyla 10. yılı arasında meydana gelen ambargoda, ekonomik ve sosyal boykotta genelde “Müslümanlara boykot uygulandı” denir. Doğru değil tabii. Orada uygulanan boykot Haşimoğulları ile Muttaliboğulları’na yönelik, Müslümanlara değil. Çünkü Müslümanlar zaten bir grup değil ki. Evlerinden çıkarıp onları bir yere götürüp etraflarına tel örgü çevirip kamp şeklinde bir boykot uygulayamazsınız. Müşrik kabilelerin bir kısmı Hz. Peygamber’in kçocuklarına ulaşmasını engellemek için Haşimoğulları’na baskı olsun diye bunu uyguladılar.

Mekke döneminde Müslümanlar daha tam bir cemaat oluşturamamışlar. Bununla birlikte orada da aslında bir otorite var. Allah Resulü insanları itaate çağırınca, doğal olarak bu bir liderliğe evriliyor. Peygamber bir liderdir, liderlikle peygamberliği birbirinden ayıramazsınız. Çünkü bir şeye itaate davet ediyor, bey‘at alıyor, emir veriyor. Medine’ye hicret ettikten sonra liderliği bir devlet yönetimine dönüşüyor. Allah Resulü orada bir devlet kuruyor, devlet kurmak durumunda kalıyor. Anlaşmalar yapıyor, heyet gönderiyor, tebliğde bulunuyor, emanname veriyor. Değil mi? Birçok kabileyle anlaşma yapmış. Savaş açıyor, komutan gönderiyor, vergi topluyor, zekât topluyor amillerin eliyle… Bütün bunlar bir devletin yapması gereken şeyler. Dolayısıyla Allah Resulü devlet başkanı sıfatıyla orada toplumu yönetiyor. Ama Peygamberliğinden ayıramazsınız bunu, tabii Peygamberdir her şeyden önce. Allah Resulü devlet başkanı olmak için Peygamber olmamıştır, fakat işin doğası gereği Allah Resulü, Peygamberi olduğu toplumun aynı zamanda lideri olarak böyle bir noktaya gelmiştir.

Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği zaman, hastalığı 13 gün kadar sürüyor. Safer ayının sonunda başlamış, Rebiülevvel ayının da ortalarına doğru vefat etmiş. O hastalığı sürecinde muhtemelen insanlar “Resulullah ölürse ne olacak?” diye soruyorlar. Çünkü orada Hz. Peygamber Medine’de sosyal ve siyasi bir yapı oluşturmuş. Dedik ya kabile diye bir yapı var, aslında sosyal ve siyasi yapıyı o kabileler idare ediyor. Bu, sürekli birbirine karşı rekabet getiriyor, ittifakları getiriyor, konfederasyonlar kuruyorlar, daha sonra ayrılıyorlar, çatışıyorlar, kabile içi rekabetlerden dolayı bölünmeler meydana geliyor. Allah Resulü buna alternatif olarak Müslümanları Medine’ye götürünce bir durumla karşılaştı. Eskiden kabilelerden birisinin bir adamı öldürmesi halinde katilin kabilesi maktulün kabilesine veya akrabalarına karşı kan davası bakımından hedef olurlar, diyeti ödeme hususunda muhatap olurlar, sorumlu olurlar.

Asabiye ‘kan bağına’ değil ‘akideye’ dayalı olarak yeniden kurgulandı

Müslümanlar hicret ettikten sonra, Hz. Ömer Adiyoğullarından, Ebu Bekir Teymoğullarından, işte Musayb bin Umeyr Abdüddaroğullarından, Erkam bin Ebi’l-Erkam Mahzumoğullarından… Her biri bir kabileden… Toplanıp bir araya geldiler. Medine Vesikası diye bahsettiğimiz vesikanın ilk 25 maddesi kan-diyet meselesi gibi Müslümanların kendi aralarında çıkması muhtemel sorunları ele alıyor. Aslında orada çok önemli bir eksen var. Akideye dayalı yeni bir ilişki getiriyor. Allah Resulü “İslam’dan sonra hılf yoktur” diyor. Artık İslam’dan sonra Müslümanlar aleyhine başka bir kabileyle anlaşma yapılamaz. Ne demek? Müslüman olduğun zaman sen zaten bir taraf olmuşsun, bir tarafa aitsin, bir kimliğin var. Müslüman kimliğin sana yükümlülükler getiriyor tıpkı kabile kimliğinin kabile mensubuna getirdiği gibi. Müslüman kimliği sana yükümlülükler getiriyor, o Müslüman kimliği ile aynı zamanda haklar elde ediyorsun. Sorumlulukların var ve hakların var. Onun için onu bozacak, ona alternatif olacak bir ittifakın içine giremezsin. Müslümansan o kimlik sana bütün Müslümanlara karşı sorumluluklar ve onlara karşı da haklar getiriyor. Önemli bir şey…

Bu yeni bir durum, inanca dayalı bir toplumsal yapıdır. İslam medeniyetinde toplumsal ilişkiler kişilerin inancına göre şekillenmiştir. Osmanlı’da da öyledir. Bu, millet sistemidir. Ermeni milleti derken orada etnik bir şeyden bahsedilmiyor, Ermeni kilisesine mensup olan Hıristiyanlar demek iseniyor. Allah Resulü bu düşünce ile toplumu örgütlüyor. Müslümanlar kabileye alternatif, asabiyeyi ‘kan bağına’ dayalı değil, ‘akideye’ dayalı olarak yeniden kurguluyor, yeni bir akrabalık türü getiriyor. Onun için Musayb bin Umeyr, Bedir Savaşı’ndan dönerken Ensar’dan olan kardeşini kendi öz kardeşinden önde tutmuş. Yeni bir durum bu onlar açısından… Öz kardeşi diyor ki “ya sen nasıl adamsın, ben senin kardeşinim.” O ise, “Benim gerçek kardeşim budur” diyor.

Yeni bir düzenle örgütlenen bu toplumun lideri Allah Resulü hastalandı. Hastalığı sırasında “Bundan sonra ne olacak?” sorusunu Peygamber efendimiz dâhil bence oradaki insanların düşünmüş olmamaları mümkün değil. Nitekim düşünmüş olduklarını gösteren emareler var. Mesela Hz. Abbas Hz. Ali’ye gitmiş demiş ki; “Peygamberin yüzünden sanki vefat edeceğini hissediyorum, çünkü ben Haşimoğulları’nın öldükleri zamanki simalarını iyi bilirim, Peygamber ölecek gibi. Bu iş bizde mi kalacak, bizim mi olacak, yoksa başkasının mı olacak, bunu bir konuşsak Resulullah’la.” Rivayete göre Hz. Ali demiş ki “Bunu gidip Resullulah’a sorarsak Resulullah da bize yok derse ümmet bir daha bizi bu işe yaklaştırmaz, çünkü bu kural olur.” Nitekim o süreç içerisinde kendilerine bir pay almak için çaba içerisine de girmişler.

‘Müslümanlar ancak Kureyş’e itaat ederler’ ifadesi çok önemli

Hz. Peygamber’in vefatıyla üç farklı siyasi oluşum ortaya çıkıyor. Bunlardan birisi; Ensar’ın tepkisiyle oluşan siyasi tablodur. Ensar, Hazrec kabilesinin bir kolu olan Saidoğulları’nın sakifesinde -gölgeliğinde- bir toplantı akdetti. Allah Resulü vefat etmişti ama henüz cenazesi kaldırılmamıştı.

Atatürk, 10 Kasım 1938’de vefat ediyor. Vefat eder etmez, daha cenazesi kaldırılmadan Meclis yeni lider seçmek için çağrıda bulunuyor. Bu çok abes bir şey değil. Yani kardeşim, hele bir defnedelim, bir bakalım demiyorlar. Çünkü devletin devamlılığı esastır. Hemen bir gün sonrası 11 Kasım’da toplantı için Meclis’i davet etmişler. Bir gün sonra da İnönü’yü Cumhurbaşkanı olarak seçiyorlar. Ondan sonra defnediyorlar, o defin işi daha sonra yapılıyor. Dolayısıyla burada bir anormallik yok.

Tabii bugünden baktığımız zaman şöyle denebilir: “Çok acele ettiler. Mesela otursalardı, daha sonra halifeyi seçselerdi… Ebu Bekir toplantıya gittiğinde deseydi ki kardeşim ne aceleniz var, hele bir oturalım, sakin sakin konuşalım, herkesi çağıralım, bir istişare yapalım.” Ama öyle olmuyor, siyasi gelişmeler, bir anda ortaya çıkan bir gelişme ile farklı bir noktaya evrilebiliyor. Sakifetü Benî Saide’de (Saideoğulları gölgeliği), Ensar, Allah Resulü vefat edince aynı gün bir toplantı akdetti ve muhacirleri çağırmadan kendi aralarından bir lider seçmeye çalıştı. Bundan haberdar olan -bildiğiniz olay çok ayrıntıya girmeyeceğim- Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde bin Cerrah buraya geliyorlar ve burada iki temel noktada farklı bir görüş beyan ediyorlar. Diyorlar ki “Müslümanlar ancak Kureyş’e itaat ederler.” Daha sonra bu hadisleştirilmiş. Tabii Peygamber’in siyasi anlamda yok böyle bir hadisi. O farklı bir bağlamda söyleyebilir. Mesela Allah Resulü seriyyeler gönderiyor Medine’ye gider gitmez. Gönderdiği komutanların hepsi Kureyş’ten. Ensar da gidip dese ki “Ya Resulullah niye hep onlardan gönderiyorsun?” Çünkü daha Resulullah Ensar’ın sorumluluklarının ne olduğunu, nasıl refleks göstereceğini tam bilemediği için Muhacirleri gönderiyor. Böyle bir bağlamda “komutanlar Kureyş’tendir” anlamında söylemiş olsa anlaşılabilir bir şey. Ancak böyle bir bağlamı da yok. O toplantıya sonradan katılan muhacirler şunu söylüyorlar: “Eğer lider Kureyş’ten olmazsa Araplar itaat etmez.” Bu çok önemli bir şey, bunun tarihsel arka planı var Arap kültüründe.

İkincisi de; eğer Ensar’dan birisi olursa, zaten Evs ve Hazrec kabileleri arasında problem vardı, bu daha sonra başka bir probleme dönüşebilir. Bunu da bir anlamda karşı cepheyi bölmek için gündeme getiriyorlar ve nitekim de cepheyi bölüyorlar. Sa’d bin Ubade’ye biat edilmek üzereyken -hatta bazı rivayetlere göre kalkıp elini tutup biat edenler olmuş- hemen konu değişiyor ve Hz. Ebu Bekir’e biat ediliyor. Hz. Ebu Bekir’e orada biat ediliyor.

Hilafet teorisi tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkmıştı

Ensar, biat etmeden önce bir teklifte bulunuyor. Diyorlar ki, “Sizden bir lider olsun, bizden bir lider olsun.” Aslında şimdi bu veriler bize şunu gösteriyor: Daha sonra hilafetle ilgili oluşan teorinin kurgusal bir şey olduğunu, tarihi süreç içerisinde ortaya çıktığını görüyoruz. Mesela burada, kardeşim Müslümanların iki lideri olur mu, ne demek diye cevap vermiyor onlara Hz. Ebu Bekir. Hz. Ebu Bekir diyor ki; “Bir iş iki liderle olmaz, o zaman karar veremezler, bu sıkıntılı olur. Yine lider bizden olsun, siz de yardımcıları olun.” diyor, bunu kabul etmiyor, Hz. Ebu Bekir seçiliyor. Bu, Ensar’ın siyasi tavrı…

Hz. Ebu Bekir’in siyasi tavrı, yani Kureyşîlik ikinci siyasi tavır. Hz. Ebu Bekir bilir ki Allah Resulü, Medine’de yahut Mekke’de, Kureyş dediğinde müşrikleri kastederdi, çok nadir Müslümanları kastetmiştir, rivayetlerde dikkatinizi çeker. Medine döneminde Kureyşli Müslümanlardan bahsederken Muhacirler der, Medineli Müslümanlardan bahsederse Ensar der. Kureyş dediğinde Kureyş’in müşriklerini kasteder.

Şimdi Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir burada niye bunu -Kureyşiliği- söylüyor? Bunun arkasında yatan temel şey gelenektir. Allah Resulü ile kabileler anlaşmalar yapmışlar, bu anlaşmaların devamlılığı nasıl olacak? Eskiden kabileler bunu yapıyordu, kabile liderleri yapıyordu, şimdi Peygamber yaptı. Burada makas değiştirmenin devletin devamlılığı açısından çok büyük bir sıkıntı olacağını biliyor, kabilelerde de öyle. Onun için Hz. Ebu Bekir’in burada savunduğu şey ırkçılık değildir, bu başka bir şeydir. Burada Kureyş’i belirli bir ırk olarak düşünmemek lazım, ama tarihte böyle anlaşılmış, buna dönüşmüş. Hz. Ebu Bekir’in zihin dünyasının arka planında böyle bir şey olması mümkün değil, zaten uygulaması da bunu gösteriyor.

Haşimoğlulları’nın tepkisinin temeli

Hz. Ebu Bekir’in bu tavrına karşı Kureyş’in içerisinde başka bir tavır var, o da Haşimoğullarının tavrı. Haşimoğullarını temsilen öne çıkan Hz. Ali’ye nispet edilen bir söz var, diyor ki; “Siz ağacı delil gösterdiniz ama meyveleri unuttunuz” Yani Haşimoğullarını… Hz. Ali’nin hareket noktası neydi? Şia’nın iddia ettiği gibi, Allah Resulü imameti onlara tahsis ettiği için değil. Hz. Ali’nin hareket noktası da gelenekti.

Araplarda kabileleri yöneten aileler var. Teorik olarak her kabile, hür kabile bireyi, lider olabilir. Bizde de teorik olarak belirli bir yaşa gelen her Türk vatandaşı cumhurbaşkanı olabilir. Ama olabiliyor muyuz? Olamıyoruz. Bunun için bir birikim ve geçmiş olması lazım değil mi? Adam siyasete çocukken başlamış, parti kurmuş, bir bedel ödemiş, sonra gitmiş cumhurbaşkanı olmuş. Niye biz şimdi yoldan geçen bir adamı getirip cumhurbaşkanı yapmıyoruz? Olması gereken budur. Orada da kabile lideri şöyle seçiliyor: Liderlik bir ailenin elinde oluyor. Kabile lideri öldüğü zaman genellikle kabile liderinin çocuklarından büyük olanın yöneticilik yapabilecek yeteneği varsa o liderlik yapıyor, eğer yoksa zaten temayüz etmiş olan çocuklarından birisi, yoksa kardeşlerinden birisi lider olarak seçiliyor. Ancak bazen böyle bir adam bulamadıkları zaman, kabilenin ileri gelenleri toplanırlar derler ki; bu kabile liderliğini şu adam iyi yapar, kabileden başka bir aileden birine bunu verelim. Bunu dediklerinde eski kabile liderinin ailesini ikna etmedikleri zaman bu, kabilenin bölünmesine sebep oluyor. Hz. Ali’nin de zaten tezi şudur: Diyor ki, “Haşimoğullarına danışmalıydınız” Temelde hareket noktası budur.

Araplar onlara liderlik evleri diyorlar. “Biz, Müslümanların liderlik ailesiyiz” diyor Haşimoğulları. Siz lideri başka bir aileden seçecekseniz -Teymoğullarından seçmişler- o zaman ne olması lazım, bizim rızamızı almanız lazım, biz olayın içinde olmalıydık diyorlar. Tabii burada “rızamızı almanız lazım” demek, bizim bunda hakkımız var demektir. Buradaki ‘rıza’ bize danışın, demenin ötesinde bir şeydir.

Ebu Süfyan’ın tavrı

Ebu Süfyan, Peygamber efendimiz vefat ettiği zaman Medine dışında zekât toplamak üzere âmil olarak görevlendirilmişti. Ebu Süfyan, Medine’ye geldi, “Resulullah öldü” dediler. “Yerine kim seçildi?” dedi. “Ebu Bekir” dediler. Ebu Bekir, Teymoğullarından. Teymoğulları da küçük bir kabile Kureyş içerisinde. “Halife, Allah Resulü’nün yerine seçilecek kişi, Abdumenaf’tan olmalıdır” dedi. Abdumenaf kim? Kendisinin ailesini de içerisine alan üst dede, şemsiye. Abdumenaf’ın dört oğlu var. Abduşems (Ebu Süfyan’ın dedesi), Haşim (Peygamber efendimizin dedesi), Nevfel (Mut’im bin Adî’nin dedesi), Muttalib (Ubeyde bin el-Haris’in dedesi) dört kişi var. Aralarındaki akrabalık ilişkilerini vurgulamak isterseniz, bir üst babaya gideceksiniz. Daha alt akrabalığı vurgulamak isterseniz daha alt babaya gideceksiniz. Ebu Süfyan “Halife Abdümenaf’tan olmalı” dedi ve Hz. Ali’ye gitti. “Elini uzat sana bey‘at edeyim” dedi. Hz. Ali dedi ki “Bu fitne olur. Doğru bir şey yapmadılar ama biz bunu yapamayız” dedi. “Bey‘at ettiler, bu iş bitti” dedi. Ebu Süfyan siyaseti kokladı, baktı Hz. Ali beklentisini karşılamayacak, Hz. Ebu Bekir’e gidip bey‘at etti. Kendisi ve çocukları onun “Suriye bölgesi fütuhatı projesi”nde yer aldı. Daha sonra Hz. Ömer döneminde oğlu Yezid Şam Valisi oldu. Onun ölümünden sonra Muaviye Şam’a vali oldu. Kendisi de cephede hanımı Hind’le birlikte Müslümanları cihada teşvik etmek üzere hutbeler irat eden bir adamdı.

Ebu Süfyan’ın mantığını anlayabiliyoruz, burada kabile refleksiyle hareket ediyor. Bu çok anormal bir şey değil. Çünkü kabile, Arap toplumunda akrabalık ilişkisi açısından çok önemlidir. Bugün şehirleşmeyle birlikte nasıl ki bizde de akrabalık ilişkileri zayıflamışsa, Araplarda da zayıflamıştır. Ama taşraya gittiğiniz zaman hala kabileler var, hala liderlikler var, hala 5 bin 10 bin kişilik kabileleri yöneten aileler var, onların liderlik evleri var, bu gelenek devam ediyor, çok önemli bir şey bu. Bu, siyaseti, bundan sonraki siyaseti de yönetiyor.

Hz. Ebu Bekir halife unvanını ilk kullanan kişidir. “Halifetu Resulillah” aslında kelimenin sözlük anlamından hareketle tercih edilmiş bir unvandır. Çünkü daha böyle bir kurum, dolayısıyla böyle bir kurumun adı da yoktur. Her ne kadar, “hilafet benden sonra 30 senedir” şeklinde, Peygamber efendimize nispet edilen bir hadis varsa da bir kurumun adı olarak kullanılan bir kelime değildir. Bu hadis, hem senet açısından hem de metin açısından problemli bir hadistir, tek bir sahabiden ve tek bir tabiinden gelmiştir. Düşünebiliyor musunuz, Allah Resulü Müslüman toplumun geleceğine ilişkin bir vizyon ortaya koyacak ve sadece bir kişi rivayet edecek onu. Bir şahıs, ondan da sadece bir kişi rivayet edecek. Daha sonra tabii rivayetler artmış, meşhur olmuş, sonra siyasiler de bunu kullanmışlar. Mesela Emeviler şöyle kullanmış olabilirler: “Zaten, hilafet 30 sene demiş Resulullah, bizim saltanatımız o zaman işin doğası gereğidir” Yahut onları eleştirmek için, “Peygamber efendimiz 30 sene demişti, zaten bunlarınki hilafet değil” gibi bir tartışmayı da gündeme getiriyor ki, günümüzde de bunlar konuşuluyor malum olduğu üzere.

Hz. Ebu Bekir’in bu isimlendirmeyi seçmesinin sebebi neydi? Araplarda başka kavramlar da vardı. Mesela Araplar, lider için şeyh kelimesini kullanır genelde, kabile liderleri için. İmam kelimesini kullanırlardı, hem namaz kıldıran için, hem de herhangi bir durumda lider olan için. İmam önde olan demek. Emir kelimesini kullanırlardı. Bir seriyede seriyenin komutanına emir dedikleri gibi, bir işte emir kelimesini de emreden anlamında kullanırlardı. Fakat Hz. Ebu Bekir bunun yerine, özellikle “Halifetu Resulillah” diye bir tamlamayı tercih etti. Halifetu Resulillah sözlük anlamı ile “Resulullah’tan sonra gelen” demektir, buradaki halifenin anlamı budur. Yani bunu Kur’an-ı Kerim’e götürüp, Allah’ın halifesi gibi, anlamlar sonradan ortaya çıkan, yüklenen anlamlardı.

Hz. Ebu Bekir vefat ettiğinde Hz. Ömer’e “Halifetu Halifeti Resulillah” dendi. “Allah Resulü’nün ardılının ardılı, onun peşinden gelenin peşinden gelen” anlamına gelir. Hz. Ömer dedi ki, “bu çok uzun oluyor, bunun sonu yok.” 35’inci halifeye hitap etmek için 35 tane halife kelimesi saymak lazım. Çünkü birbirlerinin halefi oluyor. “Bunun yerine başka bir şey kullanalım” dedi. Durumu arkadaşlarıyla müzakere etti ve Emirü’l-Müminin unvanını tercih etti. O dönemden sonra hitap ederken halifeye Emirü’l-Müminin diye hitap edildi. “Müminlerin emiri, yöneticisi” anlamına geliyor.

Hz. Ebu Bekir’e birisi Halifetullah -yani Allah’ın halifesi- şeklinde hitap ettiğinde, Hz. Ebu Bekir “Ben Allah’ın değil, Resulü’nün halifesiyim” diyerek buna karşı çıktı. Benzer bir hitabın Muaviye’ye yapıldığında, onun sustuğu, yani karşı çıkmadığı; Ömer bin Abdülaziz’e yapıldığında da Ömer bin Abdülaziz’in bunu tashih ettiğini, Ebu Bekir gibi “Ben Allah’ın değil, Resulü’nün halifesiyim” diye tashih ettiğini kaynaklarımız zikreder. Farklı rivayetlerden naklederek söylüyorum. Bunların hepsi bir rivayette değil de farklı rivayetlerde yer alıyor.

Dört halife dönemindeki uygulamalara baktığımız zaman Müslümanlar, Allah Resulü’nün vefatından sonra büyük bir konforu kaybettiler. Çünkü aranızda peygamber varsa her sorunu götürür sorarsanız, peygamber size yol gösterir. Örneğin bir tarikata bağlı bir insan bakıyorsunuz dini konuda çok rahattır. Diyor ki, benim şeyhim bana şefaat eder, beni cennete götürür. Bir yanlış yaptığı zaman affedileceğine inanır. Bir başkası bütün sorunlarımı kendisi çözmek zorunda… Bu, çok zor bir şey. Bir sorunla karşılaştığında her şeyiyle kendisi yüzleşmek zorunda… Ama siz dini konuları birine ihale ederseniz bu size bir konfor getirir. Onun için insanlar bunu tercih ediyorlar. Hatta çocuğunu evlendirecek, gidip şeyhe soruyor. Şeyh, damadı bilmez kızı bilmez… Okula gidecek gidip şeyhe soruyor. Biri gitmiş “Şeyhim biyoloji mi yazayım, fizik mi yazayım?” demiş. Şeyh ilkokul mezunu, şunu söylemesi lazım: “Yavrum ben ne anlarım biyolojiden, fizikten.” Ama “fiziği yaz” demiş. Çocuk mezun olmuş iş bulamamış, ama şeyhe herhangi bir sorumluluk yüklemiyor. Bunlar bir konfordur, bunlar aslında peygamberin yerine Müslümanların ikame ettiği şeylerdir, değil mi? Âlimler peygamberlerin varisleridir, hâlbuki buradaki veraset sorumluluk açısından bir verasettir. Yani alim, peygamberin Müslümanlara yaptığını yapması gerekir, Müslümanlarla nasıl bir ilişki kurmuş o şekilde ilişki kurması gerekir, ama siz bunun üzerinden kendinize rant temin etmeye çalışacaksınız…

Allah Resulü döneminden sonra, halife seçiminden tutun aldıkları kararlara kadar halifelerin yaptıkları işlerin birkaç tane temel referansı var. Bir, Allah’ın kitabı. Allah Resulü Muaz bin Cebel’i Yemen’e gönderdiğinde formüle edilen şey var ya. Allah’ın kitabıyla kurdukları ilişki, bugün modern insanın kurduğu ilişkiden de farklı. Yani elinde Mucemü’l-Müfehres olup da hangi ayette ne geçiyor bunları karşılaştırma gibi bir imkânları yok. Akıllarına bir şey geliyorsa ona göre hüküm veriyorlar. Bazen birbirlerine soruyorlar bununla ilgili bir ayet var mı, bir şey biliyor musunuz, bir şey duydunuz mu, diye…

İki, Resulü’nün uygulaması.Bu çok önemli. Velev ki içtihat kendisine ait olsun, Resulullah’ın içtihadı değerlidir. Zaten Hz. Ebu Bekir’in Halifetu Resulillah vurgusu da meşruiyet zemini olarak bunu gördüğü içindir. Önemli bir şey. Bunun dışında karşılaştıkları birçok problemi çözerken ortak akıl, istişare, kendi bilgileri, kendi görgüleri… Bazen muhalefet etmişler, ihtilaf etmişler. Mesela fethedilen arazilerin durumuyla ilgili… Fethedilen iki tür arazi var. Bir kısmı barışla fetih ediliyor, anlaşma yaptığınız zaman anlaşmanın çerçevesi, kuralı neyse zaten onu ortaya koyuyorsunuz. Bir kısmı savaş vuku bulduktan sonra Müslümanların eline geçiyor. Bu, ganimet oluyor. Ganimetin nasıl taksim edileceği konusunda da literatürde bilgi ve uygulamalar var, Allah Resulü döneminden uygulamalar var. Hz. Ömer farklı bir karar alıyor. Ashab’dan buna muhalefet edenler var. Onları ikna ediyor. Ne kadar rızalarıyla ikna oldular, ne kadar mecbur kaldılar, ortamdan dolayı kabul ettiler belli değil. Mesela Bilal-i Habeşi diyor ki, “Biz gittik fethettik, dağıt bu malları” -gayrimenkuller için söylüyorum, menkulleri dağıtıyor zaten-. Hz. Ömer diyor ki, “Bunlar dağıtılmamalı, dağıtırsak başka sıkıntılar ortaya çıkar” ve farklı bir uygulama getiriyor, Atıyye divanını kuruyor, Müslümanlara yıllık maaşlar ödüyor. Maaşları öderken İslam’daki geçmişlerine göre ödüyor. Bunların hepsi yeni durumlar. Bunların bir kısmıyla ilgili doğrudan Kur’an ayeti bulunmaz, belki ayetten dolaylı hüküm çıkarabilir.

Dolayısıyla, burada Müslümanların halife seçimi, aldıkları kararların birçoğu kendi içtihatlarıdır ve bu temel naslara, Arapların örfüne, birikimlerine, geleneklerine bağlı olarak gelişiyor. Şimdi biz de -Allah mekânını cennet eylesin- Mevdudi ve benzeri bu konularda yazan âlimlerin kitaplarını okuduk. Müslümanlara bu dönem ütopik bir dönem gibi anlatılıyor.  Burada her şey düşünülmüş, burada bir sistem kurulmuş olarak tanıtılıyor. Oysa burada bir sistem yok. Müslümanlar el yordamıyla sistemi oluşturmaya çalışıyorlar. Burada belki en iyi sistemci Hz. Ömer’dir.

632’den 661’e kadar dört halife seçilmiş, Hz. Hasan’ı da katarsanız beş halife… Beş halifenin her biri ayrı şekilde ve ayrı ortamlarda seçilmiş. Öyle herkesin reyinin alındığı bir bey‘at da yok. Mesela bu bey‘atlerde hanımların bey‘ati dikkate alınmamış. Hz. Ebu Bekir’in halife olarak bey‘at aldığı Bey‘atü’l-Hassa -yani özel bey‘at- dediğimiz bey‘atte bey‘at eden Ensar’dan bir gruptu. Bir gün sonra diğerleri de bey‘at ettiler. Bey‘at çok önemli. Sonra Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’i tayin etti. Bildiğiniz tayin etti. Birkaç kişiye danıştı, istişare etti ve “ben bunu uygun görüyorum” dedi. Onlar da uygun gördüler. Sonra Hz. Ömer Kureyş’ten olmak üzere altı kişilik şûra belirledi. Halifeyi kendi aralarından belirleyeceklerdi. Hz. Ali asilerin baskısıyla Medine’de toplumun bölündüğü bir ortamda seçildi. Herkesten de bey‘at alamadı. Hatta Sa’d bin Ebi Vakkas, Muhammed bin Mesleme, Usame bin Zeyd gibi insanlardan bey‘at alamadı. Hz. Hasan’ın seçimi de farklı oldu.

Sonra 661’de yeni bir durum ortaya çıktı. 661’de Muaviye halife oldu. Hz. Hasan’ın hilafeti kendisine bir anlaşmayla devriyle halife olarak bey’at aldı. Müslümanlar Muaviye’nin hilafetini tarihte tartışmamış -o dönem için söylüyorum- büyük bir konsensüsle kabul etmişler. Tabii şunu söyleyebilirsiniz: “Adam zaten ordusuyla gelmiş buraya, kapıya dayanmış, bey‘at etmeyip de ne yapacaktı?” Bir otoritenin tesisi için otoriteyle güç birbirinden ayrılabilir mi? Bir küçük dernekte bile güçler bazen çatışabiliyor ve bu bir kavga sebebi olabiliyor. Güç çok önemli burada.

Muaviye 20 yıl halifelik yaptı. Hilafetinin sonlarına doğru, hatta 10’uncu yılında başlayarak, 5 yıl boyunca kendi oğlunun liderliğini tavsiye etti, altyapısını oluşturdu. O güne kadar yerleşen kabule göre, zaten Kureyş dışından diğer kabilelerden bir adamın halife olma şansı yok, bu konudaki istekler şaz kalmış. Nasıl istekler? Mesela Haricilerin istekleri. Hz. Ali’ye isyan etmişler, kendilerine Abdullah b. Vehb er-Rasibi diye bir adamı imam tayin etmişler -onlar imam tabirini kullanır- ama sadece kendileri tanımışlar. Umuma yönelik bir kabul ortaya çıkmamış. Dolayısıyla, yaygın ve kabul edilen görüş, “Halife Kureyş’ten olacak”. O zaman zaten diğer alternatiflerin siyasette ciddi bir aktör olma şansları kalmıyor.

Diğer kabileler ne istiyor? Maaşları düzgün ödeniyorsa halifeyle de bir sorunları yoksa Yezid olmuş başkası olmuş bir fark yok onlar açısından. Nitekim vefatından 5 sene önce Muaviye oğlunu veliaht olarak ilan ettiğinde dört kişi karşı çıkmış. Bunlar Kureyş’ten önemli isimler: Abdurrahman bin Ebi Bekir, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Zübeyir, Hüseyin bin Ali. Dördünün de babası ya halifedir ya da halife namzedidir, yani şûra ehlidir, Kureyş’in siyasetçileridir. Bunlar karşı çıktılar, Muaviye onları ikna etmeye çalıştı, başaramadı, işi sürece bıraktı. Bir süre sonra Abdurrahman öldü. Abdullah bin Ömer karakter olarak ihtilaf çıkaracak bir adam değildi, “Ben cemaatle beraber olurum” diyordu. Geriye Abdullah bin Zübeyir’le Hüseyin bin Ali kaldı, onların yaşadıklarını da biliyorsunuz. Muaviye’den sonra oğlu Yezid döneminde büyük olaylar oldu. Özellikle Kerbela, Harre olayı, Mekke’nin muhasara edilmesi. Yezid’in ölümünden sonra -kendi oğlunu veliaht olarak tayin etmişti- oğlu ikinci Muaviye halife oldu. Hastaydı, birkaç gün iktidarda kaldı ve sonra görevi bıraktı. Görevi bıraktığında da yerine kimseyi tayin etmedi. Tam o sırada Abdullah bin Zübeyir Mekke’de halifeliğini ilan etmiş, çok büyük bir teveccüh de görmüştü. Mekke’nin dışında Irak bölgesinde, Mısır’da, hatta Muaviye’nin Şam Valisi Dahhâk bin Kays el-Fihri -Kureyşlidir ve Mekke’nin fethinde Müslüman olanlardandır, tulekadan diye tabir edilen, Muaviye’nin Sıffin Savaşındaki komutanlarından birisiydi ve Şam şehrinin (Dimeşk) valisiydi- o bile Abdullah’a biat etmişti. Düşünebiliyor musunuz, Suriye’ye kadar hâkimiyeti yayılmış. Fakat Ümeyyeoğulları taraftarları, askeri bürokrasi, onların iktidarından nemalanan kabileler… Mesela Kelb kabilesi… Kelb kabilesi İslam’dan önce Şam bölgesine gelmişti. Suriye’de çok güçlüydü, Muaviye Kelb kabilesiyle iyi ilişkiler kurmak, Suriye’ye hâkim olmak için Kelb kabilesinin liderinin kızı Meysun’la evlenmişti, Meysun Yezid’in annesidir. Dolayısıyla Muaviye ile aralarında bir sıhriyet de vardı. Yeni bir halife seçmek için Cabiye’de bir toplantı yaptılar. BU toplantıda Mervan İbnü’l-Hakem’i halife seçtiler. Gördüğünüz gibi bir şûrayla seçtiler. Ona iki de veliaht tayin ettiler. Halid bin Yezid birinci veliaht, Amr bin Said el-Eşdak da ikinci veliaht. Halid’in yaşı küçüktü o zaman halifelik yapamaz diye Mervan’ı seçtiler. Mervan bir yıl halifelik yaptı. O halifelik sürecinde, Suriye’deki kabileler ikiye bölündü, Kuzey Arapları ve Güney Arapları olarak. Kuzey Araplarına Kaysiler, Güney Araplarına Kelbiler deniyordu. Bunlar savaştılar ve Dahhâk bin Kays ile birlikte binlerce Kaysi, Mercirahit savaşında öldürüldü. Otoriteyi temin etti, kendi veliahtlarını değiştirdi, kendi oğullarını, iki oğlunu veliaht tayin etti. Emeviler döneminde 14 kişi halife oldu. İlk üçü Muaviye ve onun soyundan gelenler, sonraki 11’i Mervan İbnü’l-Hakem ve onun soyundan gelenlerdir.

Tabii ayrıntılara çok giremem, Mervan İbnü’l-Hakem’in de Muaviye’yle arası çok iyi değildi. Mesela Sıffin Savaşına katılmamıştı. Cemel’de Hz. Aişe’yle birlikteydi, ama Sıffin’a gitmedi. Nihayetinde onu halife seçtiler ve onun soyundan gelenler halifelik yaptılar.

Abbasilerin ikinci döneminde halifelik sembolik hale geldi

750 yılında, “Allah Resulü’nün ailesinden razı olmak” ve “adalet ve eşitlik” ilkelerini gündeme getirerek, -bu iki temel ilke bütün muhalifleri toplayacak sloganlardı- bir araya getiren gizli bir örgüt, yıllarca çalışarak Abbasi devletini kurdu. Uzun yıllara dayalı bir geçmişi, uzun bir hikâyesi var. Abbasi devleti kurulduktan sonra hanedan değişmiş oldu. O güne kadar Şii kültürün merkezini oluşturan bir dini hanedan olarak zaten bir hanedan daha oluşmuştu. Abbasoğulları kendilerinin ehli-beytten olduklarını ve hak sahibi olduklarını söyleyerek Hz. Ali-Fatıma soyundan gelenlerle mücadele ettiler. Onlar Emeviler döneminde karşılaştıkları muameleden daha beterini o dönemde gördüler. Abbasiler dönemine baktığınız zaman ehli-beytin gördüğü baskılar ve meydana gelen katliamlar, savaşlar daha az değildir Emeviler döneminden.

Abbasi devleti 1258’e kadar Irak’ta devam etti. Moğollar tarafından, Hülagü tarafından Bağdat yıkılıncaya kadar ve son Abbasi halifesi öldürülünceye kadar otoriteleri devam etti. Fakat Abbasoğulları halifeleri, fiilen her zaman gerçekten otoriteyi ellerinde tutarak devleti yönetemediler. Birinci asırdan sonra yeni odaklar, yeni güçler ortaya çıktı. Bunlar bazen şahıslardı, bazen komutanlar ve ordularıydı, bazen İranlılardı, bazen Türklerdi. Dönem dönem değişti ama ilk asırdan sonra halifelik sembolik bir konuma geldi. Hatta halife var iken Bağdat’ta, aynı dönemde Büveyhoğulları ailesinden bir sultan vardı ve bu hanedan Şii idi. Devleti fiilen o yönetiyordu. Halife sembolik olarak halifeydi. Dolayısıyla, Ebu Bekir (r.a) zamanında başlayan halifenin devleti fiilen yönetmesi, Emeviler döneminde de, Abbasilerin ilk döneminde de devam etti ama Abbasilerin ikinci döneminden sonra kayboldu, Abbasilerin ilk döneminde vardı. İkinci dönemden sonra halifeler güçlerini yeni odaklara devretmek durumunda kaldılar. Önce komutanlara… Sonra emirülümeralık diye bir kurum oluşturdular. Emirülümeralık şunun için oluşturuldu: Dediler ki, eğer komutanları bir komutana bağlarsak Genelkurmay Başkanlığı gibi bir kurumla onları idare ederiz. Çünkü komutanlar sürekli birbirleriyle kavga ediyorlar. Bazen halifeleri devre dışı bırakmak için gözlerine mil çekiyorlar, öldürüyorlar, hanedandan bazı kişilerle iş birliği yaparak halifeleri devre dışı bırakmaya çalışıyorlar. Bunu engellemenin yolu ne? Onları bir komutana bağlamak… Komutana bağladılar daha beter oldu. Bu sefer emirülümeralığı ele geçiren Büveyhoğulları 130 yıl hükümran oldu, devleti de yönetti. Orada da bir hanedan, aynı şekilde yönetimin babadan oğula, kardeşten kardeşe geçtiği bir hanedan oluşturuldu. Daha sonra Selçuklular geldiler, Selçuklular yönettiler aynı şekilde.

1258’de Abbasiler devleti yıkıldı, fakat bu arada yeni bir durum ortaya çıktı. Ne oldu? Abbasi Devleti kurulduğu günlerde -750’de- Ümeyyeoğullarına karşı bir katliam yaptılar. Ümeyyeoğullarından yüzlerce kişi sırf o aileye mensup oldukları için yargılanmadan, bir suçu tespit edilmeden öldürüldü. Bu katliamdan kurtulan Hişâm bin Abdülmelik isimli halifenin torunu olan Abdurrahman bin Muaviye bin Hişam, kaçıp Kuzey Afrika’ya gitti. Annesi Berberi bir cariyeydi. Annesinin kabilesine sığındı. Onu yıllarca gizlediler. Devlet görevlileri onu 5-6 sene aradı, bulamadı. Daha sonra 755’te Endülüs’e geçti, 756’da Endülüs Emevileri devletini kurdu. Fakat I. Abdurrahman, devleti kurduktan sonra, Abbasilerin düşmanlığını kendi üzerine çekmemek için -daha devleti yeni kurmuş ve oradaki komutanları itaat ettirmek için epey mücadeleler vermişti- halife unvanını kullanmadı, emir unvanını kullandı. Kuzey Afrika’da yeni bir tehlike ortaya çıktı, Fatımiler Devleti kuruldu. Bunun üzerine III. Abdurrahman 929’da bir karar alarak halife unvanını kullanmaya başladı. Ne oldu? İki tane halife oldu. Ne zamana kadar? 1031 yılında Emeviler Devleti yıkılıncaya kadar. Kuzey Afrika’dakiler ve Endülüs’tekiler Emevi halifesini tanıyor, doğudakiler Abbasi halifesini tanıyordu.

Biraz önce söyledim, 909 yılında, Ubeydullah el-Mehdi diye bir adam Tunus’ta bir devlet kurdu, Fatımiler Devleti. Ubeydullah el-Mehdi, Hz. Fatıma’nın soyundan geldiğini ifade etmek üzere Fatımiler unvanını kullandı. Şia’nın İsmailiye mezhebine mensuptu, batini bir mezheptir. Fatımiler, Mısır’ı ele geçirdikten birkaç sene sonra halife Muiz Lidinillah Mısır’a geçti. Fatımilerin yıkıldığı 1171 yılına kadar Mısır’ın yanı sıra Suriye, Kuzey Afrika, Sicilya, Hicaz ve Yemen gibi bölgelere hâkim oldular. Bu süreçte İslam dünyasında biri Şii, ikisi Sünni üç hilafet varlığını devam ettirdi.

Bağdat’ın Moğollar tarafından istilasından sonra İslam dünyasına yönelik saldırıları devam etti. Onları ancak Memluk emiri Kutuz, 1260 yılında Aynicalut savaşında Moğolları yendi. Ancak Mısır’a dönerken kendi arkadaşları ve askerleri tarafından öldürüldü. Onun yerine Baybars emir oldu. Abbasoğullarından Halife Zahir’in oğlu Ahmed Bağdat’taki Moğol katliamından kurtularak Suriye’ye kaçmıştı. Baybars, 1261 yılında onu Kahire’de törenle halife ilan etti. Böylece Abbasi hilafeti kısa bir süre sonra Mısır’da tekrar ortaya çıktı. Müstansır lakabıyla halife olan Ahmed ile Baybars, Bağdat’ı kurtarmak için harekete geçtiler. Ancak Baybars ani bir kararla geri döndü. Müstansır, Moğollarla giriştiği savaşta öldürüldü. Bir süre sonra Baybars, yine Abbasoğullarından Ahmed adında başka birisini el-Hâkim lakabıyla halife ilan etti. Memluk devleri yıkılıncaya kadar Abbasilerden 22 halife Mısır’da halifelik yaptı. Ancak buradaki halifeler fiilen devleti yönetmiyorlardı. Hilafet Bağdat Abbasilerinin ikinci döneminden itibaren karşılaştığımız üzere fiilen devleti yönetme iradesi ortaya koyamıyorlardı. Abbasi hilafeti Mısır’da iki buçuk asırdan uzun bir süre sembolik olan varlığını devam ettirdi.

Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı ele geçirmesinden sonra Memluk devleti yıkıldı. Onunla birlikte Abbasi hilafeti de sona erdi.

Hilafet Osmanlı’da ne anlama geliyordu, İngilizlerin kaldırmak istemesinin nedeni ne idi? Hilafet kaldırılabilir bir şey mi?

Yavuz Sultan Selim Memlük Devleti’ni yıktığında orada III. Mütevekkil halife idi. III. Mütevekkil’i alıp İstanbul’a götürdü. İstanbul’da zorunlu ikamete tabi tuttu. Akıbeti ne oldu bilinmiyor. Sonraki dönemlerde Osmanlılarda hilafet önemli bir kurum haline gelince, Yavuz Sultan Selim’in hilafeti devraldığı söyleniyor ki bu doğru değil. O günkü şartlarda zaten Kureyşli olmayan birisinin halifelik iddia etmesi mümkün değildi. Kaldı ki hilafet önemini yitirmişti.

Osmanlı sultanları Yavuz’dan itibaren halife unvanını kullanıyorlardı, fakat bizim bildiğimiz ana yöneticinin ana unvanı anlamında değil. Osmanlı sultanlarının birçok unvanları vardı. Bunlardan biri de halifedir. Ama buradaki halife, bizim kullandığımız manada bir halifelik değildir. Osmanlılarda hilafet Osmanlı-Rus savaşından sonra 1774’te akdedilen Küçük Kaynarca Antlaşması’nda resmi bir uluslararası belgede “Osmanlı Halifesi” Rusya’nın hükümranlığı altındaki Müslümanların manevi lideri olarak kabul edildi. Aynı şekilde Rus Çarı da, Ortodoksların manevi lideri olarak kabul edilmiş oldu. Yani burada hilafet siyasi anlamda gündeme gelmeye başladı.

Hilafetin Osmanlı’da öne çıkarıldığı, daha doğrusu Osmanlı devletinde önemli bir kurum olarak vurgulandığı dönem son dönemlerdir ve hassaten Abdülhamit dönemidir. İttihad-ı İslam politikası, hilafet kavramını öne çıkaran bir politika oldu. Çünkü Osmanlı devleti fiilen yönetmediği birçok yerde bu kurum üzerinden, bu şemsiye kurum üzerinden Müslümanlarla irtibat kurdu. Mesela Endonezya, Hindistan bölgesi, Güney Afrika, buralarda Müslümanlar vardı ve bu kurum üzerinden Osmanlı devleti bunlara nüfuz ediyordu, önemli bir şeydi. Onun için bu bölgelerin önemli bir kısmını elinde sömürge olarak tutan İngilizler açısından hilafetin kaldırılması çok önemliydi.

Ankara hükümeti kurulduktan sonra saltanatın kaldırılması sürecinde Mustafa Kemal Atatürk’ün Meclis’te yaptığı bir konuşma var. Meclis tutanaklarında var, bulup okumanızı tavsiye ederim. Çok önemli bir tarihi perspektif çiziyor. Hz. Peygamber’in nübüvvetinden, hilafetin ne zaman ortaya çıktığından, hilafetin öneminden, Müslümanlar açısından ne kadar önemli bir kurum olduğundan bahsediyor. Ankara hükümetini kuranlar ilk zamanlarda görevlerinin hilafeti korumak olduğunu sık sık vurguluyorlar biliyorsunuz. Saltanat kaldırılıyor. Kısa bir süre sonra da 1924’te hilafet kaldırılıyor.

Hilafetin kaldırılmasına karar verilen toplantıda Seyit Bey’in yaptığı bir konuşma var, diyor ki; “Burada esas olan yönetimdir, hilafetin mana ve mefhumu Meclis’te zaten vardır.” Yani, biz hilafet denen kurumun işlevini görüyoruz, diyor. Tabii bu kurum kaldırılabilir mi kaldırılamaz mı? Yani siz halife olmayabilirsiniz de, bu kurumu kim kaldıracak? Şimdi bir grup insan bir araya gelse ve dese ki benim hilafetim var. Var olur, eğer böyle bir güçleri varsa. Bu kaldırılacak bir şey değil. Tarihi süreci böyle, geliş süreci böyle. Buraya kadar özetlemeye çalıştığım üzere kuruma baktığımız zaman esasen Müslümanların kendi tecrübesiyle, tarihi tecrübesiyle oluşan bir kurum.

Hilafetin Hanedana dönüşümü

Fiilen bizde şöyle bir anlayış var: Hilafet, Müslümanların yönetim kurumudur. Doğrudur, bir şekilde Müslümanlar yönetilecek. Müslümanlar da bu kuruma hilafet demişler, tarihi tecrübeyle demişler. Fakat sonradan hilafet hanedana dönüşmüş. Hanedanla ilgili şunu arz etmek isterim: Hariciler ve Mutezile’nin bir kısmı hariç -tarihi tecrübe itibariyle- bütün mezheplerde hanedan var. Ehl-i sünnette de var. Ehl-i sünnet de Kureyş hanedanın hilafet hakkını savunuyor. Yani hanedanı biraz daha gevşek tuttuğunuzda hanedan olmaktan çıkmıyor! Çünkü eğer halife Kureyş’ten olacaksa, siz de bir hanedan koymuşsunuz ortaya. Ehl-i sünnette var. Şia’da var: Ali-Fatma evladı, ehli beyt, 12 imam, yani Hz. Hasan’dan sonra Hz. Hüseyin soyundan gelenler. Hatta Mutezile’nin bir kısmı da kabul ediyor Kureyşli olmayı. Haricilerde hanedan yoksa da kurdukları devletlerde fiilen var. Rüstemiler devletinde olduğu gibi… Hariciler genel kabul görmemiş bir mezhep, yani şaz bir şey olarak kalmış. Dolayısıyla İslam dünyasında zaten baştan itibaren bir hanedan fikri var. Belki de bu, hayatın dayattığı bir şey. Çünkü devletin devamlılığı için birisinin sahip olması lazım devlete. O dönemde, “Eğer hanedan olmasa devlet devam etmez” düşüncesi hâkim ki gerçekten de öyledir. Adam gelecek, ben burada beş sene yöneticilik yapacaksam cebimi doldurayım diyecek. Ama bir hanedana aitse devlet, bu hanedana mensup olan insanlar, sonuna kadar bunun için bedel ödeyecekler. Nitekim bütün hanedanlar da tarihte bedel ödemişlerdir, bunun için savaşmışlardır. Eski Türk geleneğinde de öyledir, İslam dünyasında da böyle olmuştur.

Hanedanın varlığı sadece Emevilerle sınırlı tutulamaz, ama Emeviler döneminde çok büyük bir değişim olmuştur. Yani yönetim bir ailenin mülkü haline gelmiştir -daha önceki hanedan daha gevşek bir hanedandı- Kureyş’in içerisinde bir aileye mülk haline gelmiş oldu. Daha sonra gelen halifelerin hepsi Kureyş’tendir. Bu bahsettiğimiz üç hilafet de Kureyş’tendir. Mesela Muvahhidler hilafeti var, onlar Kureyş’ten değil ama onlar üzerinde geniş bir mutabakat yok, sadece kendi bölgelerinde hâkim olmuşlar, onlar da halifelik unvanını kullanmışlar. Sevad-ı azam’ı ifade eden, ana kitleyi yöneten üç hilafet de -dört halife, Abbasiler, Emeviler- netice itibariyle bir hanedan düşüncesi ile oluşmuş.

İkincisi, veliaht tayini. Veliaht tayini Muaviye tarafından bir çözüm olarak sunulmuş. Demiş ki; eğer veliaht olmazsa, yerime birini tayin etmezsem Müslümanlar her seferinde bir kriz yaşıyorlar, daha önceki halifeler döneminde kriz yaşandı. Yani Müslümanlara iyilik yapmak istemiş. Ama veliahtlık sistemi de Müslümanlara -daha sonraki tecrübeyle anlıyoruz ki- bir sürü sorun getirmiş. Sürekli bir iç savaş, veliahtların kendi aralarında rekabet… Geliyor şimdi Mervan İbnü’l-Hakem, iki oğlunu veliaht tayin etmiş. Birinci veliaht Abdülmelik halife olunca diğerini devre dışı bırakmak istemiş. Sonra kendisi iki veliaht tayin etmiş: Velid ve Süleyman. Velid halife olunca Süleyman’ı devre dışı bırakmak istemiş. Bunlar her zaman yaşanmış ve kavga sebebi, savaş sebebi olmuş. Bu da ayrı bir sıkıntı meydana getirmiş.

‘Bütün dünya Müslümanların tek bir halifesi olması bir hayal’

Otorite tek olmalı, Müslümanların tek bir halifesi olmalı. Bu bir hayaldir. Aslında böyle bir şey olsa, mesela bütün dünyadaki Müslümanlar tek bir devlet olsa ne kadar büyük bir güç olur. Ama tarihte de böyle bir şey yok. Bunun tek olduğu dönem Emeviler dönemidir, Raşid Halifeler dönemi de var ama Emeviler daha büyük bir coğrafyaya hâkim oldukları için orayı özellikle vurguluyorum. Emeviler döneminde olmuş ama o dönemde de sopayla olmuş. Siz Maveraünnehir bölgesinden Pireneler’e kadar bir coğrafyayı yöneteceksiniz tek bir devlet tarafından o günkü şartlarda. Ne kadar muazzam bir sıkıntı. Bunu yapabilmek çok güç. Onun için eyalet valiliği ihdas etmişler, yerele ulaşabilmek için.

Halifeye itaat, bizim kültürde dini bir vecibe olarak değerlendirilmiş. “Boynunda bir itaat olmadan bir kişi ölürse cahiliye ölümü üzere ölmüş olur” diye bir hadis var. Bu hadisi idareciler kendilerine itaat için bir referans olarak görmüşler. Oysa pratikte biliyoruz ki Hz. Ebu Bekir’e bey‘at etmeyenler var. Mesela Sa‘d bin Ubade, Hz. Ebu Bekir’e bey‘at etmemiş, hatta Hz. Ömer halife olmuş ona da bey‘at etmemiş. Bir gün karşılaşmışlar yolda Ömer demiş ki “Bu dargınlık ne zamana kadar devam edecek?” Kızmış adam. Adam halife olmak üzereyken hakkını almışlar elinden, yani kendi böyle bakıyor olaya. Demiş ki, “Sürekli öyle, ben sizden memnun değilim.” “Ne işin var burada” demiş. Memleketi de terk etmiş gitmiş Suriye’de yaşamış. Orada yabani hayvanlar tarafından parçalanmış, vefat etmiş.

Hz. Ali halife olduğunda kendisine bey‘at etmeyenler var ve bu bey‘at etmeyenlere siz cehenneme gideceksiniz, diye kimse bir şey demiyor. Buradaki hadisin manası şudur: Eğer Müslümanlar birlik olmazlarsa aralarında çatışma olur, bölünme olur, bölünme olursa cahiliye dönemi gibi olursunuz. Orada kabileler var, yüzlerce otorite var, bunlar sürekli birbirleriyle savaşıyorlar. Öyle olmamak için birlik olun. Tevhid ve vahdet bu açıdan önemlidir. Ama ayrıldığın zaman da “Bu gâvurdur, bu dinden çıktı…” Böyle bir şey söz konusu değil ama bu kültür oluşmuş.

Bey‘at çok önemli. Osmanlı devletinin sonuna kadar seçilen bütün halifelerde bey‘at var ama bey‘at şekli bir bey‘ata dönüşmüş. Hz. Ebu Bekir zamanında da herkesten bey‘at alınamıyordu, ilk dört halifeyi Medineliler seçmişler, taşraya o gün sorma imkânı yoktu, Medineliler seçmişler. Zaten seçilecek kişiler de belliydi, yani Kureyş’in elindeydi bu iş, artık insanlar bunu kabullenmiş idi. Ama bey‘ate çok önem vermişler. İslam siyasi tarihinde meşruiyetin temel kaynağı-dayanağı bey‘attir.

Halifelerde aranan özellikler

Efendim, halifelerde aranan bir takım özellikler var. Bizde teorik olarak bu konuda yazılan kitaplarda, mesela Maverdi’nin el-Ahkâmu’s-Sultâniyye diye bir kitabı var. Diyor ki “Halife erkek olmalı, Müslüman olmalı, Kureyşî olmalı, Müslümanları idare edebilecek siyaset bilgisine sahip olmalı. Bir hüküm tesis edebilecek, içtihat yapabilecek dini bilgiye sahip olmalı. Müslümanları savaşa götürdüğünde savaşabilecek cesarete sahip olmalı.”

Bakın güzel şeyler ama hiçbir halife bu testlerden geçerek halife olmamıştır. Nitekim kalibresi çok düşük insanlar da sırf bir hanedana mensup oldukları için tarihte halife olmuşlardır ve Müslümanların başına çok büyük sorunlar açmışlardır. İdareci olarak mesela Alaaddin Harzemşah döneminde Otrar’da Moğol ticaret heyetini -ki Müslümanlardan oluşan bir ticaret heyeti idi- bir valisi tarafından katliama uğraması İslam dünyasını Moğollarla karşı karşıya getirmiş bir hadiseydi. Belki daha sonra olurdu belki olmazdı ama milyonlarca insanın katliama maruz kalmasına sebep olmuştur. Bu da bir yöneticidir, bir hanedandan geliyor. Demek ki her zaman iyi olmuyor. Dolayısıyla aranan özellikler fiilen yerine gelmemiş.

Halifenin görevleri

Halife Müslümanların her işiyle ilgilenir. Teorik olarak böyle ama pratikte öyle midir, uygulamada? Uygulamada öyle değil. Abbasilerin ikinci döneminden sonra halifeler kendi evlerini idare edemez duruma gelmişlerdir ve Osmanlı’nın son dönemine kadar da öyledir. Çünkü başka güç odakları oluşmuştur, halifenin otoritesi paylaşılmıştır. Halifenin gücünün paylaşıldığı yerlerde de halifeyi bir otorite olarak düşünmek mümkün değildir. Bizim zannettiğimiz gibi, bir halife geldiğinde bütün Müslümanları bir orkestra şefi edasıyla yönetebilecek bir uygulama tarihte çok az bir dönemde söz konusu olmuştur. Hatta Hz. Ömer döneminden sonra bozulmuştur diyebiliriz. Hz. Osman döneminden başlayarak insanlar onun otoritesine karşı çıkıyorlar.

Müslümanlar halifeyi şöyle seçiyor: Bir bey‘at var dedik ya… Esasen halifeliğin ya da yönetici olmanın anlamı şudur: Biz burada bir cemaatiz, bizim bazı ortak işlerimizin görülmesi lazım. Bunların görülmesi için birine vekâlet vermemiz lazım. Birine diyeceğiz ki, kardeşim buranın kirasıyla ilgilen, işte gelen evraklara cevap ver, burada bir sorun olursa, buradaki programları düzenle vs… Ona bir yetki vereceğiz. Yetki verdiğimizde her birimizin yapması gereken bir işi ona devrediyoruz, bey‘at da budur zaten, halife seçmek de budur. Netice itibariyle biz kendimizi yönetebiliriz ama herkes kendini yönetmeye kalkışsa, insanlar bunu başaramaz, çatışma kaçınılmaz olur. Onun için ortak bir yöneticiye ihtiyaç var, biz bunu seçiyoruz.

İslam yönetim geleneğinde halife seçilen insanlar hayat kaydıyla seçilmiş. Sen bizi beş yıllığına yönet diye bir düşünce yoktu. Avrupa’da da öyleydi o dönemde, diğer ülkelerde, diğer medeniyetlerde de öyleydi. Halife olarak seçilen bir adam kısa yaşarsa sıkıntı yok, yani 5-10 sene insanları bıktırmadan. Ama 50 sene halifelik yapanlar var, iki nesil demek, üç nesil demek. Siz geliyorsunuz gidiyorsunuz, çocuğunuz geliyor gidiyor, torununuz geliyor gidiyor, adam orada yerinde duruyor. Dolayısıyla bu bir sorun oluşturuyor.

Halife görevden alınabilir mi?

Müslümanlar bunun kurumunu oluşturamamışlar, böyle bir kurum oluşturamamışlar. Hz. Osman’dan memnun olmayan insanlar vardı, bunlar da Müslümandı. Bunların hepsi haindi, bunların arkasında gizli güçler vardı demeye gerek yok. Bunlar Hz. Osman’a eleştiri getiren insanlardı. Haklı ya da haksız. Haksız da olabilirler ama halifeye eleştiri getiriyorlar. Hatta Medine’ye gittikleri zaman uzun bir süre arkasında namaz kılıyorlar, taleplerini iletiyorlar, onları yerine getirmesini istiyorlar ve en sonunda da diyorlar ki, kardeşim, biz senden memnun değiliz, görevi bırak, istifa et.

Görevden alamıyorlar, yani seçtiğin adamı vatandaş olarak kritik edemiyorsun, tartışamıyorsun. Bu bence sistemin en önemli zaaflarından birisidir, tartışamıyorsun. Hz. Osman’a diyorlar ki görevi bırak. Gitmiş Abdullah bin Ömer’le görüşmüş “Bunlar görevi bırakmamı istiyor, ne diyorsun?” diye. Abdullah bin Ömer demiş ki, “Allah’ın sana giydirdiği gömleği çıkarma. Eğer bunu yaparsan bu âdet olur, önüne gelen halifeleri görevden uzaklaştırmaya çalışır.” Pratikte belki bir mantığı var söylediği sözlerin. Allah’ın giydirdiği gömlek şu demektir: Depremi Allah yaptı, şunun için yaptı demek gibi bir şey. Allah’ın külli iradesine bağlamak. Allah yaptı da kimin eliyle yaptı? Siz bey‘at ettiniz. Bey‘at eden adam bu bey‘atini geri alabilir mi? Alamıyor. Nitekim Hz. Osman görevi bırakmadı, asiler gömleği kılıçla çıkardı ve bu, İslam dünyasında din anlayışına etki eden, siyasi hayata etki eden, hatta Emevilerin iktidara gelişine etki eden bir sürü hadiseye sebep olan çok büyük bir olay oldu. 80 yaşındaki bir adamı gidip evinde öldürdüler, ne kadar kötü bir şey. Ve bu zaten Hz. Ali döneminde 5 yıllık iç savaşa sebep oldu.

Burada, Müslümanların pratikte çözemedikleri bir nokta var. Halife eğer kendisi görevi bırakırsa bırakır. Abbasiler döneminde bıraktırmak için ne yapmışlar? Gözüne mil çekiyor, öldürüyorlar. Adam normal yollarla gidemiyor.

Bir diğer nokta da şudur: Müslümanlar halifeye alternatif olabilecek yapılar oluşturamamışlar. Tarihte böyle bir şey yok. Muhalefet ancak yapıcı ve sistemin içerisinde yani yöneticiyle beraber olmak suretiyle var, yöneticiye alternatif olarak asla yoktur. Bunun bedeli, bunun karşılığı bağy’dir, isyandır ve ölümdür. Bu diğer medeniyetlerde de böyledir. Yani biz Müslümanlar yeni bir şey getirmemişiz, Batıda da öyleydi, Doğuda da öyleydi.

Kısaca bu şekilde arz ettim, belki bahsedilecek başka konular da vardır ama bir çerçeve olarak anlattıklarım yeterlidir, diye düşünüyorum. Şimdi sorularınız olursa veya katkılarınız olursa sizi dinlemek isterim. Buyurun efendim.

BİR KATILIMCI – Teşekkür ederiz. Peygamber’den sonraki dönem, kırılmaların Ebu Bekir ve Ömer dönemindeki baskıcı, otoriter, tavizsiz tutumlardan kaynaklandığıyla ilgili bir makale var. Bu ne kadar vakaya uygun? Bir de, hilafet kavramını bugün biz yeniden toparlamak, yeniden birlik, ümmet bağlamında düşünürsek, kullanılmasının geçerliliği ne boyuttadır, mümkün müdür?

PROF. DR. ADNAN DEMİRCAN – Müslümanların 60 kadar devlete bölündüğü, Müslüman toprakları üzerinde emperyal planların yoğun bir şekilde işlediği bir coğrafyada, yakın zamanda orta vadede böyle bir yapılanma zor görünüyor. Müslümanların birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri, ortak bir dünya görüşüne sahip olmaları çok önemlidir. Bu ortak dünya görüşünün kurumsallaşması da çok önemlidir. Bu bazen vakıf olur, bazen dernek olur, bazen üniversite olur, bazen uluslararası bir antlaşma olur, bu hilafet olur, başka bir şey de olabilir. Ama bugün için Müslümanlar buradalar mı? Yani siz buradalar, diyorsanız ben dinlemek isterim.

Ali Salih diye bir Yemen Cumhurbaşkanı vardı yanlış hatırlamıyorsam, öldürüldü. Onun el-Cezire’de bir röportajını dinlemiştim. Arap Birliği’yle ilgili bir soru sordu muhabir. Dedi ki “Neden Araplar ortak bir siyaset ortaya koyamıyorlar?” Orada milliyetçilik var, din de Arapları birbirine yaklaştıran, bağlayan bir şey. Ali Salih dedi ki: “Çünkü aramızda hainler var. Bizde 4-5 ülkenin lideri var, orada bizim menfaatlerimizi değil, Batının menfaatlerini savunmak için varlar ve aldığımız kararları veto ediyorlar. Dolayısıyla da oradan bir şey çıkmaz.” Bu, İslam İşbirliği Teşkilatı için de maalesef söz konusu.

Birlik düşüncesi tek taraflı olarak işlemez. Siz bunun hülyalarını kurabilirsiniz, gelecekle ilgili bir vizyonunuz olabilir ama tek başınıza iseniz karşınızdaki buna cevap vermeyecekse bunun çok anlamı yok. Ancak bu duyguyu muhafaza etmek ve gelecek nesillere taşımak önemlidir, Müslümanların birbirlerinin dertleriyle ilgilenmeleri, birbirleriyle ilgilenmeleri, bunu kurumlar üzerinden yapmaları. Afrika’ya gittiğiniz zaman orada bir Türk’ün bir kuyu açmasını görmek önemlidir. Bir Müslüman Türk orada olmalı, oranın derdiyle dertlenmeli, bu gelecek nesillere taşınmalı, İslam da bunu bize emrediyor. Bu İslam’ın bizden istediği bir şeydir. Fakat fiili olarak baktığınızda bu çok kolay bir iş değil.

Bir de tabii şöyle bir gerçeklik var: İslam dünyasında gayrisafi milli hasılası 100 bin dolar olan devletler var, 150 dolar olan devletler var. Şimdi sen diyorsun ki, bütün bu devletleri bir potaya koyayım ve bunlardan muazzam bir şey çıkarayım. Bir kere, bunlar bir araya gelmek istemezler, vaka böyle. O zaman birlik düşüncesini yaşatmak ve gelecek nesillere taşımak lazım.

İngilizler hilafeti ciddi bir problem olarak gördükleri için, Osmanlılar hilafeti bu manada çok iyi kullandılar, bu İngilizlerin çıkarına aykırıydı. Çünkü Hindistan alt kıtasına, Hindistan bölgesine hâkimlerdi ve orada da nüfusun yarısına yakını Müslümandı, henüz Pakistan ve Bangladeş bölünmediği için.

Hilafet kaldırıldığında İslam dünyasında büyük bir şaşkınlık yaşanmış. Tekrar hilafeti ihya etme yönünde çalışmalar olmuş. Abdülmecid Efendi’nin bu yönde beklentileri var. Fakat akdedilmek istenen toplantıların hepsi bir şekilde engellenmiş. Mısır’da yapılmak istenmiş, Hindistan’da yapılmak istenmiş, Avrupa yapılmak istenmiş, bunların hepsi engellenmiş. Bunun bugün için kolay bir şey olmadığını, bir kere Müslümanların medeniyet olarak, düşünce olarak, fikir olarak bir araya gelmelerinin Batılılar tarafından iyi bir şey olarak görülmediğini bilmemiz lazım. Batılılar buna izin vermemek için ellerinden geleni yapacaklar.

Çünkü Batılılar şunu biliyorlar: İslam dini çok etkileyici bir din. Batıda asırlar boyunca, Katolikliğin güçlü bir şeklide hâkim olduğu dönemde -Protestanlık da malum onun içinden çıktı ve o da aynı taassuba sahipti ilk başlarda- hep şunu söylüyorlardı: Bu Müslümanlar, Türkler gelirlerse sizi yok ederler. Bu şekilde bir korkutma ile bir medeniyet inşa ettiler. Fakat bugün için Batıda din zayıfladı, dini bağları koptu. Belki bugün onlara İslam’ı anlatmak daha kolay, çünkü orada muhatabınız taassupla sizi şiddetle reddetmiyor. Hatta şunu söyleyeyim: 11 Eylül hadisesinden önce birçok Avrupa ülkesinde bu ciddi manada konuşuluyordu. Huntington’ın kitabında da temel tezi budur, diyor ki “İslam sizi bitirecek, bunun tedbirini alın”. Bir Müslüman ne kadar dinden uzak olursa olsun bu Müslüman, Müslümandır diyor, başımıza bela olacak bunlar diyor. Batı buna karşı tedbir alıyor. Burada demokrasi, insan hakları, ilkeler vesaire bazı Batılılar için -tek bir Batı yok tabii onu da söylemek lazım- bazı Batılılar için çok anlamlı. Ama orada bir devlet aklı, bir refleks var, bunların da ilişkili oldukları kurumlar var, kilise var, kilisenin gücü var, buna karşı direnç göstermeye çalışıyorlar, bunun için de Müslümanların bir araya gelmesinden çok haz duymuyorlar. Çin de tehlikedir ama Çin’le sınır komşusu değiller. İslam’la ortak bir coğrafyaya sahipler, bizim şu anda üzerinde olduğumuz topraklar dâhil olmak üzere. Bunlar ortak coğrafyamız, Balkanlar, Viyana’ya kadar Müslümanlar gitmişler, Paris yakınlarına kadar gitmişler güneyden. Bütün buralara, Portekiz’e, İspanya’ya Müslümanlar uzun süre hâkim olmuşlar ve burada ortak bir tarih var. Onun için Batılılar Müslümanların birlik olmasını istemezler, olmaması için ellerinden geleni yaparlar, yaptıkları da zaten ortada. Bugün aymazlığımız içinde bulunduğumuz zilletin bir boyutuysa, diğer boyutu da budur, bu da bir gerçektir.

İlk dönemlerde meydana gelen hadiselerin sonraki sürece etkisi… Bence bu tarihi olayları bugünden bakarak -mesela ben muhalefet konusunu işlerken de doğrusu aklıma gelmedi değil. Bu, bugüne ait olan bir kavramdır, modern bir kavramdır- bugünden bakarak geçmişi okumak çok sağlıklı bir yaklaşım değil.

Hz. Ebu Bekir’in derdi, bin sene sonra Müslümanlar geldiğinde bunlara çok güzel şeyler bırakayım değil, birinci derecede her yöneticinin olduğu gibi kendi döneminin sorunlarını çözmek. Hz. Ebu Bekir 2.5 yıl halifelik yaptı. Döneminde çok önemli kararlar aldı.

Bir ara İstanbul’da bir yazarla sohbet ediyorduk, dedi ki, Hz. Ebu Bekir’in Ridde olaylarına karşı takındığı tutum ‘demokratik’ değil. Doğru, tamam, demokratik değil de, şimdi Hz. Ebu Bekir diyelim ki o Ridde savaşlarında Arap kabilelerinin yüzde 90’ı Fatiha’nın dışında dini bilgisi olmayan adamlar. Müslüman olmuşlar, Peygamber efendimize gelmişler heyetler yılında. Hatta şairleriyle geliyorlar biraz hava atalım diyorlar kabilelerinin savaşlarını anlatıyorlar. Hz. Peygamber, Hassan bin Sabit’e “Sen de bunlara cevap ver” diyor tam Arap örfüne, geleneğine uygun. Diyorlar ki, bizim elimizde bir tuzla var ya da elimizde falan vaha var, falan su var, bunları bize bırakırsan Müslüman oluruz. Peygamber, mallarınız sizindir, diyor. Bir anlaşma yapıyorlar, bir emanname veriyor Allah Resulü, çekip memleketlerine gidiyor. Bunların çoğu namaz kılacak kadar, zar zor Kur’an biliyor, işte o 4-5 gün içerisinde ne öğrenmişlerse, birkaç ayet. Tabii hafıza daha canlı olduğu için daha çabuk öğreniyorlar. Diyelim ki 2-3 sure, bu kadar… Adamlar birkaç gün içinde öğrendikleriyle memleketlerine gitmişler. Hz. Peygamber vefat edince -bir kısmı zaten Allah Resulü hayattayken dinden dönmeye başlamıştı- irtidat etmişler, peygamberlik iddia etmişler, bir kısmı da “Biz Muhammed’e zekat verme sözü verdik, Muhammed öldü, sözümüz bizim açımızdan bağlayıcı olmaktan çıktı, Ebu Bekir’e zekat vermek zorunda değiliz” dediler ve isyan ettiler. Şimdi Hz. Ebu Bekir farzımuhal bunlara dokunmasaydı ne olacaktı? Her kabilenin ayrı bir dini olacaktı, bunlar kopacaklardı kültürel olarak birbirlerinden. O kopmayı engellemiş oldu, ama otoriteyle bunu sağladı, başka yolu da yoktu.

Hz. Ömer’in aldığı kararlar… Tabii Hz. Ömer kendisi halifeyken aldığı kararları bir sene sonra revize ediyor. Mesela atıyyelerle ilgili kararını üç sene uygulamış, bakmış ki bazı adamlar çok zengin oldu -Bedir ehline 5 bin dirhem veriyor diğer adama 500 dirhem veriyor, 500 çok büyük para ama 5 bin verdiğin adam uçuyor- üç-dört sene sonra diyor ki, yaşarsam bunu değiştireceğim, eşit dağıtacağım. Kendi görüşünü revize ediyor. Başlarda çocuklara sütten kesildikten sonra atıyye veriyor. Bakıyor kadınlar çocuklarını erken sütten kesiyor, bu sefer kararını revize ediyor, doğumdan sonra atıyye verelim, diyor. Bunlar tabii ki değişken şeylerdir ama özellikle ilk iki halife dönemleri İslam tarihinde hakikaten çok ciddi bir otorite olarak kabul edilmiş ve ashap icmaı Peygamber efendimizin uygulaması gibi görülmüş. Tarihte çok büyük bir etkisi, ağırlığı var. Belki bu ağırlığı sorgulamak lazım, sonraki Müslümanların algısını bu manada sorgulamak daha makuldür diye düşünüyorum.

BİR KATILIMCI – Muhakkak ki İslam tarihi içerisinde Müslümanlar açısından bir takım olumsuzluklar yaşanmıştır. Bence İslam tarihi 100 yıllık bir tarih değil, 1300 yıllık bir tarih. Örneklerinizde isterdim ki Müslümanların gerçekten izzetli günlerinden de örnekler verseydiniz güzel olurdu ve olacağını düşünüyorum. Çünkü Müslümanların hilafeti yönetim manasında bir takım sıkıntılar yaşasa da, bu ümmete çok yansıyan bir durum değildi. Özellikle hilafet yıkıldıktan sonraki süreci yaşadıktan sonra o dönemin değerini daha iyi anlıyoruz. Bu açıdan hilafet yıkıldıktan sonra Müslümanların bu şekilde dağınık olması, sömürgecilerin saldırıları, vahşi katliamların işlenmesi, Müslümanların hilafet gibi bir birliğe muhtaçlığını, mutlak zorunluluğu aslında bir kez daha ortaya koyuyor. Siz belki hayal olarak ifade ettiniz ama bununla ilgili Sallallahü Aleyhi Vesellem’in Ahmed bin Hanbel’den gelen bir rivayeti var. Yine Sallallahü Aleyhi Vesellem’in biliyorsunuz İstanbul’un fethiyle ilgili hadisi vardır ve orada Roma’nın da fethedileceği söyleniyor. Sahabeler soruyor, ey Allah’ın Resulü, hangisi, Konstantin mi önce fethedilecek, Roma mı dedikleri zaman, o da “önce Konstantin” diyor, yani Roma daha fethedilecektir. Bu da ancak Müslümanlara ait bir devletle, hilafetle mümkün olacaktır diye düşünüyorum. Bunlara katılıyor musunuz hocam?

PROF. DR. ADNAN DEMİRCAN – Teşekkür ederim. Ben bir kurum çerçevesinde bir sunum yaptım, İslam tarihi anlatmadım, dolayısıyla kurumun gelişim sürecindeki temel noktaları anlatmaya çalıştım. İslam tarihi bir buçuk saat içerisinde anlatılacak bir tarih değil. İslam tarihinin içerisinde parlak şeyler de var, olumsuz şeyler de var elbette. İnsanın olduğu yerde bunlar olur, bunlar kaçınılmaz bir şeydir. Ama çizdiğim çerçevenin yeterli ve uygun olduğu kanaatindeyim, başka türlü olamazdı. Çünkü kurumu anlatıyorum ben, burada Abbasileri anlatmadım, Emevileri anlatmadım, sadece kuruma ilişkin noktaları, o da çok az, ayrıntıya girmeden sunmak durumunda kaldım.

Allah Resulü’nün kendi döneminden sonraki siyasi gelişmelere ilişkin, bir kardeşiniz olarak, bir takım vizyonlarda bulunmuş olduğunu düşünüyorum. Fakat sonraki dönemin siyasi gelişmelerine dair gaybi bilgileri olduğu kanaatinde değilim. Bu rivayetlerin daha sonraki dönemlerde üretildiği kanaatindeyim. Böyle düşünmeyebilirsiniz ama benim kanaatim bu yönde. Bunun sebebi de şudur: Rivayetler, hadiseler meydana geldikten, maç bittikten, hakem düdüğü çaldıktan sonra toplandığı için, yani sizin o bahsettiğiniz Ahmed bin Hanbel’deki rivayet ve diğer buna benzer rivayetler, daha sonra otoriteler gelmiş, bir kültür oluşmuş, müdahaleler olmuş olmamış, iyi yönde kötü yönde yapılmış, bütün her şey bittikten sonra yazıldığı için bunların gerçekten Allah Resulü tarafından söylenip söylenmediği hususu çok ispat edilebilecek bir şey değil. Çünkü burada söylenmiş ise o zaman şöyle bir noktayı aramamız gerekiyor: Allah Resulü bunu neden söylemiş olsun?

30 senedir Peygamber efendimizin hayatını incelemeye çalışan bir kardeşinizim ve aşağı yukarı ana kaynakların hepsini okuduğumu düşünüyorum. Allah Resulü’nün hayatında, oturup bir kâhin gibi gayba ilişkin bir bilgi verme yok; bir kere birincisi bu. İkincisi; kâhinlerin bir özelliği var, kâhinler geleceğe ilişkin bilgi verdiklerinde, mutlaka verdikleri bilgi çok farklı anlamlara gelebilecek bir bilgi olur. Yani öyle bir bilgi veriyor ki, mesela üç vakte kadar şey olacak, üç vakte kadar bir haber alacaksın. Senin bir bilgin varsa bu haber hangi vakit ve haber nedir bir söylesene bana! Çünkü bu sadece muhatabı etkilemeye ve belki ondaki duygusal boşluğa karşılık olmak üzere söylediği bir şey, Araplarda da çok yaygındı. Kâhin diyor ki, bir kuş uçtu, bir ses duyuldu, bu belki birinin ölümünün haberidir, buna benzer böyle muğlak ifadeler kullanıyorlar; Peygamber böyle bir insan değildi.

Peygamber efendimiz (sav)’in sadece kendi döneminden sonraki olaylara ilişkin gaybi bilgi vermiş olması sizin dikkatinizi çekmiyor mu? Yani bundan mı ibaretti? Değildi. Şimdi geçmişte âlimler o rivayetlere bakarak dünyaya yaş biçmişler, kıyametin ne zaman kopacağını söylemişler, bir takım görüşler, inançlar oluşmuş, bunların hepsi kültürdür. Böyle şeyler olur, bugün de oluyor, olmaya devam ediyor. Ama Allah Resulü, benden sonra şöyle bir hilafet gelecek demesi… Bir kere, Peygamber efendimizin zamanında hilafet diye bir kurum yok. Hilafet ne? Böyle bir kurum yok ki. Kurum daha sonra ortaya çıkıyor, Raşidi Hilafet diye bunlar bizim söylediğimiz şeyler. Benim kitabım var Raşid Halifeler ismini taşıyor. “Raşid halifeler” isimlendirmesini Şiiler kabul ediyor mu? Etmiyor. Hariciler kabul ediyor mu? Etmiyor. Böyle bir isimlendirmeyi kabul etmiyor, çünkü dört halifenin ikisini Hariciler tekfir ediyor, Şiiler ilk üçünü reddediyor. Bunlar dönemin siyasi tartışmaları içerisinde çıkmıştır.

Kesinlikle Müslümanların birliği çok önemlidir, hayal de olsa benim hayalimdir, yani hayal olması kötü bir şey değil ama ben bugünkü Müslümanların durumuna bakarak söylüyorum, ben böyle görüyorum. Ha şu olabilir: Şu anda benim gördüğümün dışında bir etken, elbette Allah’ın yardımı, bizim hesap edemediğimiz şeyler olabilir, bunun dışında çok farklı bir durum ortaya çıkabilir, çıkması muhtemeldir.

Bana kalırsa, Müslümanların bugün birlik içerisinde olmaları, hilafet kavramından çok daha geniş ve çok daha önemli bir şeydir. Hilafet kavramı deseniz de, demeseniz de Müslümanların zaten buna ihtiyacı var ve bugün için eğer Müslümanlar başarabiliyorlarsa çok farklı şekillerde de ifade edilebilir. Yani buna halife denmesi, tarihi tecrübe ile belki bir bağ kurulması bakımından önemlidir, yoksa dini bir şey değildir. Böyle bir muhayyel dini kurum yok. Müslümanları yönetmek üzere Müslümanların kurdukları bir kurumdur. Müslümanların tarihi tecrübesidir. Allah Resulü’nün arkadaşlarının başlattığı, devam ettirdikleri bir yönetimdir, bu yönetimde kırılmalar olmuştur, onu anlatmaya çalıştım. Kırılmalar olmuştur, bu kırılmaların geldiği nokta budur, bugünkü Müslümanların hâli de ortadadır. Şimdi güzelleme yapacak hâlim yok ki, zaten Müslümanların durumu ortada, siz de biliyorsunuz, biz de bu toplumun içerisinde yaşıyoruz. Keşke sizin dediğiniz gibi Müslümanlar bir arada olabilme iradesini ortaya koysalar.

Bir güç varsa bir yerde -zaten Müslümanların en büyük imtihanlarından birisi de odur- bir güç varsa, gücü yönetmek, siz babaysanız o gücünüzü baba olarak doğru kullanacaksınız, anneyseniz anne olarak doğru kullanacaksınız değil mi? Müdürseniz müdür olarak, vakıfsanız vakıf olarak doğru kullanacaksınız. Ama insanoğlunda “ene” var, insanoğlunda kendi konumunu öne çıkarma var, insandan bahsediyoruz. Bu Hz. Ebu Bekir döneminde de vardı, bugün de var, daha sonra da var.

Ebu Zer el-Gıfârî, Peygamber efendimize gidip, ya Resulallah bana bir görev versene diyor Ebu Zer gibi bir adam, dünyayı terk etmiş bir adam. Allah Resulü diyor ki, belki senin bir görevde olmaman senin için daha hayırlıdır diyor, ona görev vermiyor, biliyor çünkü. Ama yine insan istiyor, şimdi bunlar kavgaya sebep oluyor. Bugün hilafet kursak, mesela bugün farzımuhal Müslümanlar tek halifelik olsa, 10 sene sonra, 20 sene sonra benzer kavgalar yine çıkacak, çıkmaması mümkün değil, kaçınılmaz bir şey yani. Teşekkür ederim.

BİR KATILIMCI – Kur’an-ı Kerim merkezli de bakmak gerekiyor. Tabii ki siz kurum açısından baktınız. Bir altyapı oluşturması açısından da, halife kelimesi zaten Hz. Âdem’in halife kılındığından başlar, sonra da sizi yeryüzüne halifeler kıldım diye tüm insanları halife yapar. Bir ayette de Hz. Davut’un halife kılındığı, onun için adaletle hükmetmesi gerektiğinden bahseder. Kur’an’ın perspektifinden baktığımızda tüm insanların halife olduğunu, ama Davut gibi belki bir yönetici makamındaki kişinin de tüm insanların üzerinde bir hilafet makamında olduğunu gösteren ayetler var. Bu açıdan şu soruyu soracağım: Tabii ki nasıl uygulanır bugün, uygulanamaz mı? Mesela şöyle ayetler var: Diyor ki, Ad kavminden sonra sizi halifeler kıldı, işte Nuh kavminden sonra sizi. Demek ki, halife o misyonu taşıyan kişi, yani misyon açısından bakmak gerekiyor. Yeryüzünde bu ilahi sistemi, düzeni Allah’ın önerdiği, verenin de Allah’a göre verdiği alanın da Allah’a göre aldığı bir sistem istiyor Allah. Böyle bir sistemi kurup işletmekle görevli kılmış insanı, insanın yaratılış amacı bu. Bu amacı gerçekleştirmezsek başka sistemler tabii ki kurulacak. Her sistem kendi gücünü, kendi kaymağını yiyecek sistemi kuracak. İşte bağy dedi hocamız, çok güzel. İktidar savaşı var. İşte iktidarın Allah’a verilmesi, çok önemli. Ama iktidarı Allah’a vermek ne demek? Çünkü bunu uygulayan biziz. Biz Allah’a bu iktidarı, ama bizim elimizle nasıl vereceğiz? Teşekkür ederim.

PROF. DR. ADNAN DEMİRCAN – Ben teşekkür ederim. İktidarı Allah’a vermeyi ben sadece devletle ilgili olarak görmüyorum, onu söyleyeyim. Bir kere her Müslüman, -bizim siyasi anlam yüklediğimiz ayetlerin çoğu da öyledir- esas itibarıyla bizim gündelik hayatımızda, ilişkilerimizde bize mihmandar olması gereken, yani meşveretle, liyakatle, yönetime ilişkin gördüğümüz şûrayla ilgili bütün kavramlarda esas itibariyle birey, insan, topluluk, cemaat Allah’ın rızasını hedeflemeli. Bunun için devlet olup olmaması çok önemli değil, öncelikli hedef bu olmalı. Tabii ki Müslümanlar bir araya geldiğinde de bunu üst kimliklerinde de ifade ederler.

Halife kavramını düşündüğümüzde, biz bir bagajla düşünüyoruz, aslında 1400 yıllık bir birikim var ve bu birikimin bizim bagajlarımızda biriktirdiği şeyler var. Allah Teâlâ yeryüzünde halife yarattığında, buna daha sonraki dönemlerde gerek tasarruf açısından, gerekse başka boyutlardan farklı anlamlar yüklenmiş. Oradaki halife kelimesi de, Davud’u halife kılması da Davud Aleyhisselam’ı kendisinden önceki yöneticilerin yerine getirmesidir. Yani halife olmak, bir kavmin azmasından sonra Allah’ın onların yerine yeni bir kavim getirmesidir. Tam da Hz. Ebu Bekir’in kullandığı manadadır. Orada ona bir rejim, bir sistem anlamı yüklemenin çok doğru olduğu kanaatinde değilim. Halife ve çoğulu, hulefa, halaif kelimesi Kur’an-ı Kerim’de bu manada kullanılıyor. Tarihte meydana gelmiş gelişmelerden hareketle bakarsak, bagajlarımızdakileri bir kenara bırakırsak, bunun görüleceğini düşünüyorum. Allah Teâlâ burada bir rejimden bahsetmiyor, Müslüman olmaktan bahsediyor, başka birçok ayette. Ama burada halife olmayı şu manada Allah kullanıyor: Bir kavim eğer haddi aşarsa, Allah onların yerine daha iyilerini, O’na itaat edecekleri getirebilir, getirir, getiriyor anlamındadır, bunu böyle anlamak lazım. Yoksa orada bu rejimi bizim daha sonra halifelerimiz devam ettirmiştir dediğini düşünmüyorum. Bu hilafet kurumu, kurum olarak Müslümanların yönetim işidir, mesele budur.

Zaten ilk dönemlerden itibaren dini olan-dini olmayan diye bir ayrım söz konusu değil. Halife, tıpkı Peygamber gibi Müslümanların her işiyle ilgileniyor. Adam hanımıyla kavga ediyor, gidip Peygamber’e söylüyor. Allah Resulü demiyor ki bu senin aile hayatındır, beni ilgilendirmez, onunla da ilgileniyor. Çocuğum açtır, diyor onunla da ilgileniyor. Halifeler de böyle yapmışlar. Müslümanların yönetilmesi meselesidir bu ve dolayısıyla da yönetim meselesinde dinle ilgili bir boyut da var. Zaten din temel referanstır, dini bir kenara koyamazsınız ama ‘dini olan-dini olmayan’ ayrımı yoktur, belki ‘itikadi olan-itikadi olmayan’ ayrımı yapmak mümkün olabilir.

Hz. Ömer yaralanınca diyor ki, “Keşke Allah beni bir ot olarak yaratsaydı da bu yaptıklarımın hesabını vermek durumunda kalmasaydım.” Bunların hesabını vereceğini düşünerek korkuyor. Bunu dikkate aldığınızda da yaptıklarınızı Allah’ın rızası umarak yapıyorsunuz, ister adınız halife olsun, ister başka bir şey olsun. O Emirü’l-Müminin unvanını kullanmış. Şimdi bizim geldiğimiz bir gelenek var, ben de sizin gibi aynı ortamlarda yetiştim. Burada meseleyi bir rejim meselesi olmanın ötesinde tarihi kaynak verileri incelediğimizde görebiliriz diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.

BİR KATILIMCI – Hocam, öncelikle ağzınıza sağlık, bilmediğimiz eksik kalan bazı şeyleri de sayenizde ilave etmiş olduk, çok teşekkür ederiz. Şimdi hilafetin Osmanlı’da resmi olarak ilgasından üç gün sonra İngilizlerin Lozan’ı onaylaması. Ama diğer taraftan mesela bugün Türkiye’de çok tartışıldı ekümeniklik konusu, işte Ermeni patriğinin ekümeniklik mevzuu tartışıldı. Bunu da tersinden ben onlar açısından hilafet gibi görüyorum. İki, Vatikan’ı koruyorlar hâlâ, Vatikan’ın bugün dünyevi anlamda bir takım bankaları yönetmesinin ötesinde bir dini fonksiyonun dışında bir konumu yok, ama hâlâ koruyorlar orada. Yani İtalya’nın içerisinde işte bir şehircik… İkisini birlikte düşündüğünüz zaman neler söylersiniz?

PROF. DR. ADNAN DEMİRCAN – Batı kültüründe dini önderlik var. Batıda Papa, Allah adına konuşur, Allah adına hüküm koyar, akide belirler, hüküm tesis eder ve dindar Hıristiyanlar kendilerini buna bağlı addederler.

Konumu ve misyonu itibariyle, bizim özellikle Ehl-i sünnet anlayışı çerçevesinde oluşan otoriteler ile karşılaştırılması çok makul değil. Yani bizim halifemiz Papa’nın karşılığı değil, daha farklı bir konumu var. Sadece dini önderlik değil, o dini önderlik biraz Osmanlı’nın son döneminde fiilen ortaya çıkmış şekillenmiş, o dönemin şartlarında oluşmuş bir şey. Ama Hz. Ebu Bekir döneminden başladığınızda, halifeler her şeyi yönetiyor, devletin her şeyiyle ilgileniyor. Papalık, önceki dönemlerde dünyevi meselelere daha çok müdahale ediyor ama krallar yine var. Abbasilerin durumuna benziyor, Abbasilerin son dönemlerine benziyor.

Bizde böyle, bu şekilde bir dini otorite oluşmamış. Şiilerde var, mesela İmam Humeyni, hatırlarsınız, Salman Rüşdi ile ilgili fetva verdiğinde -hâlâ adam yani yakınlarda öldüyse bilmiyorum saklanıyor, İngiltere devleti tarafından saklanıyor- çünkü bir fetva verdi ve bu ona tabi olan Müslümanlar açısından bağlayıcı olarak görülüyor. Ama Ehl-i sünnette böyle bir otorite yok. Olmadığını biliyoruz. Halifeliği ona karşılık olarak görmemek lazım. Halifelik bize ait bir kurumdur ve bizim kendi dinamiklerimiz içerisinde onu değerlendirmek daha makul olur.

Bu mesele sadece Türkiye’nin ya da sadece Ankara’da bu heyetin konusu değil, bu çok büyük bir konu, çok önemli bir konu. Teşekkür ederim.

BİR KATILIMCI – Şimdi Hz. Ömer (r.a), benim hep kafama takılır, kendi cemaatine sormuştur, demiştir ki; “Ey milletim, ben yanlış yaparsam ne yaparsınız?”, o cemaat kalkmış demiş ki “Seni kılıcımızla doğrulturuz.” Hz. Ömer (r.a) çok mutlu olduğunu söylüyor, yani gerçekten işte böyle bir ümmet var, böyle bir ümmet olduğu için işte gurur duyuyorum gibisinden. Şimdi ben buradan şunu anlıyorum hocam, şu anki milletimiz bizim en büyük derdimiz İslam’a, Kur’an ve sünnete göre hakikaten yaşamadığımız için değil midir acaba? Çünkü biraz önce işte anlattığınız o zaman ki o bilinç şu anda yok maalesef. Bunlara nasıl ulaşabiliriz? Bence sanki hastalık buralarda düğümleniyor. Biraz önce dediğiniz şey şu: Hoca ne diyorsa yanlış da dese, şeyhtir diye, ama bakıyorsun teslim oluyor. Hâlbuki yanlışsa padişah da olsa bu millet kalkıp da bunu demesi gerekmiyor mu? Yani sorun burada değil mi hocam?

PROF. DR. ADNAN DEMİRCAN – Eyvallah. Şimdi Hz. Ömer’in bahsettiğiniz olayı var, Hz. Ebu Bekir’in ilk hutbesinde benzer konuşmaları var. Burada sorun şu: Bireysel olarak Hz. Ömer’in veya Hz. Ebu Bekir’in iyi Müslüman olmaları kurumsallaştırılmış mı? Peygamber efendimizden sonra hakikaten isim olarak çok etkili olmuş, çok önemli, Allah Resulü döneminde de çok etkili olan insanlar. Hz. Peygamberin istişarelerinde birinci derecede öne çıkan şahsiyetler. Burada, onların bu reflekslerinin Müslümanlar tarafından kurumsallaştırılamaması problemi var. Hz. Ömer bunu söylüyor ama bunu söyledikten 15 sene sonra aynı toplum gidip halifesini öldürüyor. Veya aynı halife, onun arkadaşı Hz. Osman, insanların hoşuna gitmeyen bir takım icraatlar ortaya koyuyor. Bu da o toplumun içerisinde, bu toplum değişmedi. Tamam, zamanla bir değişim doğal süreci içerisinde kaçınılmaz olarak oluyor, nesil değişiyor. Hz. Ömer’in ya da Hz. Ebu Bekir’in yaklaşımı, diyor ki beni eleştirin, beni düzeltin. Beni düzeltin dediğinde bunu eğer Müslümanlar bir kurum haline getirmiş olsalardı çok daha farklı şeyler olurdu tarihte. Mesela Ömer bin Abdülaziz veliahtlık sistemiyle gelmiş değil mi? Amcasının oğlu Süleyman onu veliaht tayin etmiş ve halife olmuş. Ömer bin Abdülaziz’in şöyle bir uygulaması var: Âlimlerden bir heyet oluşturuyor, bütün aldığı kararları onlarla müzakere ediyor ve onların kararına göre icraat koyuyor ortaya. Şimdi böyle yaptığınız zaman toplumu, ortak aklı arkanıza alıyorsunuz ve yaptığınız iş ayrı bir değer kazanıyor. Valilik yapmış, Velid bin Abdülmelik zamanında amcasının oğlu o da halife daha sonra onu görevden almış, çünkü Irak Valisi Haccac bin Yusuf es-Sekafi onu şikâyet etmiş, onun zulmünden kaçanlar gelip Ömer bin Abdülaziz’e sığınıyorlar. Ömer bin Abdülaziz aynı devletin valisi. Biri farklı davranıyor, biri daha farklı davranıyor. Ömer bin Abdülaziz orada valiyken de devleti bir heyetle yönetiyor. Bu güzel bir şey, Müslümanlar bunu kurumsallaştırdıklarında ileri aşamaya götürdüklerinde daha güzel şeyler çıkardı ama bu olmamış.

BİR KATILIMCI – İstişare…

PROF. DR. ADNAN DEMİRCAN – Tabi istişare daha dar manada yapılmış, gücü ellerinde bulunduranlar, otoriteye sahip olanlar otoriteyi paylaşmak istememişler, başkalarına devretmek istememişler, bunun için kavga vermişler, bedel ödemişler ve dolayısıyla zaman içerisinde bozulma olmuş. Dediğiniz tabii ki çok önemli, yani öncelikle biz Müslümanlar olarak kendi bireysel görevlerimizi yerine getirmeliyiz. Bence hepimiz halifeyiz bu manada.

Allah razı olsun, teşekkür ederim katkılarınız için.

Paylaş :

Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked with *